Bu yazıya, geçen tiyatro mevsiminde kentimize misafir gelen İstanbul dışından iki önemli oyunla başlamak istiyorum.
Ayak Bacak Fabrikası
1929’da doğan, 1970’te İstanbul Sanat Tiyatrosu‘nda yeniden sahneleyeceği ödüllü oyunu ‘Ayak Bacak Fabrikası’nın provaları sırasında geçirdiği bir kalp krizi sonucunda ölen, araştırmacı yazar, kuramcı ve uygulamacı tiyatro insanı Sermet Çağan’ın gerçek bir olaydan, Anadolu’da bir köyün, açlık nedeniyle tohumluk ilaçlı / zehirli buğdayı yemeleri sonucunda köyce sakat kalmalarından yola çıkarak 1962’de yazdığı ‘Ayak Bacak Fabrikası’, ilk 1964’te sahnelendiğinde müthiş ilgi görmüş, teatral ve toplumsal bir olaya dönüşmüştü.
Baskıcı dönemin ardından özgür geleceğe inanmış yirmili yaşlarında bir üniversite mezunu olarak seyrettiğimde her şeye karşın umut verici bulduğum oyunu 60 yıl sonra yeniden izlediğimde, ömür boyunca ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu otorite, baskı ve kandırmacanın maalesef hâlâ değişmediğini üzülerek fark ettim. Çağan’ın o zamanlar aklımıza bile gelmeyen ‘tüm devrimlerin yozlaşacağı’ olgusunu kâhin gibi öngörmesine ayrıca hayran oldum.
Köy seyirlik oyunlarının soyutlama ögeleriyle groteski ve kara mizahı başarıyla iç içe geçiren, orta oyununun yabancılaştırmasını çağcıllaştıran, izleyiciyle birebir iletişim kuran gelenekseli güncelleştiren şarkılı türkülü biçemiyle, seyirciye düşünme, yargılama ve karar verme olanağı sağlayan toplumcu gerçekçi konusuyla Türkiye’de epik tiyatronun da öncülü ‘Ayak Bacak Fabrikası’, Eskişehir BBT’de yönetmen Murat Karasu’nun kalabalık kadrosundan kusursuz bir ekip oyunculuğu alarak yönettiği, etkileyici dekor, ışık, kostüm tasarımları, başarılı koreografisi ve müziğiyle dört dörtlük seyirlikti. Sermet Çağan’ın ruhunu şad eden, tiyatro tarihimizde çığır açmış bir metne hak ettiği parlak sahnelemeyle bakan bu müthiş etkileyici çalışma yılın en etkileyici tiyatro olaylarından biriydi.
Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları bu sezon, İngiliz yazar Nick Whitby’nin Ernst Lubitsch’in 1942 tarihli ünlü filmi ‘To Be or Not To Be’nin aynı isimle tiyatroya uyarladığı oyununu ‘Yaşamak Mı Yoksa Ölmek Mi’ adıyla sahneledi.
Nazi tehdidinin dorukta olduğu yıllarda çekilen ‘To Be or Not To Be’, seyirciyi dönemin kaygı ve endişelerinden uzaklaştırmak için hoppalık ve uçarılıkla, karanlık hiciv ve usta işi komediyi dengelemesiyle, Lubitsch’in ‘Lubitsch touch / Lubitsch dokunuşu’ olarak adlandırılan o benzersiz büyülü tarzının yansıması bir yaratıcılık başyapıtıdır. Whitby’nin filmin muhteşem senaryosundan yola çıkarak, ilk bölümde epey sarkan, ikinci bölümdeyse iyice hantallaşan iki perdelik ruhsuz bir uyarlama yapmış olması hem şaşırtıcı hem üzücüdür.
