Pınar Erol
Bizi yıllanmış korkularımızla oyalıyorlar. Neden kaçtığını bilmeyen birinin korkusundan farklı değil kovalayanın durumu. Üstelik rollerin değişmesi an meselesi. Sistemin dışına çıkan, oyundan atılırken, içinde kalan tüketirken tükendi bile. Köklerini nerede arayacağını bilemeyenler de Amerikan rüyasıyla bir güzel uyutuldu. Başarıyı ev-aile-araba üçgeninde tanımlayanlar, o üçgenin içine hapsoldu. Oradan kurtulduğunu sananlar ise bir koşu mutluluğu doğada aradılar. Peki, makbul çoğunluğun ve dışlanan azınlığın ortasında kim olacağız biz şimdi? Zıtlıkların çarpışmasındaki hakikati bulup çıkaracak yürek var mı bizde? İçimize bakıp bir yoklasak… Kalbimiz bir cesaret gümbürdeyecek mi yine? İnsanın kaçtığı şeyin dibine düşmesi ne fena! Özlemeyeceğini sandığı şeyin burnunda tütmesi hele! “Meğer cennette büyümüşüz de haberimiz yokmuş” dememek için, başka hayatlara öykünmemek için, birbirimize hemen şimdi sorsak: Sen ne yaptın mutlu olmak için diye.
Art12 mesela, tam da bunu anlatmak için bir kez daha doğdu Serhat Teoman ve Buğra Gülsoy’un ellerinde. Bu sefer yanlarında Sibel Teoman da var. Mert Öner hiç bırakmadı onları. Burak Sarımola ve Ayşe Lebriz Berkem de ilk oyunları “Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz”de oynayarak hikâyedeki yerlerini aldılar. İleride çok güzel anılacaklar. Malum, şimdinin şifresi hep geleceğin elinde. Ve mutluluk, ancak gelecekten bakınca berraklaşıyor. Ayrıca bu hikâyeyi, sisteme muhalefet eden tiyatrodan daha güzel anlatacak başka bir sanat dalı da yok bence. Tiyatro, ne yapıyor ediyor, söze can katıp insanların beyinlerindeki duvarı yıkıyor. Aşk olsun o tiyatroya da, Art12’ye de!
İkisinin de değişik bir içtenliği var. Yüzlerine baktığımda gördüğüm şey çok sahici. Savurgan heveslerle kurmamışlar tiyatrolarını. Hem akıllılar hem de sezgilerine zaman tanıyorlar. Mutluluğu, sonradan hatırlanan bir şey olmaktan çıkarmak ve doygun anlamına kavuşturmak için de oyun oynuyorlar. Kim mi o ikisi? Bazen Buğra, bazen Serhat, bazen de benlikleriyle birbirine dönüşürken zor yakalanır bir ahenk tutturan iki kardeş. O ikisi, birbirine hiç benzemiyor; yok yok birbirine çok benziyor…
İyi oyunculardan öte, iyi insanlarla çalışma isteğinizin vücut bulmuş halisiniz. Her ne kadar konservatuvar yıllarında, o hümanist Mert’in sarılma isteğini Serhat “cool” bir el hareketiyle frenlese de bugüne uzanan bir dostluğunuz var. Buğra ve Serhat, 2008’de “Hepimiz Birimiz İçin” dizisinde tanışır tanışmaz “hadi beraber tiyatro yapalım” diyorsunuz. Ve hakikaten bir sene sonra Fatih Sönmez ve Emre Erkan ile birlikte Tiyatro Kutu’yu kuruyorsunuz. Serhat, Burak’a “tiyatro yapmayı düşünüyor musun” diye soruyor. “Hayır” cevabını alınca bu sefer “peki bizimle” sorusunu yöneltiyor. Anında “evet” cevabı geliyor. Ve anne rolü için Mert’in aklına Ayşe’yi koymasıyla ekip tastamam oluyor.
Mert Öner: Biz Ayşe’yle Galata Perform’da birlikte çalışmıştık. Dolayısıyla onun tiyatroyla kurduğu ilişkisini yakından biliyordum. Hiçbirimiz Ayşe’nin kariyerinde değiliz ama sanırım belli bir yaştan sonra hepimiz aynı şeyi hissediyoruz. İyi oyuncularla, iyi projelerin içinde yer almaktan öte, birlikte zaman geçirmekten keyif alacağımız insanlarla bir şeyler yapmak istiyoruz. Ayşe’nin de ilk sorusu oydu. “Ben seni tanıyorum, seviyorum. Çocukları da uzaktan tanıyorum ve seviyorum ama aradığımız huzur var mı?” diye sordu.
