“Gabriel’in Düşü”nden Kabusun Gerçekliğine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Rumeysa Ercan

Son yılların en güncel sorunlarından biri olan göç ve mülteci konusu, tiyatromuzda oldukça farklı hikayelerle yer buluyor. Savaşlar, ekonomik nedenler, siyasi gelişmeler, toplumsal meseleler veya dini nedenlerden dolayı ülkesini, yaşadığı yeri, doğup büyüdüğü memleketini, evini terk etmeye mecbur bırakılan yaşanmışlıkları tanımlıyor göç. Bu mecburiyet sonucu birçok insan dilini bile bilmediği bir yerde, yabancı bir kültüre ayak uydurmaya, köksüz bırakılmış dallarını yeniden yeşertmeye çalışıyor. Ne yazık ki içinde yaşadığımız yüzyıl ve yakın tarihimizde yaşanan birçok olay fazlasıyla trajik göç hikayelerine şahit olmamıza neden oldu, olmaya da devam edecek gibi. Dolayısıyla çok yakından tanıklık ettiğimiz göç ve mülteci konusunu sahnede ele almamak, büyük bir toplumsal ve evrensel meseleyi görmezden gelmek olurdu.

Sema Elçim’in yazdığı, Ahmet Sami Özbudak’ın yönettiği, Tiyatro DEA yapımıyla sahnelerde yerini alan “Gabriel’in Düşü” üç farklı millete mensup ailenin farklı göç hikayelerini ve birbirleriyle görünmez bağını, onların yaşam biçimleri ve ilişkileri üzerinden ele alıyor. Midilli Adası’nda yer alan Mora Mülteci Kampı’nda yaşanan olaylar oyunun temel meselesini oluşturuyor. Mora Kampı 2016 yılında Türkiye ile AB arasında yapılan 18 Mart Mutabakatı’nı getiriyor akıllara. Bu mutabakata göre, Almanya dahil pek çok Avrupa ülkesi AB ile mültecilerin Türkiye üzerinden yasal olmayan yollarla Avrupa’ya geçişi sırasında oluşan can kayıplarını engellemek adına vize muafiyetini kaldırma ve Türkiye’ye gelen mültecilerin korunması için mali destek verme konusunda anlaşmaya varmıştı. Ancak bu anlaşma tam anlamıyla karşılık bulmadığı için tampon bölge olan ve Türk-Yunan sınırını çizen adalardan Yunanistan’a geçmeye çalışan mültecilerin botlarının batırıldığı, kolluk kuvvetleri tarafından ölüme terkedildiği ve çoğunun yeniden Türkiye’ye dönmek zorunda kaldığı bildirilmişti. Mora Kampı’nın insani yaşam koşullarının oldukça gerisinde olduğu bilinirken, kampta çıkan yangın sonucu yaklaşık on üç bin mülteci zor günler yaşamıştı. Neredeyse üç bin mülteci yangının ardından kampı terk etmeye çalışırken ada sakinlerinin zorbalıklarına maruz kalmış, Yunanistan hükümeti ise mültecilerin barınması için herhangi olumlu bir adım atmamıştı. Bu sırada elde edilen verilere göre yaklaşık dört yüz sekiz refakatsiz çocuğun koruma altına alındığı bildirilmişti. Olayların yaşandığı dönemde batırılan botlar nedeniyle hayatını kaybedip bedeni kıyıya vuran 3 yaşındaki bebek Alan Kurdi, hafızalarımıza o trajik görüntü ile kazınmıştı.

Gabriel’in Düşü, tam olarak bu olayların yaşandığı süreçte Midilli Adası’nda bulunan Rum, Türk ve Suriyeli ailelerin yaşamından kesitlere tanık ediyor bizi. Oyunda mübadele sırasında İstanbul’dan Midilli Adası’na göç etmiş bir Rum aile, savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınmış ancak oradan da Almanya’ya gitmek umuduyla zor şartlar altında adaya gelmiş olan bir Suriyeli aile ve Midilli Adası’na tatil yapmaya gelmiş olan bir Türk ailenin farklı perspektiflerinden göç meselesine tanıklık ediyoruz.

Ahmet Sami Özbudak’ın rejisi ile sahneye konulan oyunda dikkat çeken ilk öge sahnenin ortasında konumlandırılan ve oyunculara oyun alanı yaratan tahta köprü ile uzun kırmızı bir tül. Bu köprü Midilli Adası ile Türkiye arasındaki mesafeyi, dini, dili ve ırkı farklı olan aileler arasındaki bağlantıları imgeliyor sanki. Göç hikayesi Türk-Yunan mübadelesinin izinde geçmişten bugüne, Suriyeli mülteciler üzerinden ise bugünden geleceğe bir köprü kuruyor. Köprünün üzerinde duran ve oyun boyunca birçok farklı şekilde kullanılan kırmızı tül bazen bir bebeğe, bazen bir birlikteliği tutan soyut bir bağa, bazen duygulara, bazen alevlere, bazense yalnızca o anda oyuncuya hizmet eden bir aksesuara dönüşüyor. Sahnede oyuncuların çiftler halinde seyircilere dönük bir biçimde oturmaları, oyunun devamında ortaya çıkan toplumsal ve siyasal ilişkiler ağı üzerine kurulu matematiğe hizmet ediyor.

