Kumru Yaren Cengiz
Şu sevdalı gönlüme hasretlik doğmasaydın
Aşkla açan çiçekler hüsranla solmasaydı
Kutsal olan sevgimiz böyle son bulmasaydı
Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı
Olmasaydı (1)
Ayrılık… Her bir dertten ala olan ayrılık… Kalbimizi burkan yara geceler… Ayrılığın sonsuz veçheleri vardır. Tercih ettiklerimiz, yaşamak zorunda kaldıklarımız, şahit olduklarımız, mecbur bırakıldıklarımız… Her veçhesinin muhakkak hediyeleri de vardır. En büyük hediyesi de ömürlük yastır. Her yasın bir süresi var gibi dursa da o 40. mum ömür boyu yanmaya devam eder. Hatta ömürleri aşar nesillere ulaşır. Kolektif hafızamızda yaşamaya devam eder. Yüzyıllar boyu şarkılar, bambaşka dillerde de olsa bu yüzden aynı şeyleri anlatıp durur. Dilden özgür, manadan ortaktır.
Büyük Zarifi Apartmanı isimli oyun da şarkılarla kendini bezemiş bir oyun. İki farklı dilde, iki farklı kıyıda aynı şarkıları söyler dururuz. Oyun figürlerinin oyun boyunca dinlediği, söylediği tüm şarkılara hangi dilde olursa olsun hakim olduğumuzu görüyoruz. Gerçekten de o kadar farklı mıyız öyleyse?
Büyük Zarifi Apartmanı, adından da anlaşılacağı üzere meşhur Zarifi ailesinin yaptırmış olduğu tarihi bir apartman. Apartmana girdiğiniz anda duvarlardaki, camlardaki oyun dekorlarıyla; ses enstalasyonlarıyla karşılaşmaya başlıyorsunuz. İlyas Özçakır’ın proje tasarım ve yönetmen, Anna Maria Aslanoğlu’nun yapımcı olarak oluşturduğu İstos Sahne yapımı olan bu oyun, Büyük Zarifi Apartmanı’nın ikinci katındaki bir dairede sahneleniyor. Dairenin ortasına seyirciler için sabit bir izleme düzeni oluşturulmuş. Sahneleme süresince seyirciler, bu alanda, dördüncü duvar aktif bir şekilde sahnelemeyi izliyor. Üç bölümden oluşan sahneleme, dairenin de düzen olarak üç bölüme ayrıldığı alanlarında gerçekleşiyor. Fakat bu üç hikaye de aslında Büyük Zarifi Apartmanı’nın üç farklı katındaki üç farklı dairesinden hikayeler. Kurmaca olan bu üç hikayenin yaşayan ve gerçek olan bu binanın öz hikayesinden, anılarından, kolektif anılardan beslenilerek oluşturulduğu görülüyor. Bütün bunların boş bir sahnede kurulmuş apartman dairesi dekorunda değil de gerçekten benzer hikayelerin yaşanmış olabileceği bir apartman dairesinde sahnelenmesi sahneleme için önemli özellik. Bu durum da seyirci olarak izlediğimiz bu hikayelerin içeriği ile bağ kurmamıza katkı sağlıyor. Mekansallık üzerinden, hayalet seyirci konumunda, yaşananlara şahitlik ediyoruz. Büyük Zarifi Apartmanı sahnelemenin baş figürü haline geliyor.
İlk epizot Serap isimli genç, bekar bir kadının dairesinde geçiyor. Beklenmeyen bir misafirin gelmesiyle oyun başlıyor. Eftelia isimli bu beklenmedik misafir Türkçe’yi de İstanbul’u da bilmediğini ama bu evi, bu apartmanı çok iyi bildiğini, rüyalarında gördüğünü söyler. Ortak bir dilde buluşamayan Serap ve Eftelia isimli oyun figürleri telefondaki çeviri programı, şarkılar, acılar ve rüyalarda ortaklaşır. Doğrudan ya da dolaylı bir biçimde zorunlu olarak -tarihteki Rum sürgünleri ile- evinden, yurdundan edilen bilinçler, bir daha hiç gitmese de hiç görmese de nesiller boyu o anılara sahip olmaya devam edecektir. Serap ve Eftelia ile bu gerçekliğin izlerini görüyoruz. İnsan olarak da milletler olarak da bireysel ve toplumsal travmalarımızın ortaklığına şahit oluyoruz. “İnsan hiç tanımadığı birini özleyemiyor,” dese de Serap, insanın hiç tanımadığı birini de hiç gitmediği bir yeri de özleyebildiğini görüyoruz bu epizotta. Pınar Fidan’ın Serap’ı, Rasmi Tsopela’nın Eftelia’yı canlandırdığı bu bölümde üç farklı dile maruz kalırız. Birbirlerinin dillerini anlayamayan bu oyun figürleri ile biz de sadece kendi bildiğimiz dildeki replikleri anlayabiliyoruz. Diller duygular aracılığıyla transparanlaşıyor. Bu ilk bölümde metin hantal ilerliyor. Taşıdığı hikâye ve temaların özü duygusal olarak ağır da olsa oyunu hantallaştırdığı için metinden çıkartılması yerinde olabilecek repliklerle yaklaşık 26 dakika sürmüş olan bu ilk bölümün etkileyiciliği gölgeleniyor Yukarıda da bahsetmiş olduğum, metnin sahip olduğu mesajlar bu bölümün ritmindeki hantallık sebebiyle yeterli etkileyiciliğe ulaşamıyor. Aynı zamanda metnin ritmindeki bu hantallığın özellikle Pınar Fidan’ın sahip olduğu performans potansiyelini kısıtladığı da izlerken hissediliyor. 26 dakikalık bir bütün oluşturması gereken hikâye sanki 26 dakika boyunca asıl hikayenin giriş kısmıymış gibi hissettiriyor ve bu yine de merak duygusunu zayıflatacak bir uzunluk ve yavaşlıkta gerçekleşiyor. Rejisel olarak da ritimdeki -bölümün kendi bütünlüğünü oluşturmasına engel olan- dengesizliği çözecek bir tercihte bulunulmadığı gözüküyor. Dolayısıyla henüz yeni başlamış olan 80 dakikalık performansın bu ilk 26 dakikasında odaklanmak yer yer çok zorlaşıyor.
İkinci bölümde, Mavi Çiçekler isimli müzik grubunun ve Hrisula’nın hikayesine Hrisula’nın evinde konuk oluyoruz. Türk vatandaşlığı olmayan Rumların ülkeden kovulmasına dair bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Hrisula isimli oyun figürünün yaşlılığının yalnızlığı ile yalnızlığının başlangıcı olan gençliğinden günlere hep birlikte yolculuk yapıyoruz. Evinden, ailesinin mezarından, yurt bildiği yerden kopamayıp sevgilisinden, kardeşinden, emeklerinden kopuşunu Çağdaş Ekin Şişman’ın performansıyla izliyoruz. Hapsolduğumuz anılar, ayrılığın ağırlığı, hafızamızın oyunları, tercihlerimizin içindeki pişmanlıklar bu epizotta yüzümüze çarpıyor. Şarkıların dilden ve zamandan öte oluşu bu bölümde yine kendini gösteriyor. Bu bölüm oyunun en etkileyici bölümü. İlk bölümün sahip olduğu hantallıktan uzak ve kendi içerisinde ritmi gayet dengeli ilerliyor. Bunun iki temel sebebi olduğunu görüyoruz: İnce tül bir perdenin ardından şahit olduğumuz Hrisula’nın evi, tül perdenin üzerinde de farklı mekan, zaman ve anıların şahidi olmamızı sağlıyor. Hrisula geçmiş anılarını sayıklar ve bilinç kaymalarıyla anılarını tekrar o anda yaşarken bizler de tül üzerinden adeta Hrisula’nın zihnine sızmışız gibi aynı anıları videodan izliyoruz. Videoda kendi gençlik haliyle, oyun figürünün oyundaki zamanlamasında yer alan yaşlılık hali senkronize bir şekilde Çağdaş Hanım tarafından çok başarılı bir şekilde performe ediliyor. Rejinin, anıları anlatı ya da sahnede birebir canlandırma yoluyla değil de projeksiyon üzerinden videoyla gösterim yoluyla gösterme tercihi sayesinde iki boyutluluk ile üç boyutluluğun birbiri içine geçmesi sağlanmış; tıpkı anıların özünde getirdiği o uzaklık hissi bu tercih ile yansıtılabilmiş. Çağdaş Ekin Şişman’ın da bedensel ve sessel ağırlıklı olan performansıyla birleşince son derece etkileyici bir epizot çıkmış karşımıza. Hem reji fikri açısından hem de oyuncunun performansı açısından sahnelemenin en merkezine oturarak diğer epizotların ve performansların fazlaca önüne geçiyor bu bölüm. Seyirciyi, oyun figürünün kendi zihninde dönen anılarının içine kusursuz bir biçimde çekmeyi başarmışlar. Hrisula da biz de kaçamıyoruz bu anılardan. Aynı şekilde bu bölümdeki videoda yer alan oyuncuların performansları da Çağdaş Ekin Şişman’ın performansıyla eşdeğer başarıdaydı. Bölümün sonunda perdenin Hrisula tarafından açılması ve bizlere bakarak söylenen son dizeler ile tüm oyun boyunca yalnız bir defaya mahsus olarak dördüncü duvarın kırıldığını saniyelik olarak hissediyoruz. Bu da bu bölüm içerisinde yaşadığımız hatıralara özgü tutukluluk halinden özgürleşme anımız olarak epizodun bütünlüğe ulaşmasını sağlıyor. Sezen Aksu’nun Tutuklu şarkısındaki “Ayrılık aman, ölümden yaman,/ Geçmiyor zaman, geçmiyor./ Ne anam babam ne en hoş hatıram,/ Yetmiyor, canım, yetmiyor./ Ben sende tutuklu kaldım.” Dizeleri bu bölümün hikayesini tanımlamak için özet niteliği taşıyor.
