Pınar Erol
Ailemizin bir ferdinin ruhu hasta, aklı karışık. İçinde hiçbir kötülük olmayan bu hassas ve güzel ruh, yaşadıklarını kaldıramıyor. Zor bir hayatı, her şeyden mahrum bırakılarak, bir başına yaşamaya çalışıyor. İçimiz elvermese de çaresiziz, onu hastaneye yatıracağız. Zaten zor olan bir durum, bir de üzerine direnç gösterince, yürek parçalayıcı bir hal alıyor. Elimde evrakları, üzüntüden ve şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmez halde ortalık yerde dururken iki görevli geliyor, kollarıma girip beni götürüyor. Başıma geleni, o an anlamıyorum. Sonra can havliyle “durun, yanlış anladınız. Ben deli değilim, ben hasta değilim” diye ayak diriyorum. Onlar da “tabii ki değilsin” diye bir taraftan kafa sallıyor, bir taraftan beni iç bölüme taşıyor. Muhtemelen her hastanın söylediği sözleri söylüyorum ben de. Ciddiye almamaları ondan. Güler misin, ağlar mısın şimdi? Böylece, yatış yapmasam da, Bakırköy’ün insanı delirtecek ortamına -vekaleten- hızlı bir giriş çıkış yapıyorum. Şimdi nereden çıktı bu demeyin. “Hamiyet”i izlediğimden beri ben de kendi Hamiyet’imizi düşünüyorum. Onun anneliğini, ondan esirgediklerimizi, rastlantının tuhaflığını, ikinci adının Seher oluşunu.
Hamiyet – Bir Rüya Müzikali
Biliyor musunuz bu metni Hamiyet’in ruhu yazdırmış. Yıllar yılı, unuttuğunu sandığı ve “öcü” diye köşe bucak kaçtığı kadın, İrfan Alış’a musallat olmuş. Meğer bizimki unutmamak için vicdanına bir kurdele bağlamış çocuk aklıyla. Bir gece rüyasında görünce de aklına düşmüş durduk yere. Sormuş soruşturmuş, öldüğünü öğrenmiş Hamiyet’in. Hani Bilge Karasu diyor ya “Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilmeyiz” diye. Bu da o hesap. O ıstırap yüklü çocukluk anısı sanata evriliyor; melankolinin işe yaramaz ataletine bırakılmıyor. Kimsenin görmediği, görmek istemediği o kadın, önce sadece bir kişiye görünüyor. O da ancak rüyada. Şimdi de onu görmek için gelen binlerce seyirciye. Bu sefer sahnede. Herkesin karşısına dikiliyor Hamiyet. Heyhat! Şimdi hiçbir seyirci, oyun bittiğinde onu sahnede bir başına bırakmak istemiyor. Sokaklarda donmasına daha fazla razı gelmiyor. Her biri, evine dönerken akıllarına düşen Hamiyet’leri kapılarından içeri alıyor. En çok da buna seviniyorum: Onun haklı çıkmasına, dediğini yaptırmasına. Öyle ya da böyle kapıları açtırmasına!
