Hasip Akgül
Hayatımızda belirleyici bir konumları var; artık sokakların kesiştiği yerlere birer AVM açılıyor. Bunda hem kara para aklamaya uygun yeni inşaat ve pazarlama süreçlerini içermeleri hem de günlük hayatı yeniden düzenleyen biçimler sunmaları etkili oluyor. O ünlü sözü artık “bütün yollar AVM’ye çıkar” şekliyle söyleyebiliyoruz.
Reklamları aylardır Bursa’nın dev billboard ve pankartlarında dolaşıyor. Görüyoruz. Sevdiğimiz tiyatro yıldızlarının yüzleri ve DasDas’la tanıtılan bir AVM. Tiyatro izlemeye gidiyoruz. Bu kompleks yapılarla kompleks ilişkiler bir Tiyatro-AVM beraberliğine taşınmış durumda. Bu konuda çok bilgi sahibi değilim. Konu üzerine düşünmek ve önemli bir soru sormak istiyorum sadece. Oyunun ismi de “Titus Kompleks”. Olaya bak! Çok ilginç… çok heyecanlıyız.
İlk anda insanda kaybolma endişesi yaratan AVM’nin -1 garajından çıkmayı başarıyoruz. Burada, sağlı sollu marka mağazaların ışıltılı vitrinleri önünde yürüyoruz. AVM’de yürümenin, gençlerin sevdiği bir ismi de var: “piyasaya çıkmak”. Bu fetişli mal pazarında, bağımlılık yaratacak kadar büyüyü, parlak ışığı, eğlenceyi, dalga geçmeyi, özenmeyi, görünmeyi ve tabii ki alışveriş yapmayı buluyoruz. Satın alma ile birçok açık kapanıyormuş gibi oluyor. Eksik yaşamlar, doymamış cinsellik, mutsuzluk, kişiliğin gerçekleşmeyen yanları, yaşamda karşılaşılan adaletsizlikler bir anlığına satın alınan bir ürünle kapanır gibi oluyor; vitrinler ve ışıklar, bakanları “-mış gibi”yle gerçek arasında götürüp getiriyor. Çünkü Marx’ın dâhice saptamasıyla, vitrinde, pazarlanan ürünler, varlık koşulunu pazarda dolaşmakta bulmuş meta, üreticisinin bilinç ve iradesinden bağımsızlaşıp ona hükmeder bir nitelik kazanmıştır.
“Mağaza” ve magazin sözcükleri aynı kökten geliyor. “Magazi”, Antik Yunan’da gemilerin depo gözlerinde malların istiflenmesini anlatıyor. “Magazinleştirme” ise karın doyurma, politika, sağlık, sosyal güvenlik gibi toplumsal sorunların -kolay anlaşılma adı altında- indirgenmesi, duygusal unsurlarla yüzeyselleştirilerek kişiselleştirilmesidir; yani arzu duyulan ikonlarla, suni kurtuluş yolları ve dedikodularla, bilincin yerine köreltici hasetlikler sokma işidir. Günümüzde magazinin, daha çok ünlülerin yaşamı ve bunların ikonlaştırılmasına hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Arapçaya “magazi” “mahzen” olarak geçiyor. Yine “mal istifi ve teşhir” ile ilgili. Mağaza, kapitalizmin gelişme evrelerinde piyasa, pazar, bedesten anlamlarını da içeriyor. Ama artık burada “fetiş değeri kazanmış mal” satışı söz konusudur. “Fetiş”, bilindiği gibi “tapınılacak nesne” anlamına gelmektedir. İnsanın gücü ve olanaklarını aşan eylemleri yerine getirme işlevini yüklenmesi “fetiş”in temel özelliği oluyor. Mal artık bir ihtiyaç nesnesi olmaktan çıkmış Süpermen yakıtı olmuştur.
Tiyatro bir üst katta imiş; uzunca bir yürüyen merdivenle çıkıyoruz. Bir anda açık hava bir katta buluyoruz kendimizi: ortada bir olimpik havuzdan daha ince ancak daha uzun bir havuz var ve sürekli ışıklı su oyunları yapıyor bizlere. Dahası, düzenli aralıklarla havuzun içindeki büyük borulardan ateş topları harlıyor. Ateş topları ürkütücü ama gecenin içinde büyüleyici geliyor insana; hatta soğuk olan açık hava koridorlarını bir anlığına ısıtıyor da.
Birçok insan bu kata bunları izlemeye geliyormuş. Ama öylesine bir izleme değil bu, saatlerce süren, kendinden geçerek… bir ayin gibi. Bu katta, bu büyülü gösterilerle varlığın dört elementi “hava”, “su”, “ateş”i bir arada oynaşırken izliyoruz. Bir tek toprak yok! Olsun. Başımızı biraz kaldırınca gözümüze saplanan modern gökdelenciklerin AVM’yi bütünleyen bu kompleks yapının unsurları olduğunu görüveriyoruz. Eksik olan toprak. Olabilir. İnşaat şirketi bunu da betonla tamamlamış.