Üçüncü ve son bölümde ise Gafur Uzuner’in canlandırdığı Leandros’un evine konuk oluyoruz. Oğlu Angelos ile tartışmış ve terk edilmiş babanın pişmanlıkla oğlundan telefon beklerken birden kapısı sokaktaki eylemde gerçekleşen saldırıdan kaçan Umut Çınar’ın canlandırdığı Aslan’ın yumruklarıyla çalar. Müdahalenin geçmesini Leandros’un evinde beklemeye koyulan Aslan ile Leandros arasında hem bireysel yardımlaşmalar, ortaklıklar hem de bireysel ve toplumsal farklılıklar gözler önüne serilir. Öteki olmanın acısını sahiplenen bu oyun figürleri farklı yerlerden ama aslında da bir o kadar aynı yerlerden hem somut hem soyut ilişkiler ile yaralı olduklarını keşfederler. İsimlerin ne işe yaradığı, hikayelerimizin bizi kimlere dönüştürdüğü, bu hikayelerimizden özgürleşip özgürleşememizin mümkünlüğü üzerine sorgulamalara kapı açar. Ötekiliğin milliyet, cinsiyet, cinsel yönelim, aidiyet ve daha birçok yerden bizi ortak sevgilere, şarkılara ve kurabiyelere taşıdığını gözler önüne serer. Bu bölümde de ilk bölüm için bahsettiğim gibi anlatım ve anlam tekrarına düşüren, metni hantallaştıran, metin ritimsel yapısını bozan metinden çıkartılması yerinde olabilecek replikler sebebiyle metnin sahnelemeyi gölgeye düşürmesi durumunu yaşıyoruz. Ele alınan konular ve temalar diğer bölümlerde de olduğu gibi duygusal olarak ağır ve değerli de olsa izlemek yer yer oldukça zorlaşıyor. İlk bölümden farklı olarak ise son bölümde oyuncuların performansları da çoğu yerde izlemeyi zorlaştıran bir diğer sebep oldu maalesef. Metnin de bahsettiğim etkileri sebebiyle ele alınan konuların duygusal yükünü bize aktarmak için bir çabaya düştükleri gözüküyordu oyuncuların. Bu çaba da yapılmaya çalışılanın aksine bir yönde tercih etmiş oldukları doğal oyunculuk biçemini zedeliyor ve seyircileri çoğu noktada psikolojik özdeşlik kurmaktan uzaklaştırıyordu.
Üç bölümün de kendi içerisinde paslaştığı, birbirine selam gönderdiği, ortaklaştığı ve ayrıştığı noktalar mevcut. Üç farklı dairedeki farklı yaşamlara ve o dairelerdeki yaşamların misafirlerinin, ailelerinin, tanıdıklarının yaşamlarına misafir oluyoruz. Hikayelerde kronolojik bir sıra olmasa da biz sıra ile izlediğimiz için ve her biri kendi içerisinde dramatik bir bütünlük oluşturacak şekilde tasarlanmış epizotlar olduğu için 80 dakikalık sahnelemenin bütününde ritim açısından seyirciyi canlı tutacak bir bütünlüğe ihtiyaç duyuyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi ilk ve son bölümde bu açıdan bazı sıkıntılar mevcut olsa da ikinci bölümün başarısı ve diğer iki bölümün de katkısı ile sahneleme kendini tamamlıyor diyebiliriz.
Bu kadar mühim ve duygusal yükü ağır temaların oluşturduğu metin H. Can Utku, İlias Maroutsis, Fulya Özlem, Çağdaş Ekin Şişman ve Sandra Penso tarafından yazılmış. Gerek kullanılan rejisel tekniklerde yer almış kişilerle gerek yapım ve tasarım kısmındaki kişilerle kalabalık bir ekibe sahip. Özellikle mekanın gerçek bir baş figür olduğu bu proje, hedefi, konusu, yapısı itibariyle hem gerçekliğin izlerinde bir araya gelmemizi sağlıyor hem toplumsal hem de bireysel ihtiyacımız olan hesaplaşma, yüzleşme, dertleşme, çatışma, uzlaşma, anlaşma imkanı sunuyor. Oyun figürlerinin hatıraları ve ilişkileri üzerinden kendimize büyük ve küçük aynalar tutuyoruz. Sağladığı somut ve soyut deneyim imkanı ve özellikle ikinci bölümün reji&performans yönündeki muazzam başarısı sebebiyle bile sezon içerisinde izlenmesi gereken bir proje olduğunu söylemek gerek.
- Zeki Müren-Ayrılık (Azeri) isimli şarkısından dizeler.