Delirmenin Kıyısında
İrfan Alış, Hamiyet’in hikâyesini kavradığında anlama-büyüme dualitesine toslamış. Aklıyla beraber her şeyi teker teker elinden alınan Hamiyet, bir tek onların evinde anneliğini koruyabiliyormuş meğer. O da yarım yamalak. Çocuklarını görebildiği yegâne yer orasıymış. Aklı gitse bile kalbi tutunuyormuş anneliğine. Bu bile çok görülmüş ona. Öyle uzaktan, dokunmaya hakkı yokmuş gibi sevmiş çocuklarını. Dilenerek biriktirdiği paraları bir kese kâğıdına koyup çocuklarına vermek istemiş. O son gelişi olmuş. O münzevi kadının yaşadıkları, önce bir şarkı yapma isteği uyandırmış İrfan Alış’ta. Vicdanla yazılacak bir destan. Öyle ya, Serdal Ersoy’la birlikte kurdukları “Pazar Yeri Sinekleri”ni de sayarsak otuz küsur yılın indie rock’çıları onlar. Bu arada “Peyk” adının da Ertan Çalışkan’ın gördüğü rüyadan çıktığını eklemeliyim. (Ya rüyalar olmasa!) Ne de olsa sözün ozanlığı, ezginin müdanasızlığı, adaletsizliğin sinkafı onlarda. Hemen Özgür Hoca (Ulusoy) tarafından temalar, altyapılar hazırlanmış, emprovizeler, vokaller yapılmış ama ilerlememiş iş. O hazin hikâyeyi anlatacak kelimeler yan yana gelememiş bir türlü. Kaynağını kurutan bir acı yükü bu. Kâbustan rüyaya, rüyadan pişmanlığa, pişmanlıktan iç kemiren suçluluğa, suçluluktan sorumluluğa bağlanan. Böyle acılar öyle söze gelmez kolayına. Suskunluğu, yutkunması bol olur. O paramparça hayattan da parça bölük şarkılar çıkmış neticede. Oysa bir nehir şarkı yapmak muradındalar. O kimsenin umurunda olmayan kadını uzun uzun anlatmak, hakkı yenmiş bir hayatın hakkını vermek. Yok sayılanı yeniden var etmek… Derken aklına gördüğü başka bir rüya gelmiş. Unutma-hatırlama-hatırladığını unutma bandında ilerleyen bu yaratı, kendi yolunu da düşe kalka çizmiş. Bir kez daha unutulmasın diye 27 Kasım 2018 tarihi zamana iliştirilmiş. İşte o rüya, yeniden hatırlandığında şarkıya söz olmuş. Hamiyet’in ah’ı gelmiş, telafisiz bir sayıklama gibi şarkıya yerleşmiş. “Kahır”a ağıt olmuş. Bir kez daha tıkandıklarında, çıkış yolu Müge Orkun ve Ertan Çalışkan vasıtasıyla görüştükleri Işıl Kasapoğlu’ndan gelmiş. Müzikal yapın diye önermiş. Bu sefer bilmedikleri bir dünyada ilerlemeye çalışmışlar. Anlaştıkları yazarla yolları ayrılınca Barış Yücedağ’la birlikte metni yazmaya çalışmışlar. Yok yine istedikleri gibi olmamış. Bu sefer de imdatlarına ortak tanıdıkları Alp Yenier vasıtasıyla ulaştıkları Deniz Madanoğlu yetişmiş. Yazmadan önce, uzun uzun dinlemiş İrfan Alış’ı. Birbirlerine iyi gelmişler. Ne de olsa hayatının zorlu bir döneminde “Denizdeyim” şarkısına tutunmuş o da. Bir yandan oyuncular bulunurken bir yandan da provalar başlamış. Sonra yine bir tökezleme. İKSV’nin tiyatro festival küratörlüğünü yapan Işıl Kasapoğlu’na sözleri var. Oyunu festivale yetiştirecekler. Aklını kaybetmiş bir kadının hayatını anlatacağız derken her biri aklını kaybedeyazmış. Bir başka deyişle bu deli işinde deli deliyi bulmuş. Türlü işler gelmiş başlarına. Tövbe kıvamına geldiklerinde yine Işıl Kasapoğlu’nun yanında bulmuşlar kendilerini. Muhtemelen bu fazla (!) özdeşlik ve yaşanmışlık, Hamiyet’i yorumlamalarındaki derinliği kazandırmış onlara. Empatinin böylesi… Artık Hamiyet’e mi, kendi çektikleri sancılara mı bilinmez, ağla ağla perişan olmuşlar. Uykuyu öldürmüşler, “sızım sızım sızlamış da sızamamışlar”. Belki de provalarda tüm katarsisi yaşadıklarından geriye arınmış ve sebepleri çok iyi analiz edilmiş karakterler kalmış. Prömiyere on gün kala yönetmenliği Işıl Kasapoğlu devralmış. Devralmasa ne olacak? İrfan Alış İzmir’e kaçacak! Ama yapı-bozumu bir türlü yakalarını bırakmıyor. Yine bir son dakika oyuncu değişikliğiyle Ezgi Çelik, Uygar Özçelik dahil olmuş kadroya. Işıl Kasapoğlu’nun toparlamasıyla oyun çıktı çıkıyor demeye kalmadan kendilerini seyirci önünde bulmuşlar.