Toprak ve betonun yer değiştirmesinden sanki biraz ayılır gibi oluyoruz ama! Tüm bu cicili bicili AVM, aslında etrafındaki bu lüks-daire ve kuleleri satabilmek için yapılmış olmalı. Bu arada, seyredeceğimiz oyunun isminin de “Titus Kompleks” olduğunu kaydedelim. Konusu da tıpkı bu AVM’yi gerçekleştiren şirketteki gibi bir şirketin yöneticileri arasındaki ilişkiler üzerine kurulmuş. Shakespeare’in ilk tragedyasındaki “Roma generali” şimdinin bir inşaat tekelinin CEO’su olmuş. Geçmişin egemenleri ve imparatorlarının yerine bugünün tekellerini koymak ve CEO’ya Roma’nın kan dökücü komutanlarının giysileri giydirmek, doğal ve değiştirilemez bir dünya düzenini akla getiriyor. Yaratıcı bir uyarlama izleyeceğiz sanki… dur bakalım.
Sonra bu katta tiyatroya ayrılmış bölüme giriyoruz. Camlarla mağaza koridorlarından ayrılmış fuaye çok şık. Oradan oyun salonuna geçiliyor. Salona girince 14 metre tavan yüksekliği olan devasa bir alanla karşılaşıyoruz. Yaklaşık 500 kişilik bu salon, seyyar bir anfi tiyatro düzeniyle kurulmuş. Koltuklar istenildiği zaman toplanabiliyor, böylece salon küçülüp büyüyebiliyor. Belli ki burası farklı amaçlar için de kullanılmak üzere tasarlanmış. Sahnede, düz zemine oturtulmuş, iki katlı, dev bir kompleks bina dekoru var, bize bakıyor. Sanki AVM’den sonra tiyatroda da AVM’nin bir maketiyle karşılaşıyoruz. Nitekim dekor olan bu iki katlı binanın içinde, yine bu dekor binanın –bu defa sanki değil, gerçekten– maketi de var. Yani oyundaki gerçekle AVM’yi gezerken hissettiklerimizin/hissedeceklerimizin sanki zaman zaman bağları kuruluyor/kurulacak. Allah Allah, nasıl bir şey bu yahu!
Oyun, bu binanın katları koridorları ve zeminindeki mezbahasında geçiyor. Seyirciler bu devasa dekorun içindeki ayrıntıları, oyuncuların yakın plan çekimlerini, sahnenin tepesinde, sağ ve sola kurulmuş üç barkovizyon aracılığıyla ayrıca izleyebiliyorlar. Sahnemiz döner bir sahne; oyuncuya dönüştürülmüş sahne işçileri, oyun boyunca binayı evirip çeviriyorlar. Ama bunun dışında hiçbir işlevleri ya da anlamları yok. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi.
AVM’ye girdiğimiz anda hissettiklerimizle oyunda anlatılanlar arasında gerçekten anlam bağları olduğunu görünce heyecanlanıyoruz. Oyunda, canavar ruhlu bir Romalı, AVM’leri yapan müteahhitlerin ve mezbaha işleten tekellerin dünyasına getirilmiştir. Shakespeare’in “Titus Andronicus” adlı eseri Olga Bach ve Thomaspeter Georgen tarafından günümüze uyarlanmış; Ersan Mondtag tarafından sahnelenmiş ve DasDas oyuncuları oynamış. Oyunun bu uyarlanmış halinin ismi “Titus Kompleks” olmuş. Çok cesur buluyoruz. Oyun, içinde bulundukları (ve içinde bulunduğumuz) bu dünyanın sert bir eleştirisi sanki.
Oyunun konusunun “mahalli” ile oyunun oynandığı “mahal” üst üste düşmektedir. Artık bundan emin olabiliyoruz. Bu geçişmenin tesadüf olduğunu düşünmek tiyatrocularımızın emek ve zekâsına hakaret olur. Düşünülmüş şaşırtıcı bir konsept. Hırsızlığın, gözbağcılığın, ihanet ve sapkınlığın, yamyamlık ve barbarlığın hikâyesi burada, tam da mahallinde, çok çarpıcı bir şekilde ortaya konuluyor. Gerçekten çok cüretkâr!
Oyun müthiş bir oyunculuk, etkili bir reji ile sunuluyor. Yalnızca barkovizyona bir küçük itirazım olduğunu söylemeliyim. Barkovizyon, belgesel anlamda bir zorunluluk olmadığı sürece tiyatroda meşru sayılabilecek bir araç değil; çünkü tiyatronun sinemaya üstünlüğü, bire bir gerçek ve bir seferlik olmasındadır. Gerçi kameralar canlı çekimle o anki performansı yansıtıyorlar ama barkovizyon, tiyatronun gerçeklik duygusuna su katıyor. Yine de bu oyunda, dekordaki zorluğu, oyundaki detayları gösterme gerekçesini, dolayısıyla işlevselliğini belli bir ölçüde kabul etmek mümkün.
