Erdoğan Mitrani
Bir gece akşam haberlerinde, yaşadığımız hayatın kapanacağı, pazar gecesi uyuduktan sonra yan taraftaki dünyada uyanılacağı bilgisi verilir. Fakat yan dünyada kimin nasıl ve nerede olduğu, yaşayıp yaşamadığı bilinmiyordur. Bu bilgi ve belirsizlik hızla yayılır ve gerçekliği sorgulanamayacak kadar somutlaşır. Kaos kaçınılmazdır.
Şarkı sözü yazarı Faruk (Murat Kapu), son gecesini en yakın arkadaşı Şehnaz (Ayşegül Uraz) ve eşi ‘Diğer Faruk’ (Meriç Rakalar) ile geceye özel küçük bir kutlama planladıkları evinde geçirecektir. Faruk’un eniştesi Kudret (Yiğit Sertdemir) ve Faruk’un öğrencilerinden Sema (Ayşegül Tekin) bu özel geceye plansız bir şekilde dâhil olurlar.
Olaylar, büyük bir bilgi karmaşasının içerisinde; bekleme, kutlama ya da kaçma hâlinin gittikçe şiddetlendiği bir atmosferde geçer. Gülhan Kadim’in yazıp yönettiği ‘Yan Dünya’ bu kaos atmosferi ile küçük görünen karar ve eylemlerin nelere yol açabileceğinin bilinmezliği birleştiğinde ortaya çıkan çılgınlık halinin karanlık komedisi olarak gelişir. Sonlara doğru beklenmedik bir karakterin (Volkan Çıkıntoğlu) ortaya çıkışı olaylara tuz biber eker…
6’dan sonra tiyatro’nun kurucu ortaklarından has oyuncu Gülhan Kadim, son yıllarda büyük başarıyla giriştiği yönetmenlikle yetinmiyor, çok da sağlam bir yazar olduğunu kanıtlıyor. Müthiş keyifli, bilimkurgudan çok, güncel absürde göz kırpan akıcı ve hiç aksamayan bir metni yazmış. Bu absürt tadı, Timur Kırışman / The Kulüp Vintage’in nefis kostümleri daha belirgin kılıyor. Faruk’un büyük doğallıkla taşıdığı ceket, Kudret’in kasketi ve kırmızı ceketi, diğer Faruk’un çorapları unutulur gibi değil. Oyuncu yönetimi kusursuz. Ayşegül Uraz ile Meriç Rakalar’ın canlandırdıkları, akılları her an sekste olan çift müthiş. Eminim ki tüm ekip, biz seyirciler kadar tadına vararak, keyifle oynuyorlar.
Güldürünün alt katmanıysa günümüz dünyasının çığırından çıkmışlığını hınzırca eleştiren, her türlü sıkıntıya ilaç gibi gelecek müthiş bir eğlencelik. Mutlaka izlenmeli. 17, 18 Nisan ve sezon boyunca kumbaracı50’de
Tennessee Williams’a ilginç bir saygı duruşu: ‘Ölümün Tersi Arzudur’
Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun yeni oyunu ‘Ölümün Tersi Arzudur’, Engin Alkan’ın yazdığı, yönettiği ve başkişisini oynadığı bir çalışma.
Özellikle ‘yazdığı’ ifadesini kullandım, çünkü metin, Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘A Streetcar Named Desire / Arzu Tramvayı’nın olay örgüsünü ve çoğu repliklerini birebir içerse de uyarlamayı aşan, usta işi bir yeniden yazım.
20. yüzyılın en önemli oyun yazarlarından Williams’ın (1911–1983), özel yaşamı ve deneyimleri neredeyse tüm eserlerinin ilham kaynağı olmuştur. Oyunlarında ustalıkla savaş sonrasının erkek egemen, bağnaz, muhafazakâr Amerikan toplumunu eleştiren Williams’ın yapıtlarına yansıyan diğer özelliği de eşcinselliğidir. Ancak, dönemin tabu olarak gördüğü cinsel yönelimine ilginç bir çifte standart uygulayarak, eleştirdiği bağnazların algısıyla uyumlu olarak ‘doğanın bir kazası’ olarak nitelemiştir. Eşcinsel karakterlerinin kilit rol oynadığı üç önemli oyununda (Arzu Tramvayı, Kızgın Damdaki Kedi, Aniden Geçen Yaz), bu ‘ölümcül günahı’ şiddetli ölümlerle sonuçlandırmış / cezalandırmış, yaydıkları negatif enerjiyi hastalıkmış gibi ölenlerin yakınlarına da bulaştırmıştır.
‘Arzu Tramvayı’, otuzlarının sonuna gelmiş, yalnız, kırılgan, sorunlu, güzel Blanche Bubois’nın, New Orleans’ta minik bir dairede yaşayan kız kardeşi Stella’yla kocası Stanley’in yanına gelişiyle başlar. Fransız asıllı güneyli bir aileden, İngilizce öğretmeni Blanche, aile yadigârı evlerini ve lisedeki işini kaybedince onların yanına sığınmak zorunda kalmıştır. Polonya asıllı, maço, kaba saba, şiddete eğilimli Stanley, aileye ait evi kaybeden, içkisini içen, parasını çarçur eden, varlığıyla mahremiyetini ihlâl eden Blanche’dan nefret eder. Blanche da Stanley’den hazzetmediğini belli eder. Stanley’in askerlik, iş, poker arkadaşı Mitch, Blanche’la ciddiyetle ilgilendiğinde, Stanley ufak bir araştırmayla kadının karanlık geçmişini öğrenir. Blanche, 16 yaşındayken âşık olup evlendiği, genç yakışıklı şair kocası Allan’ı başka bir erkekle yatakta yakalamış, ondan tiksindiğini söylediğinde Allan ağzına silah dayayıp intihar etmiş, ölümünden kendisini sorumlu tutan Blanche bunalıma girmiş, alkole dadanmış, sürekli yaşadığı tek gecelik ilişkilerle şehirde adı çıkmıştır.
Bunları Mitch’e anlatarak olası bir evliliği engelleyen Stanley, Blanche’a evden gitmesi için ültimatom verir ve karısının doğum yaptığı gece, aklî dengesi zaten çalkantıda olan kadına tecavüz ederek onu tamamen yıkılışına sebep olur…
Engin Alkan öyküyü günümüz Berlin’inin Kreuzberg semtine taşır.
Türkiye kökenli üç oyuncu, İstanbul’dan göçmüş Oya (Pınar Yıldırım), ikisi de Almanya doğumlu Süryani kocası Gabriel (Murat Göçmez) ve arkadaşları, mülteci bir Kürt ailenin oğlu Ali (Sinan Çatıkkaş), Oya ile Gabriel’in küçük evlerinin salonunda, sahnelemeye çalıştıkları farklı ve ayrıksı ‘Macbeth’in provalarını almaktadırlar. Kıyafetleri ve beden diliyle ‘farklı’ olduğu anlaşılan Oya’nın ağabeyi Deniz’in (Engin Alkan), bir valiz ve el çantasıyla Oya’ya sığınmak için Berlin’e gelmesiyle dördünün yaşamı farklı bir döngüye girer…
Tennesse Williams günümüzde, farklı cinsel kimliklerin doğal karşılandığı çağcıl Avrupa’da yaşasaydı ‘Arzu Tramvayı’nı acaba nasıl yazardı?
Bu soruya cevap arayan Engin Alkan, çağcıl Williams’ın eşcinselliğiyle çok daha barışık olacağını, hayatın sillesini yemiş, kırılgan, sevgi arayışında başkarakterini bir kadın değil, kendi yansıması, alter egosu bir erkek olarak var edeceğini düşünmüş.
Blanche’ı Deniz’e dönüştürdüğü bu parlak fikir, tabii ki günümüzde hâlâ eşcinsel/öteki olmanın sorun olduğunu açığa çıkarıyor. Alt metin olarak, görünümde ayrı, temelde aynı iki ötekileştirmeyi karşı karşıya getiriyor. Öğrencilerini kutsal gören edebiyat öğretmeni Deniz, onlardan birini taciz ettiği iftirasına sadece ‘gey’ olduğu için maruz kalmış, mahkemece aklanmasına karşın işinden olmuştur. Almancayı ana dili, Türkçeyi hafif aksanlı konuşan göçmenlerse, birkaç kuşak sonra bile hâlâ yabancı ve öteki sayılmaktadır.
Ancak, bu son olgunun metinde kör parmağım gözüne, ders verircesine tartışıldığını, Oya’nın Gabriel’i, kendisine yapıldığında faşizm olarak nitelediği ayrımcılığı, sırf cinsel kimliği yüzünden Deniz’e tatbik ettiği için eleştirmesinin aşırı didaktik kaçtığını epey rahatsız edici buldum. Bir de Cem Yılmazer’in üçlünün iç içe yaşamasına sebep olan minik salona ‘Macbeth’ için tasarlanmış irice dekoru oturtmasının gereksiz bir karşıtlık oluşturduğunu düşünüyorum.
Yine de bu yeniden yazım kanımca son derece parlak, zeki ve yaratıcı…
Finalde 1950’lerin Stella’sı ablasının akıl hastanesine kapatılmasına sebep olan Stanley’i evine almazken, 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken, Berlin’de yabancı olarak tutunmaya çalışan Oya’nın kendisine şiddet uygulayan Gabriel’i kabul etmek zorunda kalması müthiş gerçekçi ve inandırıcı.
Bunun bir negatif eleştiri değil, sadece son derece kişisel bir duygu olduğunu belirterek oyuncu yönetmen Engin Alkan’ın özellikle güldürüye bakışının bana pek uymadığını söylemek isterim. Ancak ‘Ölümün Tersi Arzudur’la yazar, yönetmen, oyuncu olarak çok başarılı bir iş çıkarıyor. Dramaturgi ve oyun akışı bakımından zorlayıcı bir-iki bölüm dışında iki saati aşkın uzun oyunun temposu, hiç aksamayacak düzeyde akıcı. Alkan, Stanley’in Blanche’a tecavüzündeki bilinçaltı arzu ve ihtirası ustalıkla tersyüz ederek, homofobik Gabriel’in saldırısını bir güç ve üstünlük gösterisine başarıyla çeviriyor.
Oyuncu olarak, gerçekçi ve inandırıcı. Hem ‘keyifli’ hem hüzünlü hem sevilesi bir Deniz yaratmış. Pınar Yıldırım’ın Oya’sı ve Murat Göçmez’in Gabriel’i dört dörtlük. Benim için asıl sürpriz, ilk kez sahnede izlediğim, beden dili, dozunda aksanlı Türkçesi, doğal oyunu ile Ali’ye müthiş derinlikli bir yorum getiren, Sinan Çatıkkaş oldu.
Sonuç olarak bu iyi yazılmış, sahnelenmiş oynanmış oyun, bir-iki kusuruna karşın, hem Tennessee Williams’a, hem ‘Arzu Tramvayı’na çok başarılı bir saygı duruşu.
25 Nisan Alan Kadıköy ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. Kaçırmayın derim.