Bir Yıldız Doğuyor
Burada Metin Serezli’yi anmak isterim. “Durdurun Dünyayı İnecek Var” rolü için Nevra Serezli’yi “böyle bir rol, bir oyuncuya kırk yılda bir nasip olur” diyerek yüreklendirmesini. Haklılığını şimdi de Aslı İnandık kanıtlamıyor mu? Hamiyet, onu yıldızlaştıran ve kim bilir bir daha ne zaman karşılaşacağı bir rol oluyor. Kast Direktörü Songül Karaaslan’ı da kutlamalı. Deliliğe giden yolda “dil”ini kullanma detayı kadar tavrı ve vokaliyle de sahici bir Hamiyet oluyor. Hele “Fare Tiradı”nda bambaşka bir boyuta geçiyor. Oyunculuktan önce aldığı sekiz yıllık müzik eğitimi, sahnedeki duruşunu sağlamlaştırıyor. Çaldığı çello ve piyano ona dayanak oluyor. Yoksa öyle kolay mı Peyk’le aşık atmak? Yine de dudaklarını Işıl Hoca’sına tam gösterebildi mi merak ediyorum.
Normalde işçi karısı olan Hamiyet’e paye veriliyor. Burada o da işçi, bir de hayalperest ki sormayın. Gerçeğin çıldırtan acısı, Hamiyet’e düşleriyle kurduğu başka bir gerçeklik veriyor: O, bugüne bugün, Peyk’in el üstünde tututalan söz yazarı. Herkesin ondan sakındığı ilgiye-sevgiye yine kendi yarattığı duldasında kavuşuyor. Sadece oradayken dünya katlanılır oluyor. Üstelik arkadaşları “Sen ne dersen o Hamiyet” diyecek kadar inanıyor ona. İnsan, hiç olmazsa orada biraz soluklansın istiyor.
Biraz Kurgu, Biraz Gerçek – 12 Eylül Üstümüzden Geçiyor
Onu himayesine alan Seher (Esra Kızıldoğan), gerçek hayatta da Hamiyet’e evinin kapılarını açan tek insan. “İrfan evde yemek bekler” repliğiyle de kimliğini doğruluyor zaten. Esra Kızıldoğan, -Seher annenin hayır duası da arkasına alıp- tertemiz oynuyor. Hayli kişisel bir hayat hikâyesinin, neyi var neyi yoksa ortaya dökülmeyen bir yorumu bu. Duracakları yer de, ekledikleri yer de dozunda. Tam da bu yüzden senaristliği ile tanınan Deniz Madanoğlu’nun kapısın niçin tiyatrocular tarafından sıkça çalındığını da anlaşılıyor. Sabahattin Yakut’un canlandırdığı Hasan karakteri de İrfan Alış’ın babası. O da her emekçi gibi 80 darbesinden nasibini alanlardan. Kenan Evren’in “İşçiler bile benden çok kazanıyor” cümlesi sonun başlangıcı oluyor. Gözaltılar, hapisler derken sendikalar kapatılıyor. Dayanışmanın gücü ve güzelliği soluyor. İrfan Alış’ın sendikadayken gömlek ve deterjan aldırmayı başaran babası cezalandırılıyor. Elektriği kesik bir kulübeye gönderilince böbrek hastası oluyor. Bu da çocuk İrfan’ı on üç yaşında alüminyum doğrama, pimapen işçisi yapıyor. Aldığı bu bedensel hasar, oyunda bir bacak aksamasında vücut buluyor. Seyirciye dönüp sorduğu soruysa kırılmanın içini gösteriyor.
Oyun, “Yürüyor Sokak” şarkısıyla başlıyor. “Patronların kölesi olmayacağız” ve “Baskılar bizi yıldıramaz” yazılı iki pankart, dönemi anlatmaya yetiyor. Oyuncuların eylemi, müziğin sesine karışırken hangisi hangisine fon oluyor emin olamıyorum. Şarkının “Teslim olma, dayan” sözleri, eş zamanlı bir etkiyle direnişçilere güç veriyor adeta. Kenan Evren’in sesini ne sebeple olursa olsun duymak hoşuma gitmiyor. İki gün önce yine Enka Açıkhava sahnesinde izlediğim “Anlatmadan Yapamam” belgeseli gözümün önüne geliyor. Kuliste oyunu dinleyerek takip eden Işıl Kasapoğlu’nun “Hamiyet burada İrfan’ın yanına gidip yazı yazıyor” dediği andayız şimdi. Tüylerim yine ürperiyor. Dünyayı değiştireceğine inancı tam olan bir yönetmenin yol göstericiliğine tanığız hepimiz. Dediğine göre ülkemizde ilk defa yapılan bir şey bu. Oyunlara yapılan müzik, ters yüz olup müziğe oyun yazılıyor. Ve sözün, müziğin, oyunun, gerçeğin, kurgunun iç içe geçtiği, giderek kaynaştığı bir ağıttır başlıyor.
