Erdoğan Mitrani
Geçen hafta DasDas´ın sezona geçen yıldan beri planladıkları, ancak deprem felaketi yüzünden ertelenen İO Uluslararası Tiyatro Festivali ile girdiğini belirtmiştim. Festivalin yaratıcılarından, DasDas´ın kurucularından Mert Fırat ile sohbet ettiğimde tüm sorumluluklarının bilincinde olduğu bu heyecan verici projeyi ne kadar önemsediğini fark ettim. Bu da festivalin parlak geleceğinin garantisi. Bu yazımda proje direktörlüğünü Leman Yılmaz´ın üstlendiği festivalin açılışını yapan iki çok özel çalışmadan söz etmek istiyorum.
‘La Reprise’ ve ‘Histoire(S) Du Théâtre (I)’
İnsanlarla iletişim kurmakta sorun yaşayan bir adam bir yeraltı mezarlığında neredeyse hiç bozulmamış cesetler bulmuş. Birini evine götürüp onunla konuşmaya başlamış. yYanına aldığı kadın, çocuk ve hatta bebekle evinde cesetlerle giderek aile oluşturmuş. Durum ortaya çıktığında, soranlara onlarla konuştuğunu söylemiş. “Ölüler konuşamaz ki” demişler. “Evet” demiş adam, “konuşamazlar ama belki de dinleyebilirler…”
1977 doğumlu İsviçreli yazar-yönetmen Milo Rau, tiyatronun özüne, metinlerle kurulan ilişkisine, sahnede oyuncu olmayanların, hatta hayvanların kullanılmasına dek pek çok konuda tartışmalara sebep olmuş bir yaratıcı. Rau, sadece salt sanatçı değil, kurduğu Uluslararası Politik Cinayetler Enstitüsü’nde tarihi dönüm noktalarından ya da güncel insanlık krizlerinden yola çıkarak, tanıklıklar, araştırmalar, röportajlar, tiyatro oyunları, video enstalasyonları, performanslar oluşturan bir siyasi eylemci.
Türkçe karşılığı ‘Tiyatro Tarih(ler)i’ olan ‘Hiştoire(s) du Theatre’ın başlıklı oyun dizisiyle, Rau topluluğuyla insanlık tarihinin en eski sanatı üzerine, performatif araştırmalara girişiyor. Dizinin ilk oyunu ‘La Reprise. Hiştoire(s) du Theatre (1)’, ekibin 20 yıllık sanatsal yolculuğunun temel sorunsalında, şiddetin ve travmatik olayların sahnede canlandırılmasında yeni bir aşama.
Liege’de yaşayan 30 yaşındaki Arap kökenli eşcinsel Ihsane Jarfi, 2012’nin bir Nisan akşamı, bir gay kulübünün çıkışında dört genç adamla sohbet ederek arabalarına biner…
İki hafta sonra Jarfi ormanda ölü bulunur. Saatlerce işkence ve şiddet gördükten sonra, ölmek üzereyken çırılçıplak yola bırakılmıştır. Cinayet ve katillerin 2014’deki duruşmaları bütün kenti sarsar. Olay, Rau’nun ilk kez 2018’de Wallonie-Bruxelles Ulusal Tiyatrosunda sahnelenmesinin ardından sayısız ödül alan ‘La Reprise’inde tüm ayrıntılarıyla yeniden kurgulanır.
Yazım sürecinde duruşmanın aşamaları izlenen, katillerle, maktulün ailesi ve eski erkek arkadaşıyla görüşülen oyunda, bu ‘yeniden kurgulama’ çok katmanlı. Önce, hazırlık aşamalarında yapılan, iki amatörle Jarfi’yi canlandıracak profesyonel oyuncunun seçmeleri ‘yeniden temsil edilir’. Kendilerini oynayan eski köpek bakıcısı Suzy Cocco, oyuncu Adil Laboudi, fabrikaların forklift sürücüsü Fabian Leenders kim olduklarını, projede neden yer almak istediklerini anlatırlar. Sonrasında tüm ayrıntılarıyla cinayet ve onunla bağlantılı yan olaylar ‘yeniden temsil edilir’.