Allahtan Kocaeli Tiyatrosu oyunu, Whitby’nin beceremediğini büyük ustalıkla başaran, oyuna o emsalsiz Lubitch dokunuşunu yeniden üfleyen yönetmen İlham Yazar’a emanet etti. Yazar, kusursuz dört dörtlük ekip oyunculuğunu, olağanüstü bir görsel işitsel tasarımla daha da etkileyici kılan mükemmel bir iş çıkarmıştı. Funda İlhan, Carole Lombard’ı, Aydın Sigalı da Jack Benny’yi kesinlikle aratmıyorlardı.
Tarihte Yaşanmamış Olaylar
Şair, gazeteci, oyuncu çevirmen Ülkü Tamer, resmi tarihin dayatılan baskısını hınzırca kıran ‘Tarihte Yaşanmamış Olaylar’la, yaşanmamış bir geçmişe ait 10 öyküyle tarihin ‘büyük hikâyesini’ sorgular, kültür tarihinin önemli bir bölümünün tarihte değil de, yazarın zihninde yaşananlardan oluştuğunu muzipçe hatırlatır.
Kitabı pandemide okuyan Emrah Eren, Boa Sahne’nin kurucusu, Genel Sanat Yönetmeni Aytekin Atabey’e oyun yapmayı teklif ettiğinde Atabey bu fikri, hikâye anlatıcılığı olarak değil, çadır tiyatrosu mantığıyla sahnelenmesi gerektiğini belirterek onaylamış.
Geleneksel tiyatroyu çok iyi bilen Emrah Eren, Faruk Üstün’ün usta işi uyarlamasından yola çıkarak, birkaç kumaş pano, ipler, az aksesuar ve toplama görünümlü giysilerle çadır tiyatrosu duygusunu ustalıkla yakalamış. Gölge tiyatrosu dâhil tüm geleneksel seyirliklere göz kırpan oyun alanı, pastel tonların yarattığı uyum ve görsellik çok başarılıydı; özellikle Mısır’ın Dördüncü Piramidinin birkaç metre iple var edilmesi müthiş etkileyiciydi.
Dörtdörtlük oyuncu yönetmeni Emrah Eren, gencecik ekibinden benzersiz bir performans elde ediyordu. Aslında çok çalışılmış olan yorum, tuluatın o benzersiz doğaçlama tadını da hissettiriyordu. Şarkılı, danslı cümbüşlü bir eğlenceliğin en beklenmedik anında Shakespeare’i kıskandıracak bir tirat, üstelik dönem İngilizcesiyle geliveriyordu.
Okunmak için yazılmış sağlam bir metni, müthiş keyifle izlenen salt tiyatroya dönüştüren, Ülkü Tamer’in ruhunu da şad eden çok etkileyici bir çalışmaydı,
Bu Taraftan Daha Güzelim
2004’te Rusya’nın Beslan kentinde 1148 insanın rehin alındığı, 186’sı çocuk olmak üzere 334 kişinin öldüğü okul baskını öncesinin, saldırı anının ve sonrasının savaşa ve ayrıştırıcı politikalara safça anlam vermeye çalışan iki ilkokul öğrencisi çocuğun gözünden anlatıldığı,1966 Amsterdam doğumlu yönetmen, aktris, yazar, eğitmen Carly Wijs’in 2014’te yazdığı, ‘Us/Them / Nous/Eux’, D22 tarafından ‘Bu Taraftan Daha Güzelim’ adıyla sahnelendi.
Topluluğun kurucu ortaklarından Can Kulan’ın büyük başarıyla yönettiği oyunda, ilk kez profesyonel olarak sahneye çıkan Simge Sabancılar ile Emrecan Karakurum, beden dilleri, konuşma tarzları ve mimikleriyle, fiilen 10-12 yaşlarında iki çocuğa dönüştü. Müthiş sağlam yorumlarında çocukların yaşadıklarını saflık, masumiyet ve doğallıkla, üstelik tam olarak ne olduğunu algılayamadan anlatışları, yaşanan ürkünç trajediyi daha da çarpıcı kılıyordu.