Oyun başlarken sislerin arasında köprünün üzerindeki kırmızı tülde uzanan Gabriel’i görürken başka bir oyuncu eş zamanlı olarak Midilli Adası’ndaki Mandamados Manastırı’nda yaşanmış olaylardan ve Gabriel’in hikayesinden söz ediyor.  Gabriel, korsan baskını sonucu manastırda ölümden kurtarılan tek rahip olduğu için kanlı topraktan Mihail’in yüzünün yapılması isteniyor ondan. Sembolik olarak Gabriel’i canlandıran oyuncu Batur Belirdi birer birer bunu gerçekleştirirken, kırmızı tülün metaforik anlamını açıklayan hikâye oyunun sonuna dair de ufak bir ipucu veriyor. Dilekleri gerçekleştirdiğine inanılan Gabriel, daha sonra üç farklı dini inanışa sahip olan ailelerin de ortak buluşma noktası oluyor.

İstanbul’dan mübadele ile göç eden Rum kökenli Angelos ve Angeliki, adaya turistik amaçla gelenlere evlerini kiraya veren ve geçimini bu şekilde sağlayan bir aile. Berna ve Berk ise onların evlerini kiralamaya gelen beyaz yakalı, zengin ve konfor alanını hiçbir şekilde terk etmeden, dünyanın önemli dertleriyle ilgilenmeyen Türk bir çift. Türkiye’den adaya sığınan, oradan da Almanya’ya gitmeyi hedefleyen Suriyeli çift Mirvan ve Yana ise Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmiş, küçük bir kız evladını savaşta toprağa vermiş acılı bir anne ve içinde her zaman kurtuluş umudu besleyen, bunun için Mora Kampı’na bile katlanabilen, her şeye rağmen umutlu bir baba. Burak Tamdoğan’ın canlandırdığı Angelos ve Çiçek Dilligil’in canlandırdığı Angeliki, kızları Eleni’nin bağımlılıklarıyla mücadele ederek ona iyi gelebileceğini düşündükleri bir bebek arayışındalarken, Mirvan ve Yana’nın nasıl bakacaklarını bilemedikleri bir bebekleri var. Sadece kendi dertleriyle meşgul Türk çift Berna ve Berk’in ilişkisinde; Berna eşinin onu terk etmemesi için türlü dilekler dilerken, Berk karısını üzmeden ve çocuğunu kaybetmeden ondan nasıl ayrılacağı üzerine planlar yapıyor. Mirvan ve Yana ise, verdikleri yaşam mücadelesinde birbirlerine olan inançlarını kaybediyorlar yavaş yavaş. Bütün bu ilişkiler ağı oyunda bir kelebek etkisi yaratarak dini, dili, ırkı ne olursa olsun ortak yaşantıların olduğu kadar farklı perspektifleri de ortaya çıkarıyor. Sema Elçim’in kalemiyle ince ince örülen bu ağlar, Özbudak’ın rejisinde küçük ve önemli nüanslarla zenginleşiyor. Konusu her ne kadar trajik olsa da oyuncuların karakterlerini ele alış biçimlerindeki doğallık, mizahi bir yönü de barındırıyor. Oyunda işlenen milliyetçilik duygusu hem Angelos hem de Berk tarafından açığa çıkarılıyor. Angelos’un Midilli Adası’nı tanıtırken kullandığı ayrıştırıcı söylemlere Berk de karşılık veriyor. İkili hiç yüz yüze gelmese de yaşadıkları atışma, zamanında aynı toprakları paylaşan insanların anlayıştan uzak, üst bakışlı ve kutuplaştırıcı dilini gözler önüne seriyor. Bitmek bilmeyen Türk-Yunan çatışmasının gölgesinde varlığını sürdüren iki millet, tampon bölgesi olan sınırda kendilerinden olmayan bir başka milleti yani Suriyeli mültecileri ağırlamaya çalışıyor. Oyunun girişinde sözü edilen Mandamados Manastırı ve Gabriel, üç kadının da arayışları için dilek kapısına dönüşüyor. Angeliki kızı Eleni için Gabriel’den bir bebek dilerken, Yana bakamadığı bebeği için bir yuva diliyor. Aynı gece Mora Kampı’nda çıkan yangının ve bu sırada kaybolan Suriyeli bir bebeğin haberi duyuluyor. Oyun Yana’nın gözyaşları içinde köprünün üstünde bebeğini Angeliki’ye teslim etmesi ile sona eriyor.

Bu siyasal ve toplumsal iklimin perde arkasında tanıklık ettiğimiz hikâye kurmaca olduğu kadar önemli bir gerçekliği de barındırıyor. Bu noktada oyun seyircilere kişisel olarak nerede durdukları, konuya gerçekten nasıl baktıklarını sorgulatıyor. Geçmişten bugüne gelen izlerin toplumsal ve sosyo-politik aktarımla gündelik yaşamlara nasıl sirayet ettiğinin altını çiziyor. Özellikle Berna ve Berk’in bakış açısı, Türk toplumunun görme biçimlerini ironik bir şekilde ele alıyor. Karakterlerin katmanlılığı ve oyunculukların başarısı metni çok farklı bir noktaya taşıyor. Oyuncular Batur Belirdi, Kerem Pilavcı, Ayşegül Tekin, Banu Çiçek, Oğuz Öztekin, Çiçek Dilligil ve Burak Tamdoğan’ın enerjileri ve sahnede birbirleriyle olan dinamikleri, Vehbi Can Uyaroğlu’nun atmosfere hizmet eden müzikleri ve Yasin Gültepe’nin bütünleyici ışık tasarımı oyunu seyir zevki yüksek bir hale getiriyor. Oyunun en büyük başarısı ise seyircilerin göç olgusuna farklı perspektiflerden bakmasını sağlamasının yanı sıra onlara bu konuda sahip olduğu duruşu da sorgulatması. Gabriel’in Düşü böylesine bir kâbusun gerçekliğine uyandırıyor hepimizi.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla