Eda Saraç
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu(BGST), her oyunuyla kalbimde farklı yerlere dokunan çok özel bir grup. İlk izlediğim oyunları “Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamlet’i” ile izlemiştim. Oyuncuların her birinin üstün performansları bir yana, Muhsin Ertuğrul ve de Vahram Papazyan dostluğunu her türlü iniş çıkışlarıyla göstermesi açısından Türkiye’nin tiyatro tarihine ışık tutması açısından da eşsiz bir oyun. Muhsin Ertuğrul’un kendi sanat hayatına dair ve Vahram Papazyan ile olan dostluğuna ilişkin vicdan muhasebesini daha net bir biçimde anlatan tiyatro oyunu veyahut sinema filmi gördüğümü hatırlamıyorum. Hele oyunun sonunda anıtsal oyunculuğuyla Cüneyt Yalaz öyle bir tirat atıyor ki, ne atılan tiratı unutup zihninizden çıkarabiliyor ne de bu memlekete dair en ufak bir hissi olan insanlar olarak gözünüzdeki yaşa hakim olabiliyorsunuz. Memleketteki viranlığa, talana, adaletsizliklere isyan edip çekip gitmek istemek ile bu güzelim memleketi zombilere teslim edip gitmeyecek inata sahip olmak arasındaki ikilemin yüz yıldır devam ettiğini görmek de insanın ağzında kekremsi bir tat bırakıyor.
İşte kalbimde bu duygularla gittim BGST’nin yeni oyunu “ Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor” oyununu izlemeye. Hayatta izlediğim en iyi oyunun “Muhsin Bey’in Son Hamlet”i olduğuna derinden ikna olmuş olarak. Ancak BGST ekibi, bu oyunun da üzerinde bir performans sergileyip çok derinlikli bir atmosfer yaratmış olarak beni şaşırttı. Sevgi Soysal’a dair oyundan önce aklımdaki anektod, mahkemede yargılandığı esnada kendisine mesleğinin sorulması, onun “Yazarım” cevabı üzerine, hakimin kendisinin cevabını “ev hanımı!” olarak kayıtlara geçirmesiydi. Bu yapılan haksızlığın Sevgi Soysal’ın hayatı boyunca çektiği çilelerin yalnızca çok ufak bir kısmı olduğunu, ancak oyunu izleyince anlayacaktım.
Sevgi Soysal’ın Alman anne ile Türk bir babanın birlikteliğinden dünyaya gelişi ve bu durumun ona sağladığı çokkültürlülük, çokı dillilik oyun boyunca çok incelikli bir şekilde işlenmiş. Bir çevirmen ve de profesyonel hayatı boyunca dille uğraşmış biri olarak, bu durumun işleniş biçimi çok hoşuma gitti. Sevgi Soysal’ın hayatı üzerinden aslında bir yakın dönem Türkiye tarihi okuması yapan ekibin tamamını da tebrik etmek isterim. Oyun askeri darbeyi, dönemin hapishane koşullarını ve aslında her türlü kötülüğe karşı çok zarif biçimde direnen Sevgi Soysal’ı hikayelerken asla arabesk olma tuzağına düşmüyor. Seyircinin duygularına hitap ettiği kadar, aklına da hitap etmeyi seçiyor. Kolaycılığa kaçmadan “bu memlekette neden bunca yıldır lanet olası tek bir şey değişmiyor?” sorusunu seyirciye olaylar üzerinden sordurtuyor. Dekor, oyun boyunca sanki bir film setinin içine girmişsiniz hissini yaratacak kadar özenli ve de işlevsel yaratılmış. Bununla beraber, oyunculuklara değinmeden geçmek de haksızlık olur. Sevgi Soysal’ın kısa hayatı boyunca yaşadığı gel-gitleri, haksızlıkları, ülkesinden sürgüne düşmesinin acısını çok sade bir şekilde seyirciye aktaran Zeynep Okan’ı da ayrıca tebrik etmek istiyorum. Böylesine zor ve de ağır bir rolün üstesinden ustalıkla kalkmış. Kendisi ayrıca kısa saçın en çok yakıştığı kadınlardan birisi olabilir.
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu ekibine, beni her seferinde daha iyi bir oyunla, çok daha derinlikli bir araştırma süreciyle şaşırttıkları ve de tüm gücümle “iyi ki tiyatro var” dedirttikleri için sevgiyle kucaklıyor ve şükranlarımı sunuyorum.