Gölge Otobanı
Yusuf Onur Aydın geçen sezon kurduğu Tiyatro Watt’ta yazıp yönettiği ilk projesi, ‘Karşılaşmalar’ üçlemesinin ilki ‘Sıradan Karşılaşmalar’da sıradan bir öyküyü farklı anlatım biçemiyle özgün bir görsel işitsel teatral deneyime çevirdi. Üçlemenin geçen sezon sahnelenen ikinci bölümü ‘Gölge Otobanı’, gerçek ve hayali ikilemine taşıdığı üç kişinin aynı arabadaki yolculuğunu, geçmişin, geleceğin, şimdinin ekseninde akan bir yolda göçü, aidiyeti ve umudu yine sinemanın dilini kullanarak anlatan bir çalışmaydı. İlk oyununda sinemasal anlatımı kullanmadaki yetkinliğini kanıtlamış Onur Aydın, bu kez birbirine yabancı, tesadüfen bir araya gelmiş üç kişinin bu topraklarda geçen, tesadüfi ve sıradan gözüken yolculuğu üzerinden, çok daha derinlikli, katmanlı, kendi içinde tutarlı gerçekçiliğine karşın gerçeküstüne kaçan bir öykü anlatıyordu. Sinemayla yakın akrabalığı sürdüren ‘Gölge Otobanı’nın kişilerinin, fiili bir yolculuğun paralelinde belleğin ve zamanın içinde içsel yolculuğu, Anglosaksonların pek sevdikleri yol filmi gibi gelişiyordu.
Yusuf Onur Aydın bu yolculuğun hikâyesini, bir otomobil iskeleti, birkaç sandalye ve aynası olmayan bir çerçeveyle ustalıkla inandırıcı kılıyordu. Kendisinin de içinde olduğu ekibin oyunculuğu da dört dörtlüktü.
Uzun Yol
Berfin Zenderlioğlu’nun Oyun Atölyesi’nde yönettiği ‘Uzun Yol’ küçük oğulları Danny beklenmedik şekilde öldürülen bir ailenin olanları anlamlandırmaya çalıştıkları uzun ve yıkıcı yolculuğun öyküsüydü.
Olay sırasında kardeşini yalnız bıraktığı için kendini suçlayan ağabey, aile içinde hissettiği değersizlik duygusuyla, annesiyle babasının ölenin 18 yaşındaki Danny değil kendisi olmasını dilediklerini kurarken, yaşadığı felaketten uzaklaşmaya çalışan baba kendini koşuya vererek gerçeklerden kaçmaya çalışıyordu. Öldürülen oğlunu aklından çıkaramayan anne, her an içini kemiren acıyı hafifletmek için olayın nedenini anlamasının şart olduğunu, aksi takdirde Danny’nin ölümünün sadece rastgele ve anlamsız bir şiddet eylemi olacağını düşünmekteydi. Ailenin yasla başa çıkma sürecinin sessiz tanığıysa, duvardaki fotoğrafı, masanın ortasındaki vazodaki külleriyle Danny idi. Hapishane psikoloğunun, ruhsal hasarlarını bıçkın tavırlar, sayısız küfürler ve sığındığı maddelerle boğmaya çalışan olayın faili ile görüşmelerinde, genç kızın olay anını kesinlikle hatırlamadığı, madde etkisinde olmasa cinayeti işlemeyeceği ortaya çıkıyordu.
Berfin Zenderlioğlu, adını psikolog ile iletişime geçerek önce sanık kız hakkında bilgi alan, sonrasında kızla tanışan anneyi, affetmeye götüren uzun yoldan alan, her an aşırı ağlak melodrama kaçabilecek metni, yalın, doğal ve ara ara müthiş dozunda duygusallıkla yönetiyordu. Oyuncuların çok dengeli toplu yorumuysa dört dörtlüktü.