Dramaturgi ve araştırmalarını dört profesyonel oyuncu Sabri Saad El Hamus, Adil Laboudi, Sébastien Foucault, Kristien de Proost, Fabian Leenders ve Suzy Cocco ile birlikte yapan Milo Rau, oyunu sinemada Lars Von Trier’in Dogma95’inde yapmış olduğu gibi, katı bir kurallar dizisiyle sahneler. Gerçeğin ‘temsil edilmesi’ sürecinde kendi öz biçemini de sorgulayan bu militan tiyatro anlayışında klasik metinler reddedilir, çok sayıda farklı dil konuşulur, en azından ikisi amatör olan oyunculara film ve canlı video çekimleri eşlik eder.
Dehşet verici olay ‘yeniden canlandırılırken’, özellikle yaşanmış olayla sahnelenmiş olay, cinayetle cinayeti canlandırma arasındaki bulanıklığa dikkat çekilir. Oyun sonrası söyleşide El Hamus bu ‘gri’ bölgeye değinmiş, oyuncunun hiçbir zaman başka biri olamayacağını, ancak başka birini canlandırabileceğini, temsil edebileceğini belirtmişti. La Reprise’de bunu özellikle simgeleyen iki sahne var: Ölesiye dövülmüş Jarfi’yi ‘temsil eden’ Adil Laboudi, yerde yüzükoyun çırılçıplak yatarken, katillerden birini ‘temsil eden’ Sébastien Foucault, önünü açıp Laboudi’nin üzerine işer. Seçmelerde son zamanlarda Henry Purcell’in müziğiyle ilgilendiğini söyleyen Adil Laboudi, sonlara doğru nefis bir Purcell aryası seslendirir. Alacakaranlıkta izletilen cinayet sahnesinde Sébastien gerçekten Adil’in üzerine işemiş midir? Adil aryayı gerçekten mi yoksa playback olarak mı söylemiştir?
Bu sorular izleyiciyi Rau’nun ‘tiyatroda gerçeğin temsili’ konusundaki manifestosuna götürür: Tiyatro nedir? Trajedi nedir? Sahnede duygu, var olma, tarih kavramları ne anlama gelir? Sahnedeki olaylar arasında bizi neler etkiler, heyecanlandırır, üzer, kızdırır? Suç başından itibaren yeniden kurgulanabilir mi? Suçun kökeninde işsizlik, sanayi kentinin işlevini yitirmesi, aşırı alkol tüketimi, cehalet, ırkçılık, homofobi mi vardır? Yoksa suç yanlış zamanda yanlış karşılaşmalar gibi anlamsız rastlantıların ürünü müdür?
Varoluşundan bu yana, ölümü sahnede canlandırıp, günahları ve toplumsal travmaları ritüelleştirmiş tiyatronun evriminde, metni, sahnelenmesi, oyunculuklarıyla kusursuzu yakalayan La Reprise, tiyatroyu yeniden tarif eden biçemiyle seyirciyi yarının tiyatrosuna doğru yola çıkarıyor.
Otomobil farlarının alacakaranlığında yaşanan şiddetin korkunç sertliğine karşın, Rau’nun katmaya cesaret ettiği şiirsellik ve sevecenlikle öyküsünü ‘ölülerin dinleyebilecekleri’ bir hikâyeye dönüştürebilmesi ise gerçek bir tiyatro mucizesi.
‘Gilgamesh / Gılgamış’
“Lanet ölmek değil, öleceğini bilmektir.”
KVS Flaman Kraliyet Tiyatrosunun ve kurucusu olduğu Belçika merkezli Platform 0900’un yönetmenlerinden Mesut Arslan, bilinen metinleri farklı bir sahne tasarımı ve estetiğiyle ele alarak sahnede büyüleyici bir dünya yaratabilen bir tiyatro insanı. Belçika’da yaşasa da oyunlarını arada bir İstanbul’a getiren Arslan bu kez insanlık tarihinin en eski efsanesi Gılgamış Destanını yeniden anlatıyor.