Buğra Gülsoy: Biz de gel gör dedik.
Mert Öner: Ve ekip hemen kuruldu.
Öyle diyorsun ama “Pragma”da yanlarındayken akıllarına dördüncü kişi olarak asla gelmiyorsun ve seni Halit Ergenç’in ikamesi yapıyorlar. Yine de ekibi bırakmıyorsun Allah’tan.
Mert Öner: Buna rağmen geldim, oyunlarını yönetiyorum görüyorsun.
Size bakınca tiyatroyu içtenlikle özlemiş, iyi şeyler yapmak isteyen, coşkulu insanları görüyorum. En çok da Buğra ile Burak tiyatroyu özlemiş olmalı. Serhat’ı en son Dot’ta “İnsan Kulağı”nda izlemiştik. Buğra’yı o zamanki oluşumunuz Get’in “Pragma”sında. Burak’ı da Mask-Kara’da “Masa Masalları”nda sanırım. Hepsinin üzerinden yıllar geçti.
Burak Sarımola: Aslında en son Levent Kırca tiyatrosundaydım. Ve gerçekten tiyatroyu çok özlememe rağmen yapmayı düşünmediğim bir dönemdi. Tiyatroyu sevmediğimden değil; sahne arkasıyla alakalı problem yaşadığım için. Ben o ego, kapris içinde, insanların birbirini yediği kulis ortamını sevmiyorum. Bu yüzden de tiyatro yapmama tercihimi kullanarak oyuncu koçluğuna ve dizilere devam ediyordum. Serhat’tan böyle bir teklif gelince, ilk sorum şu oldu: Buğra da senin gibi mi? O ondan tatlı çıktı. Sonra Mert’le tanıştık, dünya şekeri. Ayşe Hoca’yı gıyaben tanıyordum. Artık arkadaşlıktan öte bir birlikteliğimiz var burada. O enerjiyle yapıyoruz işimizi. Tiyatro çok kıymetli ama birlikteliğimiz, oluşumumuz daha kıymetli bence.
Yanınıza abla Sibel Teoman’ı da alıp Art12’yi kuruyorsunuz. Serhat, bunu sırf kendini tayt ve babet giyerken bulmamak için yaptığınıza yemin edebilirim.
Serhat Teoman: Burası bizim özgürce işler yapacağımız oyun alanımız. Daha önceki yerleri de aynı amaçla kurmuştuk. Buradan da seyircilere sözümüz olsun Art12 kapanmayacak, isim değiştirmeyecek ve sanat hayatına ara vermeyecek. Madem burası bizim oyun alanımız, oyun keyif aldığın insanlarla oynanmaz mı? Düşünsenize insan komşusuna, iş arkadaşlarına karar veremezken, biz istediğimiz ekibi kuruyoruz. Sahne önünde oynadığımız oyunu seyirci ile paylaşıyoruz zaten. Ama Burak’ın da dediği gibi bizim için keyif, sahnenin arka tarafında başlıyor. Kimsenin, kimsenin kuyusunu kazmadığı, güzel güzel çalışarak bir şey ortaya çıkartmaya çalıştığı ve aynı kafada insanlarız. Kim yeteneklidir, kim yeteneksizdir bu her zaman tartışmaya açık. Çok iyi insanlarız da demiyorum ama birbiriyle çok iyi anlaşan insanlarız.
Adını kovboy hikâyelerini resmeden “True West” dergisinden alan oyuna “Cırcır Böcekleri İtler ve Biz” diyorsunuz. Gerçek batı, çöldeki baba ve Lee’nin gittiği vahşi batı mı, yoksa anne ve Austin’in seçtiği tüketim toplumu mu tartışıladursun odaktaki soru; hangisini seçersen seç, mutluluğu bulabiliyor musun oluyor. İsim ve mekân belirtilmeyen oyununuz cırcır böceklerinin sesiyle açılıyor ve Buğra masada senaryo yazıyor. Oyunun ortalarında yine aynı sahne, aynı ses ama bu sefer masada senaryo yazan Serhat oluyor. Sonra itler işin içine giriyor ve bizlerin durumu anlatılıyor. İsim, oyunun dramaturjik nirengi noktalarından seçilmiş gibi.