Tasarımlar – İncelikler
Singer dikiş makinesi, radyo, tüplü ocak, soba (ah o soba), sedir, çaydanlık, emaye tabaklar, yün yorgan, file, naylon pazar çantası ve kese kâğıdı (ah o kese kâğıdı) gibi eşyalar hem zamana hem sınıfa referans oluyor. Hamiyet’in alametifarikası o tuhaf çanta unutulmuyor. Flörtleşmenin nesnesi olan mendil gülümsetiyor. Yazlık sinema hele, buram buram nostalji kokuyor. Ne ki o sert iklimde insanlık bir yere, direniş bir yere dağılıyor. Tüm iyi şeyler ihanetin, gammazlığın, dönekliğin, işkencenin, şantajın, paranoyanın, şarlatanlığın, patrondan çok patronculuğun, ezilen-ezen tavrın gölgesinde kalıyor. İnsan ne Hamiyet’in sevilmek isteyen kocası Cemil’e (Uygar Özçelik) ne yapayalnız Feride’ye (Ezgi Çelik) ne de annelerinden ürken-azarlayan-utanan-gönül alan-suçlayan çocukları Gülşen ve Mine’ye (Bilgesu Kural, Cansu Bahadır) kızabiliyor. Cemil’in “Çocuğunu aç yatırdıysan sokarım öyle adalete” cümlesi ona kalkan oluyor. Oyunu 12 Temmuz’da izlediğimi fark edince bir seviniyorum ki sormayın. Bugün tavuk kanat günü, hiç olmazsa bugün karınları doyacak diye içim rahatlıyor. Ama oyunun tüm kötülerinin tek vücutta birleştiği o Mürsel (Sermet Yeşil) var ya Mürsel, işte Allah onun belasını versin! Beyliği batsın! Sermet Yeşil öyle başarılı ki tüm sövmeleri hak ediyor. Kostümler sosyo-ekonomik düzeyi anlatırken aksesuarlar da nüans veriyor. Feride’nin kırmızı pabucu, kırmızı tokası, kırmızı gülü ve kırmızı ruju karakterine çok yakışıyor. Sesinin cilvesi de öyle. Evde yalın ayak olmaları da gözümden kaçmıyor. Peyk’in birbiriyle uyumlu kostümleri onların “band” ruhunu taşıyor. Ama acaba o kalın, uzun kollu kıyafetler yerine yazlık bir tasarım da düşünülse mi yoksa “alın terinin kirlettiği nerde görülmüş” şiarıyla hepsi kan-ter içinde kalmaya devam mı etse varın siz söyleyin. Yeri gelmişken mikrofon uğultuları, ses patlamaları için de bir çözüm olabilir mi diye sormak isterim. Hareket tasarımına gelince, sinema sahnesinin, işçi hareketlerinin, kırıştırmanın, sarhoşluğun devinimleri, adımları bedenlerde güzel duruyor. Cem Yılmazer ışığı diye bir şey var; hemen ayırt ediliyor. Burada da alı al, moru mor, mavisi derin, pembesi rüyalı, eflatunu huzursuz renkler cömertçe sahneyi süslüyor. Ama o kırmızı ışık, benim için Hamiyet’in Okmeydanı’nda yanan barakasının alevi oluyor. Bakmak zor geliyor. Finaldeki hareketli, delikli ışık ise yarattığı konser ambiyansı ile sürprizli sonu katmanlandırıyor. Müziğe parantez açmak nasıl da yersiz. Zaten müziğin oyununu izliyoruz. Yıllar öncesinden hazır olan şarkılar, yenileriyle birlikte oyun içindeki yerlerini bulunca, izlek tamamlanıyor. Şarkı sözleri kadar temaların da oyunla hemhal oluşunu izlemek büyük keyif. Her bir tını duygulara eşlikçi. Kapı çalışı vuruşlar, ıslıklı ninniler muzip. Ama o kalp çarpıntısı ritmler, resmen yüreğimi ağzıma getiriyor. Bir de dikine dikine gelen söz ve notalar iliklerimde dolaşıyor da gelip genzimde duruyor.
