Pınar Erol
Yusuf Umut’u ilk kez Küçükçiftlik Park’ta oyun öncesi biralarımızı yudumlayıp patlamış mısırlarımızı birer ikişer ağzımıza atarken gördüm. O etrafta dolanan neşeli ve girişken genç bize laf atınca bizden de cevap gecikmedi. Güldük geçtik karşılıklı. Oyunun başlamasına dakikalar kala, bu sefer de sahneden seslenmesin mi bizimki? Tuhaf bir telaffuzla oyunun rötarlı başlayacağını söylüyor ve bunda bir sıkıntı görmüyor. Rüzgâr, bekâr, mekân sözcüklerini şapkasız söylüyor. Desturu da yok hiç. Oyun başlayıncaya kadar bizi telefonundan dinlettiği müzikle oyalıyor. Sokakların çocuğu olarak bildiğimiz Doğuş’un şarkısı ise bize olayların geçeceği yeri haykırıyor. Sonra da mahalleden arkadaşları ararsa diye telefonunu kapatmayı ihmal etmiyor. Tiyatroyu sonradan öğrenen bu genç adam bile buna özen gösteriyorsa, yılların tiyatro izleyicisi hayli hayli özenlidir. Bu (dolaylı) uyarı doğru kişileri bulur umuduyla oyuna iyice iştahlanıyorum.
Henüz tanımasam da Yusuf Umut, o kendine has gülüşüyle sebepsiz sempatimi kazanıyor. Herkesle hemen kanka oluyor. Onun tiyatroyla tanışmasına vesile olan kuzeninden duyduğu “Sesin, bedenin ve ışığın senin enstrümanın” sözünün hakkını veriyor. Ve oyunda bunların hepsini kullanıyor yemin ederim. Ses ve beden becerisine, cep telefonuyla yaptığı ışığı ekliyor. Tiyatrodaki telif, sigorta, tek kişilik oyun mevzularına değinirken ve bilindik repliği kavrarken bizi can evimizden yakalıyor. Camiadaki 300 sigortalı, “300 Spartalı” kadar özel şimdi. Dekor diye bir parça bir şey koyanları eleştirirken (!) fonda gerilen lekeli şeyin neyi anlattığını oyun açıldıkça bulmayı umuyorum. Hani hep anlatsam roman olur diye kendi hikâyelerimizi büyütürüz ya onunki de o hesap. Başlıyor anlatmaya. Bu batak ve kayıp erkek evladının büyüme, sıkışma, arama, ait olma, özgürleşme, kurallarla baş edememe, adam olma ve var olma yolundaki savrulmalarını, afallamalarını, bulup kaybetmelerini ev-aile-arkadaşlık ama en çok çekyat üzerinden izleyeceğiz. İzlerken Beşiktaş’ı, Dikilitaş’ı, Maçka Parkı’nı, Beyoğlu’nun sokaklarını, barları, kışlayı dolaşırken başka başka evlere girip çıkacağız. Sistemi sorgulayan bu oyunun kahramanları, bildiğimiz kahramanlardan değil. Tutunamayanlar kulübünün birbirine benzemeyen üyeleri onlar.
Hasbihal – Hemhal – Hemzemin
2018’de Nezaket Erden, Hakan Emre Ünal ve Ayşe Draz’ın birlikte var ettikleri Tiyatro Hemhal, ön oyunları seviyor sevmesine ama neredeyse (bu oyunun oyuncusu ve ortak yazarı) Hakan Emre Ünal’ın bu girişini kabul etmeyeceklermiş. Yıllardır anlatı üzerine çalışan Ünal’ın demlediği diyalog açma yöntemi, oyunun kumaşından oysa. Sahneleme üslubuyla bizi hemen birbirimizle kaynaştırıyor. Hem kendileri söylüyor Yusuf Umut’un kuliste bekleyecek türden biri olmadığını. Düşünsenize, tiyatrolarının adını bile “Hasbihal” koyacaklarmış en başta. Akılları fikirleri o sohbette, o anlatı tiyatrosunda yani. Sonradan Nezaket Erden’in önerisiyle “Hemhal” oluyorlar. Seyirciyi konumlandırdıkları yerden dolayı da “hemzemin”ler aslında. Seyirciyle oyuncu, karanlıkla aydınlık arasındaki o kesişme noktasındaki “serotomim”den besleniyorlar.