Mert Öner: Tam olarak öyle aslında. “True West”, Türkçe’ye “Vahşi Batı” olarak çevriliyor. Yani Türkçe karşılığı da tartışılır. Hemen söyleyeyim, ben tiyatro metinlerinin, kutsal metin muamelesi görmesinden hiç hoşlanmayan biriyim. Tüm tiyatro yolculuğumun başından beri de bu böyle. Gerçek Batı’nın, insanı ne hale soktuğuna bakıyoruz ki o metnin bugün hâlâ söyleyecek sözü var. Biz de o sözü, başka bir yerden ele almaktan yana olduk. Senin söylediğin gibi işaret ettiği noktalarla birlikte, oyunda geçen bir replik de aynı zamanda. Cırcır böcekleri ve itler benim için sembolik bir şey de tarif ediyor. Cırcır böcekleri, seninle ilgili bitmek bilmeyen ve mutlu olmakla ilgili öğretilen sözler. İtler, o sert kapitalizmin dişlileri ve bizler de bunların arasında kalmış bir aile.
Aynı zamanda cırcır böceklerinin sesine verdikleri tepki de kişilerin taraflarını anlatıyor gibi.
Buğra Gülsoy: Cırcır böcekleri kuru kalabalık gibi, itler sistemin kendisi ve biz ve onların arasında kalmış iki kardeşiz yani.
Madem tezini yazdın, modern hayatın bireyin üzerindeki etkisi konusunda bir sonuca vardın mı? Diğer metin de Behiç Ak’ın “Tek Kişilik Şehir”iydi. O da fena bir yalnızlık gibi tınlıyor. “Anlatıcı” mahlasıyla Mert neyi önceliyor?
Mert Öner: Hem pandemi öncesinde yaptığım “Sesin Resmi”ne hem de sonrasında yaptığım oyunlara baktığımda -“Havuz (Su Yoktu)” mesela- derdim hep mutlulukla ilgili olmuş. Çünkü mutluluk da, mutsuzluk gibi üzerine çaba sarf etmen gereken bir mesele. Ben, kent olgusunu ortada tutup daha insandan yana hikâye anlatmaktan tarafım. “True West”in 1980’de yazılmış olması ve içinde barındırdığı referansları bir kenara koyarsak; işin içinde çok ciddi bir insan hikâyesi var. Kalmak mı, gitmek mi? Kalan mı daha mutlu, giden mi? Sisteme ayak uyduran mı daha mutlu, sistemi reddeden mi? Sistemi reddeden özerklik ilan edebilecek güçte mi yoksa sistemin görkemli albenisine hâlâ bir yerden kapılıyor mu? Ya da mutluluk ve huzur aslında nerede olduğunla mı ilgili? Mutluluk aslında kendi içinde bir yerlerde. Çevremizi kuşatan çok sert bir iklim ve kapital olduğunun bilincindeyiz. Bunu bireysel olarak değiştirme şansımız olmayabilir ama bunun içinde kendimize bir alan ve yol bulmamız hâlâ mümkün üzerine tartıştırırsa bu oyun, benden mutlusu yok.
Roller neredeyse üzerinize dikim gibi. Oyunda enteresan benzerlikler var. Oyuncu ve yazar Sam Shepard’ın oyununda, aynı zamanda yazar ve senarist olan Buğra’nın bir senaristi oynaması. Bu rolü, okulda Mert’in oynaması. Serhat’ın yıllar sonra yine hırsızı oynaması. Ve artık kardeş olmuş iki oyuncunun iki kardeşi oynaması… Yapımcılardan bu kadar ağzı yanmış birinin de yapımcıyı oynaması…
Serhat Teoman: Biz o sene Mert’le oyunun yaklaşık yirmi dakikasını oynamıştık ama hep hafızamda kalmıştı. Oyun çok gerçek bir dille yazılmış. Oyunda geçen sektör durumlarına 2024 Türkiye’sinden baktığımız zaman, sistemin içinde kalmak, dışında olmak, çektiğimiz acılar, uğraşlar Mert’in metni yeniden okuma noktasında çok daha katmanlı şekilde, günümüze uygun hale geldi. Ve iyi ki yapmışız diyorum. Hani hep oyuncuya ne oynamak istersin diye sorarlar ya. Ben süre koymaksızın bu oyunu oynamaya devam etmek istiyorum. Kendi adıma söyleyeyim hiç sıkılmıyorum oynarken.
Ben o benzerliklere devam edeyim. Sam Shepard’ın babası da Mert’in ve Serhat’ın babaları gibi asker. Shepard, üniversitede tarım okuyor ve ailesi bir çiftliğe taşınıyor. O da ya ailesi gibi çiftçilik yapacak ya da “Godot’u Beklerken”i oynayarak yön değiştirecek. Tıpkı Buğra’nın Ankara’da onu bekleyen hazır işe dönmek yerine Kıbrıs’ta kalıp Ionesco’nun “Kral Ölüyor”u ile başlayan tiyatro hayatına soytarı rolüyle devam etmesi gibi.
Buğra Gülsoy: Bence oyunun adını “Butterfly Effect” koyalım. Herkesin enerjileri de duyguları da çok birbirine benzer.