Oyundaki cüretkâr yapı kafamı meşgul etmeye devam ediyor. Bu duruma tekrar küçük bir şüphe ile dönmek istiyorum. Oyunun bu dünyanın sert bir eleştirisi mi olduğu yoksa kaçınılmaz ve önünde dize gelmemizi öneren bir kabullenmeyi mi vaaz ettiği konusunda ikirciklenmeye düşüyorum. Bu yüzden oyunun oynandığı “mahal” ve oyunun “mahalli” arasındaki benzerlik/ilişki üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Dikkati bu noktada tutmak, sistemi anlamak açısından çok çarpıcı; çünkü metaforların ortadan kalktığı bir gerçeğin –ama buna karşın yine de bir oyunun– içinde gibiyiz. Zaten şüpheye düşmeme neden olan şey de bu. Nitekim finali olmayan bir oyun bu. Oyunda bir final olmayışı, her şeyin ilanihaye (sonu gelmez) olduğuna vurguyu da getiriyor.
Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama önüne her gelen oyunu ayağa kalkarak alkışlayan budala seyircilerden de olmak istemem. Tiyatrodan değişerek çıkmayı sevenlerdenim. Pasif izleyici olmak istemem hiçbir zaman; oyuncu kardeşlerim kadar sahneyi hissederim, düşünürüm, tartışırım; oradaki emeğe gerçek saygının bu olduğunu düşünürüm. Ama böyle bir çaba sahnede iyi kadar kötü bir şeyler varsa görmeyi getirir. Büyük dekorlar, şamatalı efektlerin içine sarılı da olsa…
Tüm bunlarla birlikte oyunun nihayetinde artık soru sormaya hakkım olduğunu düşünüyorum: Bu oyunun mekânıyla arasındaki ironiyi, eleştiri gücü yüksek bir tiyatronun zekâsı olarak mı anlamalıyız yoksa AVM’yi kuran şirketin ve onun reklam ajanslarının bir tanıtım ve pazarlama zekâsı olarak mı? Eğer birinci yaklaşım söz konusuysa bu bir devrim! Ama sezgilerim ve netleşmeye başlayan düşüncelerim ikincisi olasılığın daha güçlü olduğunu söylüyor.
AVM’yi kuran bu sistem için; en altta olanların, kompleksleri içinde kıvrananların, güç arayışlarına düşenlerin, çalışarak kazanma umudunu yitirenlerin fetiş pazarında hayal ışıklarına kapılmaları, en az elde edilen somut kâr kadar önemlidir. Bu durum, sistemin sürekli olacağına inanılması ve buna inandırılması meselesidir ve sistemi kuran için hayati bir değere sahiptir. Orada olanlar, umutsuzlukları oranında bir imrenme ve arzu yaşamalıdırlar. Ve eğer böyleyse AVM’nin reklam stratejistleri, DasDas’a karşı bu alış-verişte açık ara avantajlı konumdadırlar.
Bu da içinde yaşadıkları koşulları denetleme şanslarının olmadığına, başka güçlerin büyüklüğünü/üstünlüğünü kabul etmeye koşulsuz olarak ikna oldukları anlamındadır. Bu, rıza ve gönüllü kulluk üretimine katılmaktır; doğal ve değiştirilemez bir dünya düzeni algısını pekiştirmektir. Ve nihayetinde tüm bunlar tiyatronun inkârıdır; çünkü tiyatro en temelde değişmek/değiştirmek için vardır! Tiyatro, olup biteni değil, olup bitendeki “tüm” ayrıntıları gösterebilir ve seyircisini değişim konusunda göremediği bakış açılarına yaklaştırabilirse tiyatrodur. Değişim dediğimiz şey zaten atladığımız bu ayrıntılarda gizli değil midir?
Şunları söylemek de mümkün tabii: “İki taraf da kazanıyor ama… kazan-kazan yaklaşımı denilemez mi buna?”. Evet. Şirket; DasDas’a bu müthiş salonu, sürekli kullanabileceği şekilde teslim etmiştir, liberaldir ve kültüre çok önem vermektedir. Bu müthiş ışıltılı salonda, oyun tanıtım giderlerinden de kurtularak, zor dönemde tiyatro olarak ayakta kalabilecektir. Hatta şirket oyunlarında kendi ironisine bile izin vermektedir. Sonuçta DasDas da buna karşılık olarak AVM’nin tanıtımında medya yüzü olmaya ve şehrin her yerine asılan afişlerde bu kampanyayı yükseltmeye, AVM kompleksindeki lüks dairelerin pazarlanmasına katkı yapmaya devam edecektir.
Ama o zaman bu alış-veriş, DasDas’ı, AVM içindeki diğer marka mağazalarla hizalayarak orada bir “magazin” e dönüştürmeyecek midir?
Daha da net olarak soralım ve artık burada duralım: DasDas ve bu sezondaki yeni oyunları “Titus Kompleks”, bu şirketlerin denetimine girmiş acımasız bir dünyanın eleştirisi mi yoksa onların AVM’lerinde hizaya gelmiş bir ışıltılı vitrin mi?