Günümüzün iki insanı fuayede, iki pleksiglas kutunun içinde, öyküyü dinleyicilerine, bulundukları yerden tanık oldukları biçimiyle ellerindeki telefonlarla anlatmaya hazırlanıyorlar.
Yavaş yavaş itilen kuyular, naylon örtülerle Uruk kentine dönüşmüş bomboş oyun alanına getirilirken, peşlerinden gelen seyirciler, oyuncularla birlikte dolaşarak, kimi zaman birebir iletişim kurarak, Flamanca metnin Türkçesini duvarlardan okuyarak hikâyeye eşlik edecekler. Bir kadın (Layla Önlen) göklerden dans edercesine süzüle süzüle iner. Uruk’un yarı tanrı kibirli kralı Gılgamış’ı (Daphne Agten) dizginlemek için tanrıların yarattığı vahşi insan Enkidu’dur bu. Doğayla, hayvanlarla barışık Enkidu, yedi gün yedi gece koynuna giren bir kutsal fahişe tarafından ehlileştirildikten sonra Gılgamış’la dövüşür, sonra yakın dostu olur. Çeşitli maceralara atılan ikili, Gılgamış onunla sevişmediği için kızan Tanrıça İştar’ın göklerden gönderdiği boğayı öldürünce tanrılar Enkidu’yu öldürür.
Arslan’ın insanlığın ölümsüzlük arayışının değil, ölümlü olduğunu anlama, faniliğini kabul etme hikayesi olarak yönettiği oyunda Gılgamış, diğer yarısı, dostu, kardeşi, sırdaşı Enkidu’yu kaybettiğinde, kendi ölümlülüğünün farkına vararak, sonsuz hayat peşinde uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Ölümsüz Utnapiştim’e ulaştığında yaşamın ancak ölümle barışırsak değer kazanacağını öğrenir.
Metin ve konsepti arkeolog yazar Mesut Alp ile birlikte oluşturulan ‘Gılgamış’ta, Alp’ın sayesinde metnin müthiş şiirselliği ilk kez bu derece hissediliyor. Arslan’ın DasDas ve Zorlu PSM’de sahnelenmek için hazırladığı Türkçe versiyonun bizler için çok daha heyecan verici olacağı kanısındayım.
Stan Wannet’in yarattığı büyülü dünyada, iki kadının etkileyici performansıyla Gılgamış görsel işitsel bir şölene dönüşüyor. Çok sayıda çarpıcı sahne arasında, bir büyük naylonla Fırat Nehrinin canlandırılması ve iki oyuncunun kutunun içinde birbirine sarıldığı Enkidu’nun ölümü gibi unutulmaz bölümler var.
Tanrıçaların bile reddedildiklerinde babalarından medet umdukları aşırı eril öyküde, başkarakterleri iki kadının canlandırmasına gelince, oyun sonrası söyleşide Layla Önlen, Arslan’ın Enkidu’yu kadın olarak oynamasını istediğini, kendisinin de Gılgamış’ı bir kadına yorumlatmayı teklif ettiğini anlattı.
Dişi Enkidu’nun Gılgamış-Enkidu ilişkisinin homoerotik boyutuna gönderme olabileceğini, ikilinin kadın olmasınınsa eril ilişkiye dişil boyut getirebileceğini düşünsem de sahnelemede bunu bulamadım. Bir katılımcının söyleşide belirttiği gibi, Agten’in heybetli fiziğinin, Mezopotamya’dan Anadolu’ya tüm tanrıçaları simgelediği, finalde iştahla tüketilen kırmızı elmalarla bağlantının Havva’ya kadar uzatıldığı düşünülebilir ama, bunun anlatılan öyküyle ilgili olduğu söylenemez.
Her halükârda ayrıksı bir sanatçıdan benzersiz bir çalışma. DasDas ve Leman Yılmaz’a teşekkürlerimizle…