Şehir Tiyatroları’nda sahnelendiğinde, oyun boyunca dekorun parçalanması ailenin parçalanmasını düşündürüyordu. Sizin yorumunuzda da mütemadiyen daralan bir alan var. Dolayısıyla ilk o sıkışmışlık ve çıkışsızlık geliyor akla.
Mert Öner: Şehir Tiyatroları’ndaki oyunun herkesin üstündeki etkisinin o olduğunu biliyorum. Türkiye’nin önde gelen tasarımcılarından Barış’ın (Dinçel) tasarımı zaten çok zekice. Kırk yıldır oynanan bu oyunun hemen hemen tüm formlarında açık mutfağı ve salonu olan bir Amerikan banliyö evi görüyoruz. Ama bizim okumamızda ben bunu olabildiğince sürreal ve yapay yapmak istedim. O, kentin her yerindeki bitmek bilmeyen şantiye havasını yaratmak istedim. Çünkü biz oyunda zamandan, mekândan, karakter isimlerinden ve Amerikan dünyasının referanslarından uzaklaşarak evrensel boyutta bir köklenme peşindeyiz. Yani metni köksüz bırakarak başka bir yerden köklenme anlatısı aradık. Bizim oyun da yine ülkenin en iyi tasarımcılarından Cem Yılmazer’in elinden çıkma. Oyun alanının, oynandıkça kapanmasını istemiştim. Çünkü büyük evlerde, büyük yaşantılar kurmaya gayret etsek de çevresel bütün faktörler bizi küçülmeye, daha minik kılmaya ya da nefes alabilmek için kendi kurduğun minik dünyanda kalmaya mecbur bırakıyor.
1980’de yazılan bu oyun, “Aç Sınıfın Laneti” (1977) ve “Gömülü Çocuk”tan (1979) sonra aile ve yozlaşma üçlemesinin son ağayı olarak anılırken “Aklın Yalanı” (1985) ile bir dörtleme olduğu da söyleniyor. Sanırım Sam Shepard metinlerinin özelliği görünürde bir şeyi anlatırken derinde başka şeyleri de anlatma dürtüsü. Oyunun üreyen anlamları var. Amerikan rüyası artık kâbustur. Aile kutsal değildir. Metnin katmanlarını açarsak başka eleştirileri de görürüz. Hollywood’a eleştiri olarak yazılan metinde birey-sistem çarklısına, kapitalizmin öğütücülüğüne kadar gideriz. Sanayileşme neleri yok etmedi ki!
Mert Öner: Shephard gibi, Thenessa Williams gibi yazarların oyunlarına neden bugün neo-klasik oyun diyoruz? Tam da bu tarif ettiğin şey yüzünden. Eminim bu oyunlar ileride de oynanacak. Bir oyunu her çağda oynanabilir kılan şey ortada bir ana hikâye olsa da leit-motif olarak çok fazla şeyi anlatmasından kaynaklı. Tiyatronun ve yönetmenin görevi de bunlardan neye odaklandığını, nereye gitmek istediğini ve neleri anlatmaya değer bulduğunu aramak. Bu oyun, sadece aile nedir üzerine de okunabilir. Ya da hiç görünmeyen ama çocukların enselerinde hayalet gibi nefesini hissettiği baba üzerinden de anlatılabilir. Ya da sanatın ticarete nasıl yenilebildiğinin örneği olarak da anlatabilir.
Bana bir arkadaşım kim hangi rolü oynuyor diye sordu. Buğra yazarı oynuyor, yok hırsızı, yok yok yazarı dedim ilk önce. Birbirlerine dönüşen iki zıt kardeşi anlatırken bile dönüştürdüm. Ama zaten Shepard da “Çift tabiatlı olmanın nasıl bir his olduğunu vermeye çalıştım.” diyor. 2000’de Broadway’de sahnelendiğinde, Philip Seymour Hoffman ve John C. Reilly, hem Austin’i hem Lee’yi dönüşümlü oynamışlar. Bence oyunun fikrine çok uygun bu seçim.
Burak Gülsoy: A yapmışlar mı öyle bir şey gerçekten? Gelen seyirci iki kere gelmek ister. Bir onu, bir diğerini izlemek için.
Oyunda “senin yerinde olsaydım” diyorlar ve bir süre sonra kendilerini diğerinin yerinde buluyorlar. Karşısındaki tanırken, aynalamayla aslında kendine bakıyor, kendini keşfediyorlar.
Serhat Teoman: Seyirci, belli bir sahne sayısı sonra, onların birbirlerine dönüşmesini görüyor ama başka bir okuma yaparsan da acaba ikisi de babalarına mı dönüşüyor?
Birbirlerine dönüşürlerken adını bile söylemeye imtina ettikleri babaya dönüşüyorlar. Baba, odadaki fil gibi; ağırlığını hissediyoruz ama kendisini görmüyoruz. Tesadüfe bakın ki Sam Shepard da parçalanmış bir ailenin ve alkol problemi olan bir babanın oğlu.
Mert Öner: Sadece bizim okumamızda değil; orijinal metinde de baba figürü açık seçik değil aslında. Sam Shepard, kişisel tarihinden çok fazla doneyi oyunlarında kullanıyor. Baba da oyunun başından sonuna kadar bir gölge olarak orada duruyor. Bizim kullanmadığımız ama orijinal metinde, alkolün yanı sıra sistemin de babayı dişlerini satarak Meksika sınırına geçirdiği bir hikâyesi var. Ben hep ailenin hem lanet hem lütuf olduğunu söylerim. Bence onun üzerine bir tartışma var burada. Geçenlerde bir büyüğüm söylemişti. En çok kimden kaçmak istersen, kimin özellikleri sana sevimsiz gelirse bil ki zaman içerisinde ona dönüşeceksin diye. Kişiliğin oluşurken aile, kim olmak istediğin ya da kim olmak istemediğin ile ilgili sana çok fazla done veriyor. Bu iki kardeşten eğitimli olan, daha kabul gören bir hayat inşa ederken; diğeri ahlaki normlarda daha farklı bir hayat inşa etmesine rağmen, günün sonunda ikisinin de en büyük korkusu babalarına dönüşmek. O olmamak için farklı yerlerden savaşıyorlar ve ikisinin de savaşı bir süre sonra ortaklaşıyor ve birbirlerinin savaşını sahipleniyorlar. Üstelik bunu bir ürün üretirken yapıyorlar. İşte oyunun güzelliği; ister eğitimli ve kente ait bir yazar ol, ister doğaya ait ol ve sistemi reddedip hırsızlığın bir cehalet hakkı olduğunu savun, o sistem günün sonunda seni diğeriyle aynı potada eritiyor. Bir tarafta terk edip gitmiş alkolik bir baba figürü. Diğer tarafta, çocukları için en iyisinin evde olmak olduğu öğretilmiş bir anne figürü. Gitmek ve kalmak konusunda ne oğullarını yönlendirebilmiş ne de kendi yolunu bulabilmiş bir annenin izdüşümünü izliyoruz.
Ayşe Lebriz Berkem: Hani o hikâye var ya. Çocuk, arkadaşına gidiyor ve döndükten sonra, ben bütün ailelerin böyle olduğunu düşünürdüm ama onlar mutluymuş; biz mutsuzmuşuz diyor. Bu çok acı bir şey. Mert, oyunda kadını da o dekorla bütünleştirip griye dönüştürüyorsun ya. Yani o da artık mutluluğu ya da mutsuzluğu sorgulamayacak kadar betonlaşmış, grileşmiş. Dolayısıyla hayatı geldiği gibi yaşıyor. Giden babanın ardından hepsi kendi mutsuzluğunu yaşıyor. Acaba diyorum bunu ben Ayşe olarak mı hissediyorum yoksa seyirci de hissediyor mu? Hani yapımcı Buğra yerine Serhat’ın canlandırdığı karakterle anlaşıyor ya o senaryo yazımında. Şunu hissediyorum, ya ne olur yazsınlar o senaryoyu! Oradan öyle çıkıp kurtulsunlar istiyorum. Sonra kendimi mi kaptırıyorum acaba, artık o yapımcıdan bu çocuklara hiçbir fayda gelmeyeceğini kabullenmeli miyim diyorum.
Oyunda yapımcının başta anlaştığı aşk öyküsünün westerne dönüşmesi de neyin geçer akçe olduğunu anlatıyor. Film, prodüksiyona evriliyor. Tiyatro da bazen prodüksiyon olmuyor mu? Sanat da sanatçı da bu sistemde bir güzel ticarileştirilmiyor mu?
Serhat Teoman: Aslında orada öğretilmiş bir ezber var. Biri bu işi okur, gerçek senaristtir ve işini yapmak ister. Bir de bir serseri vardır ve yapımcıya “ya benim şöyle bir hikâyem var” der. Ve biz de genelde o adamların işlerini izliyoruz ekrandan. O öğrenilmiş ezberden baktığın zaman, seyirci diyor ki “Ha bu adam, insan ilişkileriyle yapımcıyı tavladı. Öbürünün de kalemi iyi. Bunlar bu işi satar”. Ama işte orada Sam Shepard diyor ki, “Ustalar, öyle bir şey yok! 1980’de de yoktu. 2024 Türkiye’sinde de yok. Sistem seni alır, işine geliyorsa kullanır, işine gelmiyorsa tükürür atar. Ve sen ormana gitmek zorunda kalırsın.”