“N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hali” oyunu sırasını beklemiş. “Tırnak İçinde Hizmetçiler”den sonra yeltenseler de Ayşe Draz’ın daha kalabalık bir oyun yapma fikrine saygı duymuşlar. Onlar “Berci Kristin’in Çöp Masalları”nı çalışırken beriki oyun da çekyat gibi kenarda beklemiş. Pandemi, her şeyi dağıttığı gibi oyuncu kadrosunu da savurmuş. Ama no! Sıkıntı yok! “Herkes Kocama Benziyor”da birlikte çalıştıkları Alis Çalışkan ne güne duruyor? Hakan Emre’nin yaklaşık yedi yıldır kafasında gezdirdiği, Yusuf’la yatıp Umut’la kalktığı fikirler, Alis’in kalemiyle metinleşmiş. Bu da yaklaşık altı-yedi ayı bulmuş. Bir biri anlatmış, bir diğeri. Ses kayıtları, ev krokileri, askerlik anıları derken bir biri yazmış, bir diğeri. Etraflarında gözlemledikleri kadar kendi kuzenleri, dayıları da oyuna ilham olmuş. Kafiyeler ve tekrarlarla melodik bir metin oluşmuş. Yine de Hakan Emre Ünal’ın oyunu sahiplenişi başka. Bir kere ikisi de iki isimli olmanın kaderini yaşıyor. Hangi ismi kullanacaklar; hangisine ağırlık verecekler; ne kadar Yusuf, ne kadar Umut olacaklar; ne kadar hükmedecekler, ne kadar aşık olacaklar karar vermesi zor. O arafın girdabında ikisi de. Hakan Emre’nin de okulla arası pek parlak değil. Liseyi rötarlı bitiriyor. O dönem futbol oynuyor fakat üst üste sakatlanınca sıkıntı başlıyor. Biraz takılıyor. İki sene babaannesinin evinde kalıyor. Ve inanır mısınız o, halası ve babaannesi birer çekyatta yatıyorlar! Hiç öyle üniversite hayali kurmuyor. Niyeti evden, Bursa’dan kaçmak. Bodoslama yazdığı Bilgi Üniversitesi İşletme’yi kazanıyor. Yaş 23. İşte ne oluyorsa o zaman oluyor. O da Yusuf Umut gibi tiyatro ile tanışıyor. Bir değil, iki tiyatro kulübüne birden giriyor. Çok güzel ya. İşte aradığı ortam bu. Artık 7/24 tiyatro soluyor. İçine tiyatro çekiyor, dışarı tiyatro üflüyor. Onun da yüreğinin köşesinde çiçekler açıyor. O da “dünya vatandaşı” olmak varken Yusuf Umut gibi “nerelisin” sorusuna deli oluyor.
Yusuf Umut’un Halleri
Atarlı, heyheyli, fevri, sorumsuz, yaralı, isyankâr, asi, tavırlı, oyunbozan, bitirim, dalgacı, racon kesen, tekinsiz, saf, güleç, enerjik, gururlu, gamsız, bencil diye onu anlatan sıfatları art arda sıralasak da bu yeni yetmeyi tam tanımlayamıyoruz. Belki matruşka gibi diyebiliriz. Onu seviyoruz ama bir şey bağrımıza basmayı engelliyor. (Araya gireceğim; bir sebeple California’da okyanus kenarında derbeder gezerken, bir yıkıntıdan çıkmaya çalışırken ve etrafımda beni teselli edecek hiç kimse yokken elin evsiz adamı gelip bana sımsıkı sarılmıştı. İşte o an, kirli sakallarından gelen buram buram ekşi koku ile kalbimdeki yumuşama çekişip durmuştu. Adamı itsem mi, kendimi bırakıp omzunda ağlasam mı bilememiştim) Ağır olacak ama Yusuf Umut, etrafındakilerden aşırdıklarıyla derleme bir kişilik oluşturuyor. Yeri geldiğinde de öğrendiklerini satmayı iyi biliyor. Yaşının verdiği büyüme hezeyanıyla buna esinlenme, öykünme diyebilir, anlayış gösterebiliriz elbette. Hasbelkader girdiği her ortama uyum sağlıyor. Ama ne hikmetse bu farklı ortamların hiçbirini, dedesinin evi kadar sorgulamıyor. Onları oldukları bibi kabul etse de gittiği yerde fazla kal(a)mıyor. Hemen “Adios Amigos”u yapıştırıyor. Hal ve hareketlerinin dayandığı akıl ya da felsefe oluşmadığı için rüzgâr onu önüne katıp götürüyor. Aynı anda hem feleğin tokadını yemeyi hem de çemberinden geçmeyi başarıyor. Aklıma “Babam ve Oğlum” filmindeki “Ona bir oda ver baba, bir evi olsun” repliği geliyor. Yavrum belki bir odası olsaydı bunca sıkıntıyı yaşamayacaktı. Öyle her bulduğu yere çökmeyecekti. Annesi hayatı anlamak için sırtını dönüp yatmak yerine onu anlasaydı ilk yakınlaştığı kişiye aşık olduğunu sanmayacaktı. Dedesi erk yerine sevgiyi önceleseydi çocukluk arkadaşıyla değnekçilik yapmayacaktı. Anneannesi “sen nasıl istersen bey” itaatkârlığında olmasaydı sokaklarda anarşiii diye bağırmayacaktı. Peki ya Yusuf Umut, kolaya kaçmak yerine onlarla konuşmayı deneseydi? O zaman da kimse “N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hali” diye sormayacaktı.