Müzisyenler ve Oyunculardan Yükselen Harmoni
Gelelim Peyk ile oyuncuların kaynaşmasına. İki farklı disiplin sahnede bir arada. Hani karşısındakini mahcup etmemek için kendi alanında dişini tırnağına takarsın ya. Onlar da öyle, deplasmanda diyebileceğimiz yeni alanları için el ele bir “ensemble” oluşturuyorlar. Birbirlerinin dünyasına ayak uydururken eşsiz bir deneyim kazanıyorlar. Birbirlerine gözü kapalı güvenmeyi daha provalarda öğrenmişler. Peyk onları kelimenin tam anlamıyla el üstünde taşıyor. Kimi üyeleri üniversitenin tiyatro kulübünden aşina olsa da tekmili birden ilk kez kendini tiyatro sahnesinde buluyor. Hamiyet’e anlayışlı bakışlarına bakılırsa da duyguyu içtenlikle veriyorlar. Neticede tiyatro dünyası Peyk’i, Peyk de kabiliyetli ve dirençli oyuncuları kazanırken bizim de bir melodramımız oluyor.
Hayatın Yüzüne Bakabilmenin Oyunu
İnsan sormadan edemiyor: Ne Avcılar’ı, koskoca dünyaya bir o mu fazlaydı? Ona mıydı her şey? El birliği ile hayatlarımızdan kovduğumuz “kadersiz” Hamiyet, sitem bile etmiyor oyun biterken. Bu dümbük dünyadan alacağı kalıyor geriye. Bir de o merhametli çocuğun özür dileme, gönül alma ayinine katılan seyircinin alkışı. Şimdi herkes ayağa kalkıyor yolcu etmeye. Güle güle Hamiyet. Bizi affet.
*
Hamiyet Künye
Oyuncular: Aslı İnandık, Bilgesu Kural, Cansu Bahadır, Esra Kızıldoğan, Ezgi Çelik, Sabahattin Yakut, Sermet Yeşil, Uygar Özçelik ve Peyk (Barış Tokgöz, Ertan Çalışkan, İrfan Alış, Özgür Ulusoy, Serdal Ersoy)
Yardımcı Oyuncular: Caner Coşkun, Eslem Sena Işın, Güney Marlen, Peyda Yurtsever, Ümitcan Kaya
Hikâye ve Şarkı Sözleri: İrfan Alış
Müzik: Peyk
Yapım: Peyk ve Mom
Yürütücü Yapımcı: Müge Orkun
Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu
Kostüm Tasarımı: Selin Ölçen
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Hareket Düzeni: Gizem Bilgen
Ses Tasarımı ve Tonmaister: A. Ozan Murat, Gürkan Erdem
Saç ve Makyaj: Didem Çobanbaş, Sümeyra İstekli
Afiş Tasarım ve Sanat Yönetmeni: Serdar Güngör, Tuvana Artun
Afiş Fotoğrafı: Sema Arslan
İllüstrasyon ve Grafik Tasarım: Pınar Yatarkalkmaz
Proje Yöneticisi: Deniz Aksoy
Kast Direktörü: Songül Karaarslan
Sosyal Medya Yöneticisi ve Prodüksiyon Sorumlusu: Rena Amargianitaki
Kurumsal İletişim Danışmanı: Selda Yavuz
Teknik Prodüksiyon: Prodon
Ses Ekibi: Emre Gülbuz, Göktuğ Bora Soylamış, Türküsu Turhan
Teknik Prodüksiyon Asistanı: Yağız Başar Yavuz
Yapım Asistanı: İlke Tuhta
Sahne Ressamı: Şenol Demir
Lojistik ve Teknik Destek: Okan Tunca
Sahne Marangozu: Sedat Ağdaş
Kostüm Üretimi: Jun Online Dikim Atölyesi