Mert Öner: Genellikle Sam Shepard’ın oyunlarının bir finali yoktur. Bir noktada durur ve hayatın devam ettiği algısı ile biter oyun. Önemli olan, hayat devam ediyor derken, seyircinin kendi hayatına da bakıp bir özdeşlik hissedip bir empati kurup, izlediği hikâyenin ötesi nedir diye düşünmesi. Bir de üzerine acaba benim hayatımın ötesi nasıl olacak diye düşünmesi. Bu ikili birleşme bu tür metinleri güçlü kılıyor.
Burak, yapımcılardan canı çok yanan biri olarak onlara rest çekebildin. Hep aynı iyi, temiz çocuk yerine, kötüyü oynamak için direttin. Öyle ki genelkurmay emriyle canlandırdığın rol öldürüldü. Burada ise kardeşi kardeşe kırdırırken aslında onları birbirine yakınlaştırıyorsun. Çünkü o senaryoyu yazmak için iki kardeş de birbirine muhtaç. Sanki tahterevalliye oturmuşlar da ağırlık sürekli değişiyor gibi. Ve o ağırlık merkezini de yapımcı olarak sen belirliyorsun.
Burak Sarımola: Yapımcı için o insanların kim olduğunun hiçbir önemi yok. Ha birinden çıkmış senaryo, ha diğerinden. O, çıkan işin ona kazandıracağı paranın peşinde. O yüzden bağ kurmuyor onlarla. Benim karakterimin sahneleri hep daha komik, daha eğlenceli görünüyor. Hâlbuki bizi asıl dramaya, eleştiriye ve iki kardeşin felaketine götüren de o. Gerçekten yapımcının durduğu yer çok acayip. Hiç kimsenin onun için önemi yok. Varsa yoksa para, kazanç. O kapitalist tarafı temsil ediyor ve sonuca bakıyor. Yoksa iki karakter birbirine düşmüşmüş, efendim öbürüne söz vermişmiş, hiç önemli değil onun için. Biz yıllarca bunu yaşadık, yaşıyoruz. O yüzden bunu oynamak çok gerçek hissettiriyor bana. Karikatür gibi duran karakter, aslında en gerçekçi karakter. Çünkü patron figürünü yerleştiriyoruz oraya.
Cümleleri bile birbirine benziyor ama ikisi de dönüştükleri kişiyi tam anlamıyla beceremiyorlar. Yeni karakterlerinin acemisi oluyorlar.
Buğra Gülsoy: Evet sakil kalıyorlar.
Ayşe Lebriz Berkem: Ya Buğra’nın karakterinin bu kadar ekmek kızartma makinesini çalabilmesi bile bir mucize.
Buğra Gülsoy: İşte o kardeşindeki adrenalini, o maceracı ruhu arıyor. Ama yine eline yüzüne bulaştırıyor.
Mert Öner: Çala çala ekmek kızartma makinesi çalıyor.
Serhat Teoman: Orada o karakterin inanmışlığı da çok güzel mesela. Çaldı, mutlu, tamam yani.
Mert Öner: Hep paralel evrendeki hayatları konuşuruz ya. Ben, Denizcilik İşletmeciliği Yönetimi’ni kazanmıştım. Hiç oyunculuğa başlamasaydım acaba nasıl bir hayatım olurdu diye bazen düşünürüm. Buradaki karakterler de eğer senin yerinde olsaydım nasıl bir yaşam sürerdim sorusunun yansımaları gibi. Hep inşa ettiğimiz hayatın daha iyisinin hayalini kuruyoruz ama belki oyundaki gibi diğer tarafa geçtiğimizde beceriksiz kalacağız. Seni sen yapan şeyler, şu an sahip olduğun kişilik özellikleri zaten.
Serhat Teoman: İkisinin de duvara vurduğu nokta o. Benim karakterim, kendimi sistemin dışına atmasam, gerçekten de eğitimini alsam ve mesleğimi yapsam mutlu olur muydum diye düşünüyor olabilir. Diğeri de bu kadar eğitim almasaydım hayatım daha mı kolay olurdu diyordur belki.
Serhat, (yaşam olarak) içine giremediği evlerin içine girmenin yolunu hırsızlık yaparak buluyorsun.