Gelelim Yaratıcı Ekibe
Oto-kurmaca metni, Ayşe Draz ile Nezaket Erden birlikte yönetiyor. Künyede böyle yazsa da aslında hepsi kolektif biçimde bu “eseri” yaratıyor. Sahneledikleri her oyunda neredeyse her görevi üstleniyorlar. Oyunculuk, yazarlık, dramaturgluk, yönetmenlik her seferinde farklı bir surette çıkıyor karşımıza. İki yazarlı, iki yönetmenli oyun, kaçınılmaz olarak yine iki isimli “Kader Can” oyununu anımsatıyor. Kuralların şahikası askerlik, adam etme iddiası ise her iki oyunda da kendine yer buluyor. Keza Nezaket Erden’in de rol aldığı “Uysallar” dizisine göz kırpan oyunda punk, kaos, anarşi, işgal evi motifleriyle arada kalan kişi işleniyor.
Hakan Emre fişek gibi oynuyor. Neredeyse soluklanacak bir anı bile yok. Yine bir anekdotla araya giriyorum. Ayşenil Şamlıoğlu, Cudana’nır. Zorlu bir tiradı söyledikten sonra oyun arabasında yerine geçer ve kalbi patlamak üzereyken bile seyirciye bunu gösteremem diye inip kalkması gereken göğüs kafesini sakin tutar. Çünkü “ne çok emek verdim bakın, ne çok yoruldum, nefes nefeseyim” demek ona çok ayıp gelir. Hakan Emre, namı diğer Yusuf Umut, bahsettiği samimiyeti yakalıyor. Özellikle ezan sahnesine sığdırdıkları ve rüya sahnesinin civciviyle beğenimi kazanıyor. Sesine verdiği o müezzin gevrekliği ayırt edici. Aynı zamanda vokalize ettiği cız’lar, cıstak’lar, sigara sesi, tekno müzik detayları oyunu zenginleştiriyor. Yönetmenler oyuncularına alan açmışlar, o dünyayı gerçek kılacak dili sürdürmüşler. İnsanın kaçtığı şeyin dibine düşmesi ironik değil mi? Oyunun kurgusu başa dönüş gibi görünse de evden çıkan ile eve dönen aynı kişi değil artık. Ev hapishane mi, aile mi göreceğiz. Oyunun kısaltıldığını biliyorum ama daha da kısaltılabileceğini söylüyorum. Ve altın makası en çok Ayşe Draz’ın eline vermek istiyorum. Atılan yerlerden bile yeni bir oyun çıkacağını söyleyen yaratıcıların oyun sevgisine bakılırsa malzeme bolluğu dezavantaj oluşturacak gibi. Giysi tasarımı başarılı. Ojeli parmaklar, renkli çoraplar ve tişörtün tam kalbin üstüne gelen yerdeki çiçeği, oyunun dilini neşelendiriyor. Dekoru nihayet anlamlandırıyorum. İlk başta o şahsiyetsiz çekyata örtülen çarşaf diye yorumlasam da asıl gölge oyununa hizmet ettiğini düşünüyorum. Gergiye düşen gölgeler ışık tasarımının parçası. Beyoğlu sokaklarında, barda üç siluetle çoğalan görüntü, kalabalığı temsil ettiği kadar Yusuf Umut’un farklı renklerini de temsil ediyor benim için. Mor, sarı, yeşil renklerin güzelliği yetmezmiş gibi bir de Yusuf Umut’un eliyle yaptığı imgeler düşüyor perdeye. İşte o el bile oyuncu oluyor o an. Müziğe gelince, sanırım hepimizin kalbi Turkodiroma’nın “Ben Yağmurum Geceye”de kaldı. Burada öneriyi yapan Nezaket Erden’in kardeşine teşekkür etmeliyiz. Bir müzik, bir oyunun ruhunu bu kadar kristalize edebilirdi. Meğer iki “eser” de (hem oyun hem şarkı) aynı dönemde benzer duygularla yazılmış. Afiş tasarımındaki incelik, tanıtım videosundaki janr, oyun fotoğraflarında yakalanan hava hepsi Yusuf Umut’u çok güzel yansıtıyor. Her birini kutlarım.
Oyun bitti. 33 yaşındaki Yusuf Umut, 15-20 yaş aralığını anlatırken sanki paralel evrendeki Yusuf Umut’ları izledik. Yalan yok; kızdık, anladık, üzüldük… Ama merak da ettik acaba annesi onu nasıl anlatırdı? Bir sigara yakıp konuşmaya başlar mıydı? Dili oğlunun jigolo olduğunu söylemeye varır mıydı yoksa sadece torunundan mı bahsederdi? Sanırım bunu da ilerde göreceğiz. Ama önce oğullara, kızlara birer yatak yapıp, üstlerine temiz çarşaf sereceğiz.