Sumru Yavrucuk, yeni yapımı ‘Tatavla’da Son Dans’ı, Şaban Ol’un ‘Eleni ve Gül’ oyunundan yola çıkarak uyarlamış, dramaturgisini oyunun yönetmeni Berfin Zenderlioğlu ile beraber yapmış. Dekor tasarımını Serkan Kavurt, ışık tasarımını Alev Topal, müziği Batuhan Parlak üstlenmiş.
‘Tatavla’da Son Dans’ geçmiş ve şimdiki zaman arasına sıkışmış iki Rum kadının, eski adı Tatavla olan, Kurtuluş’taki eski apartman dairesinde geçen bekleyişlerinin, belki de direnişlerinin hikâyesi.
İzlenimlerimden önce, kimi zaman açıkça, kimi zaman üstü kapalı olarak oyunun her repliğine sızan Cumhuriyet tarihimizin utanç verici bir olayından, 6-7 Eylül 1955’teki yıkım, yağma, öldürme, yaralama ve tecavüz olaylarından söz etmek istiyorum,
Rum yönetiminin Kıbrıs Türklerine baskısının had safhaya geldiği 1950’lerde Demokrat Parti hükümeti bozulan ekonomisi nedeniyle çoğunluğun güvenini kaybetmiş, muhalefeti susturma çabaları, aydın kesimlerde, basında, öğrencilerde büyük tepki yaratmıştı. Hem gündem değiştirmek, hem muhalif sesleri susturacak sıkıyönetim ilanına gerekçe yaratmak amacıyla İstanbul Rumlarına karşı organize bir toplu saldırı planlanır.
6 Eylül öğle haberlerinde, sonradan gerçek dışı olduğu anlaşılan, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evde bomba patladığı haberi yayımlanır. Peşinden DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi ‘Atamızın evi bombalandı’ manşetiyle 290.000 adetlik ikinci baskı yapar ve ‘Kıbrıs Türk’tür Derneği’ üyeleri gazeteyi bütün İstanbul‘da dağıtarak halkı galeyana getirmeye başlar. Resmi makamların üstü kapalı, gayri resmî makamların açık telkin ve teşvikiyle, şehre dışarıdan getirilmiş kitlelerle bazı yerel kalabalıklar akşama doğru Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemine başlar. Organize birlikler adresleri önceden verilmiş Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine ulaştırılır. Saldırılarda emniyet güçleri pasif kalırken olaylar Rumların ardından Yahudi, Ermeni tüm azınlıklara karşı yayılarak 7 Eylül sabahına kadar sürer. Resmi rakamlara göre 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul, bar, otel, imalathane gibi 5.317 mekân saldırıya uğrar.
1 milyara ulaşan maddi hasar bir yana, Türk basınına göre 11, Yunan kaynaklarına göre 15 kişiöldürülmüş, resmî rakamlara göre 30, gayri resmî rakamlara göre 300 kişi yaralandı. Yine resmi rakamlara göre tecavüze uğrayan kadın sayısı 60’tır ama çoğu utandığından veya korktuğundan şikâyette bulunamadığı için bu sayının aslında 400’e yakın olduğu tahmin edilmekte.
Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için 6-7 Eylül, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olur. Özellikle Rumlar, hangi parti iktidarda olursa olsun, ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle, mal ve mülklerini değerinin altında elden çıkararak, büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrıldı.
Tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, 17’sinin Ermenilere, yüzde 12’sinin Yahudilere ait olması, din değiştirmiş insanların ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğraması, 6-7 Eylül Olaylarının sadece Kıbrıs’la ilgili olmadığını, Trakya Olaylarıyla başlayıp, Varlık Vergisi’yle devam eden ‘Sermayeyi Müslümanlaştırma’ projesinin son aşaması olduğunu düşündürmektedir.
‘Tatavla’da Son Dans’ günümüzde, 6-7 Eylül’ün izlerini taşıyan yıkık dökük bir evde geçen, o günlerin dehşetini yaşamış evin iki Rum kadının gitmek ve kalmak arasındaki yaşanmışlıklarına, toprağa tutunmalarına odaklanan bir oyun.
Oğlu Yunanistan’a, kızı Avustralya’ya göçmüş, oralarda yeni yaşamlar kurmuş Eleni (Sumru Yavrucuk), ne kentsel dönüşümden faydalanmayı ne de İstanbul’u ve Türkiye’yi bırakıp gitmeyi düşünür. Can yoldaşı Gül /Rose (Deniz Çakır) çekip gitmek ister ama, artık hiç kimsesi kalmayan Eleni’yi yalnız bırakmamak için arkadaşının yanında kalır.
Berfin Zenderlioğlu, oyunu bir oda müziği yapıtı, bir keman piyano sonatı olarak yönetmiş. Ama piyanonun sadece eşlik etmediği, her iki müzik aletinin aynı değerde olduğu, iç içe geçen seslerinin tek bir muhteşem tını oluşturduğu görkemli bir Beethoven Sonatı gibi.
Anonim Rum halk şarkısı ‘to yelekaki’ ile giriş yapan keman / Sumru Yavrucuk, sadece evinde değil, geçmişinde, anılarında kök salmış, gidenlerin hasretiyle yanıp tutuşan, bir o kadar da gittikleri için onlara hırslanan birinci temayı, piyano / Deniz Çakır, daha gerçekçi, yüksek sesli, kimi zaman daha da trajik ikinci temayı ustalıkla izleyiciye aktarıyorlar.
Piyano ve keman 6-7 Eylül’de yaşadıklarını birer coda / solo ile iki farklı dramatik zamanda seyircinin ta yüreğine akıtmayı başarıyorlar. Ve final, bu kez iyice yalnızlaşmış kemanın a capella söylediği ‘to yelekaki’ ile geliyor.
Bazı olaylar, anımsanması çok huzur bozucu da olsa, unutulmamak, tekrar hatırlanmak zorundadır. Bunu bağıra çağıra değil, neredeyse fısıldayarak, hem de kadın elinden çıkma çok etkileyici bir kadın oyunuyla yapmak büyük başarı. Bu acı tatlı küçük mücevher tüm Türkiye’yi dolaşıyor. İstanbul’da en yakın oyun tarihleri 10 Mayıs House of Performance , 23 Mayıs Yunus Emre Kültür Merkezi, 25 Mayıs Baba Sahne. Kaçırmayın derim.
‘Kibritin Ucunda’
“E ben şimdi sana nasıl anlatayım ki içimdeki karanlığı… Ben böyle kayboluyorum bazen, yok oluyorum yani içimde… Bulamıyorum yok… Sen konuşuyorsun duymuyorum, sanki başkası sana cevap veriyor… İçimde başka biri, bir şey… Şehir konuşuyor duymuyorum, arabalar gır gır gır… Trenler, evler… İpince bir siren sesi bir de… Ben hiç tanıştırmasam seni içerdeki şeyle? Ölecez, gidecez… Sonra 40…60…80…imkânsız ya belki 90’a kadar yaşarız… Küçük bir mum ışığı gibi sonra püfff…”
Çok yetenekli bir oyuncu, yönetmen, sahne ve afiş tasarımcısı, ama öncelikle kuşağının en önemli oyun yazarlarından Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun bugüne kadar yazdığı ‘Fü’, ‘Şekersiz’, ‘Aynur Hanım’ın Bebeği’, ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’, ‘Sevmekten Öldü Desinler’, ‘Kader Can’, ‘Istırap Korosu’ ve ‘Toz’ çok beğenilmiş, çok sayıda ödül almış, çoğu kült olmuş birbirinden önemli işler.
Son yazdığı ‘Kibritin Ucunda’ müthiş bir ekip tarafından sahneye taşınıyor. Uyarlayıcı, yönetmen, oyuncu olarak birbirinden parlak işler yapan Kayhan Berkin yönetiyor, çok karakterli oyunun tüm kişilerine genç kuşağın en yetenekli oyuncularından, çok özlemiş olduğumuz Rıza Kocaoğlu can veriyor. Merve Yörük’ün devasa bir ışıklı köprüyü anımsatan müthiş yalın dekor tasarımı, her zaman olağanüstü Ayşe Sedef Ayter’in ışık tasarımı çok başarılı. Ömür Sarıgedik’in etkileyici ses ve efekt tasarımı yazarının bu kez giriştiği, dış ses araştırmasına sağlam destek veriyor.
İstanbul’da karlı bir gece… 30’larının başında beyaz yakalı plaza çalışanı Kerem koltuğunda büyük kararlar eşiğinde… O gün arabasını çarpmış, zaten büyücek olan borçlarına 10.000 TL tamirat parası eklenmiş… Aslında müzisyen olmak istemiş ama babasının ısrarıyla işletme okumuş… İşinde pek de başarılı değil, belki de kovulmak üzere…
Kafasının içinden gelen seslere engel olmayı bıraktığı o soğuk İstanbul akşamında Kerem, ziyarete gelen geçmişinin gölgesinde, kendiyle uzun ve derin bir hesaplaşmaya girişir. İçinde yıllardır baskılamış oldukları, yoğun kar taneleri gibi biri bir yere dökülür.
Bugün yaşadığı ekonomik sorunlar ve siyasal bilinmezliğin benzerinin ailesini bunalttığı Tansu Çiller dönemindeki çocukluğu, ona ve annesine haşin davranan baskıcı babası, evlenme hazırlığının stresi… İş hayatında mutsuz oluşu… Ve bunların yarattığı, giderek kabaran önlenemez öfke… Kerem’in hayatı o gece bir kibritin ucundadır…
Aslında müthiş akıcılığına, usta edebi diline karşın bildik ve tanıdık bir konu, Murat’ın belki en parlak metni değil. Ancak oyuncu odaklı metni Rıza Kocaoğlu’nun üstlenmesi çok doğru bir seçim. Bir ruh hâlinden diğerine, bir duygudan başka bir duyguya, kadın erkek farkı gözetmeksizin bir kişilikten ötekine su akar gibi rahatlıkla geçen Rıza’nın yorumu müthiş bir tiyatro dersi.
Kaçırmayın derim.
10 ve 17 Mayıs 20.30, 24 Mayıs 19.00 ve 21.00 ve sezon boyunca Zorlu PSM Studio’da.