Serhat Teoman: Zaten seyirci ile birebir kontakta olduğumuz nokta da o. Tam içlerini açtıkları noktada, seyirciye en yakın olduğu yerdeler. Ve sarı sıcak ışık derken belki de hayalini kurduğu, girmek istediği, özlem duyduğu evi anlatıyor bilmiyoruz.
Mert Öner: Yine Shepard’ın çok güzel bir ikilemesi var orada. Serhat’ın oynadığı karaktere, hırsızlık yapmayı planladığı bir evin içerisindeki aile tablosunu tasvir ettiriyor. Buğra, yine aynı noktada sarı sıcak ışıkları göreyim dediğinde kendi dile getiriyor. “Biz aslında cennette büyümüşüz ve farkında değilmişiz” diyor. Aslında hep özendiğimiz dünyanın peşinde koşuyoruz. Kendi gerçekliğimizin içine biraz daha baksak ve ayıklayabilsek, şükür meselesini bulabilsek, belki daha kolay ve ulaşılabilir olacak mutluluk da.
Yerleşik düzenin temsilcisi annede de başka bir hüsran yaşıyoruz.
Ayşe Lebriz Berkem: Buram buram yalnızlık kokan bir dünyayı nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Mutluluk-mutsuzluk, sevgi-sevgisizlik üzerinden tarif edilemeyecek kadar derin bir yalnızlık bu. Sistem zaten hepimizi yalnızlığa mahkûm ediyor. Hepimiz kendi inlerimizde yaşamaya başlıyoruz. Annenin bir yere gitmeye karar vermesi, eylemsizlik içinde eyleme dönüşen bir nokta. Ne kadar dipte olursan ol, bir baht dönüşü gibi, yeter diyebildiğin bir yer. Sonunda bir tane bilet alıp bir yere gitmek işte. Ama işte hiçbir şey olmuyor, dönüyor. Annenin idrak ettiği şey çok sert. O medet umduğun şeyler de sana şifa olacak şeyler değil, bunu fark ediyor.
Serhat Teoman: Kopmuşlar ama o kadar da kopmamışlar. Anne de oğlum sen yıllardır dağlardaydın, gelmiyordun demiyor. O dağılmışlığın içinde anne durumunu tutmuşlar aslında.
Annenin kurulu düzeni oğulları tarafından yıkılıyor. Çiçeklere bakmak için gelip çiçekleri öldürüyorlar.
Ayşe Lebriz Berkem: Yazar onları başka bir mekânda da buluşturabilirdi ama anne evinde buluşturması bana metafor olarak da çok manidar geliyor. Tüm bunlar, annenin yokluğunda konuşuluyor. Ana rahmine dönüş gibi. Ve o cümle çok fena. Gidecek hiçbir yer yok. Yuva dediğin de yuva değil zaten.
“Picasso ölmedi, okudum ziyarete gelmiş” cümlesi sanata bakışı anlatırken hayata bağlanacak bir hakikat arayışını da içeriyor sanki.
Ayşe Lebriz Berkem: Eve geldiğinde iki boğuşan çocuk görüyor. Hakikaten küçük çocuk gibi oluyorlar. Onlara baktığında içi o kadar parçalanıyor ki gitmesinler istiyor. Onun yerine müzeye gidelim, beraber bir şey yapalım istiyor. Her seferinde gözümü dolduran bir şey o yalnızlık. Ve bana çok tanıdık gelen bir şey.
Buğra, oyundaki gitmek-kalmak ikilemi üzerinden bakalım. Soyağacında bütün köklerin, ataların Anadolu’dan milim kıpırdamamışken, senin burada olman seni mutlu ediyor mu? Ya o yol ayrımında, sistemin içine girmeyi seçip baba evine, anne kucağına dönseydin?
Buğra Gülsoy: Ben yapı olarak yolumu hislerimle ve sezgilerimle belirlerim. Akıldan biraz uzak yaşamayı seviyorum. Çünkü akıl bizi hep sistemin içinde tutuyor. O an verilen bir karar, başkaları için aptalca gözükse de beni uzun vadede hep doğru yere götürdü. Çünkü hep hislerimi takip ettim. Evet, babam inşaat mühendisiydi. Ben mimarlık okudum. Ayrıca çok da severek okudum. Ama yüreğim beni, kendimi daha iyi ifade edebileceğimi düşündüğüm yere götürdü. Benim zaten hayallerim yoktur. Çok uzun vadede planlar da yapmam; bırakırım. Zaten hayat da öyle zevkli. Bakalım neler çıkacak karşımıza; nelerle uğraşacağız; nelerle mücadele edeceğiz.
İzmir’den İstanbul’a aynı otobüsle gelen Mert ve Serhat, “Bize de bir yer vardır burada” sözünüzün üzerinden yıllar geçti. Gördüğümüz üzere de kendinize yer edindiniz. Bu süreçte örselendiniz mi?
Mert Öner: Bizim İzmir’den İstanbul’a gelişimiz, mesleğimizin peşinden koşmak içindi. Gençken buraya birçok hayalle birlikte geldik. O hayallerin bazıları ayağımıza dolandı, düştük, sendeledik, kalktık. Ama kendi adıma tiyatroya hiç ara vermeden on sekiz sene geçirdim. Ya asistan oldum, ya ışık yaptım, ya yönettim, ya da oynadım. Benim yolumu hep açık tutan ve kendimi iyi hissettiren şey yaptığım işler. Ve bu işlerde inşa ettiğim küçük ailemle kendimi hep iyi ve ait hissettim. Üretmek ve yeni hikâyeler anlatmak için de kendimi güçlü ve umutlu bulduğum bir dönemdeyim.
Serhat Teoman: Hayatta bazı şanslar vardır. O şansları iyi kullanmak, cesur hareket etmek gerekir. Ben 2002’de Mert’le otobüsle gelirken konuştuklarımı ve 2008’de Buğra ile tanıştığımda paylaştıklarımı ve bu yaz Burak’a anlattıklarımı yaşıyorum. Zorlukları oldu mu? Oldu. Acıttı mı? Acıttı. Başaramayacağımızı düşündüğümüz zamanlar oldu mu? Tabii ki! Başardık mı? Tartışılır. Ama sonuçta biz burada bir dünya kurduk kendimize.
Buğra Gülsoy: Ustam Mehmet Ulubatlı, “Hayat problemleri çözme sürecidir” der. Bir problem biter, başka bir kaos oluşur. O biter, başka bir şey başlar. Aslolan senin onlarla nasıl baş edebildiğin. Yoksa hayat güllük gülistanlık değil. Başarı-başarısızlık, neye göre, kime göre? Önemli olan keyif almak bence.
Mert Öner: Özellikle bu sanat üretim alanındaki başarı, bir projeye başladığında ve bitirdiğindeki fark bence. Ne kadar geliştiğin, büyüdüğün önemli.
Ayşe Lebriz Berkem: Ne kadar güzel ya. Bu yaşta bunları keşfetmişsiniz.
Burak sekiz yaşından beri bu mesleği yapıyorsun. Eşin ve oğlun Amerikan vatandaşı. Kırıldığında, kızdığında alıp başını o rüya(!) ülkeye gitmek mümkünken seni tutan neydi?
Burak Sarımola: Bence seçimlerimizi belirleyen şey hayat amacımızdır. Hayat amacı da bana göre sevgi ve güç diye ikiye ayrılır. Ben hep sevgiyi seçtim. Ailem zaten sevgiyi temsil ediyor. Amerika’ya gitsem de bu sevgiyi yanımda taşıyacağım ve hayat amacımdan sapmamış olacağım. Ama benim aşkla bağlandığım bir mesleğim var. Oraya gittiğimde mesleğimi yapamayacağım. Bir de Amerika benim gözümde gücü temsil ediyor. Şimdi ben sevgi adamı mıyım, güç adamı mıyım? Gitsem yanlış bir seçim yapmış olurum.
Ve Ayşe, buradaki güzelim evinden bunaldığında kaçacak cennet gibi bir yerin daha var. Bu sana nefes oluyor mu yoksa her şeyi kafanda oraya da taşıyor musun?
Ayşe Lebriz Berkem: Ev diyorsun ya, o yuva yani. En yakınlarımı kaybettikten sonra yas ve vedalaşma meselesine farklı bir yerden bakmaya başladım. Sevgilinden ayrılıyorsun, eşinden ayrılıyorsun, gün geliyor evladın evden ayrılıyor. Anne, baba hayattan ayrılıyor. Bir gün evim olmayabilir. O sığındığım, inzivaya çekildim yazlık da olmayabilir. Bir gün oyunculuk da yapmayabilirim. Hüzünlü gelen tek şey şu. Benim mesleğim hem hobim olmuş hem de profesyonel yaptığım iş olmuş. Çünkü var oluşumu yaptığım meslekte görüyorum. Ben şükür demeyi seven bir insanım. Ve şükür ki hâlâ söyleyecek sözüm var. Ve o sözü de Mert’le, Serhat’la, Buğra’yla, Burak’la ve ekibin diğer üyeleriyle birlikte söylüyor olmanın bahtiyarlığını anlatamam.
Ben de en çok tiyatro konuşurken yakaladığımız yakınlığın bahtiyarlığını anlatamam! Mutluluk böyle anlarda, ıskalamayalım. İyi ki varsınız.