Pınar Erol
Ne güzel değil mi? Siz kendi yolunuzda yürürken, kendi işinizle meşgulken, yaptığınız şey, birbirinize giden yolun taşlarını döşüyor ve sizi bir yerde buluşturuyor. İtiraf etmeliyim hayatla bağımı tiyatro üzerinden kurmaya bayılıyorum. Anlamları sahne üzerinde bulmak ve yerli yerine koymak ayrı güzel geliyor. Bak şu tiyatronun yaptığına diyorum. Yine hayatın tezahürlerini gösteriyor. Bizi bir başka hatıraya taşıyor. Bize yeni bir hatıra veriyor.
Önce Feray Açıkgöz’ü fark ediyorum. Koşan, dövüşen, düşen, kılıç sallayan, yanan, atlayan, çarpılan bu küçücük cevval kadının boyundan büyük cesaretine hayran oluyorum. “Kim ister bütün bunlara katlanmak/Ağır bir hayatın altından inleyip terlemek” dizeleriyle Shakespeare’i anıyorum. Onun ağır işçiliği nice oyununun suretinde, bedeninde hayat buluyor. Bizse o cesareti sorgusuz sualsiz oyuncuya mal ediyoruz. Sonra Tiyatro Mitos’un sahnelenen ilk oyunu “Dublörün Hikâyesi” dikkatimi çekince her şey benim için tastamam oluyor. Aradığım özdeşim karşımda duruyor. Hayatın kendisinde olan tüm duyguları birlikte bir kez daha yaşama fikri beni heyecanlandırıyor. Sanat ve gerçekliği tartışmaya can atıyorum. Dublörlüğün görünmezliğinin ve oyunculuğun içine yedirilmesinin o ince ayarına tanık oluyoruz. Kemal Uçar’ın yazdığı, hakkını vererek oynadığı ve Şenol Önder ile birlikte yönettiği bu oyun, tek kişilik öyle mi? Onun içinde Feray var, onun dublör arkadaşları var, sen varsın, ben varım… Bu hikâye de bizim.
Hazır olalım. Bir dublör, bir dublörle tanışmak üzere. Konuşacak, anlatacak, dertleşecek, birbirine hak verecek ve teşekkür edecek çok şeyleri olmalı. Çünkü teşekkür ettikçe güzelleşiyor dünya.
Bizi neyin bir araya getirdiğini söyleyelim önce. Birinizin mesleği o, diğeriniz ise kendi mesleği üzerinden onun hikâyesini anlatıyor. Sizi bu kesişime getiren yoldan bahsedelim. Feray sen on yaşından beri spor yapıyorsun, atletsin. Trakya Üniversitesi Beden Eğitimi Bölümü mezunusun. Çalıştığın spor salonunun patronlarından birinin eşi sinemacı ve acil koşucu bir kıza ihtiyacı var. Aslında o çekime günü kurtarmaya gidiyorsun ve başlıyorsun koşmaya… Sekiz yıldır da devam ediyorsun dublörlüğe.
Feray Açıkgöz: Baktım bütün başroller beni kovalıyor. Ben koşuyorum, onlar peşimden koşuyor. Bu çok hoşuma gitti. Böyle bir espriyle başladım. Birkaç hafta sonra balkondan geriye düşme var yapar mısın dediler. Tamam dedim. Bu sefer araba çarpacak dediler. Sonra sıra yanmaya geldi. Baktım hepsini yapabiliyorum. Meğer ben sporcu kimliğimin yanında dublörmüşüm. Bunun eğlenceli bir iş olduğunu gördüm ve bu yeteneğimi paraya çevirebilir miyim diye düşündüm. Çok komik paralar kazanınca -para üstü veriyoruz düşünün- bu işin para için yapılmayacağını anladım. Sonra eğitim alabilmek için spordan kazandığımı bu alana harcadım. O gün bugündür eğlenceli bir şekilde devam ediyorum ama çok sakatlık geçirdim tabii ki.
Kemal sen tiyatroya Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Tiyatro Topluluğu ile başlıyorsun. Brecht’ten “Üç Kuruşluk Opera”yı oynuyorsun. AST’ta kursiyer oluyorsun. Rutkay Aziz’in oluruyla da sahneye çıkmaya başlıyorsun. Ama öncesinde bir figürasyon ajansına yazılıyorsun. TRT’deki iş için gittiğin ilk çekimde sekiz saat bekleyip o gün çekimin olmayacağını öğrenince, dönüşte ben yapmayacağım galiba dediğin bir noktada, Olgunlar Sokak’taki madenci heykelinden dönüyor iş. Replikli ilk figürasyon işinde de yanındakinin heyecanını görüp ben yaparım diye kendini ortaya atıp sen de Feray gibi işi kurtarıyorsun.
Kemal Uçar: Profesyonel hayatım tam olarak öyle başlıyor. Sanırım oyunculuk insanın içinde oluyor. Çocukken tek başıma bir şey yapmaya çok üşenirdim. Ben de mesela yemek hazırlayacaksam, sanki bir restoranda çalışıyormuşum gibi kendi yemeğimi hazırlardım. Bir yere gideceksem, oraya en hızlı yürüyenin kazanacağı bir yarışmadaymışım gibi giderdim. Devamlı her şeyi oyunlaştırırdım. Hâlâ da öyle yapmaya çalışıyorum çünkü aynı üşengeçlik devam ediyor. Bu durumu böyle oyun oynayarak hallettiğimi fark ettim. Tabii o zamanlar Adana’da pek konservatuvar okuma fikri yoktu. AST’a bile oyuncu olmak için gitmedim. Oraya aşıktım ve oyun seyretmeye gidiyordum. Sonra üniversitede tiyatro yapınca fayda görürüm, bana da dokunur diye gittim. O gün oraya girişimle bugün buradayız aslında.
Bugün çatısında oyun oynadığın Tiyatro Mitos’un kurucularından Şenol Önder ile de AST’tan tanışıyorsunuz sanırım. Ankara’da ev arkadaşlığı yapıyorsunuz.
Kemal Uçar: Önce AST’ta tanışıp arkadaş olduk. Sonra ev arkadaşı olduk. Ben İstanbul’a geldim. Bir sene sonra da o geldi ve Arzu’yla evleninceye kadar burada da ev arkadaşı olduk.
Sektörün kalbi İstanbul’a gelmeden önce 2005’te babanın mesafesini çok güzel anlattığı uzaklığa, Alaska’ya gidiyorsun. Evsiz kalıyorsun, kiliselerde yatıyorsun derken bir yolunu buluyorsun. Geldiğinde Bahçeşehir Üniversitesi’nde İleri Oyunculuk okuyorsun. Ama oyuncu değil de sunucu olmak istiyorsun. Oluyorsun da. Geçimini organizasyon sunuculukları ile sağlıyorsun. Devamında Okan Bayülgen’le çalışıyorsun. Derken televizyon sunuculukları başlıyor.
Kemal Uçar: Macerayı seviyorum. Uçlarda yaşamak değil de; o bilinmeze karşı içimde engel olamadığım bir dürtü var. Bu, insanlar için de geçerli, yazmak için de geçerli. Alaska da aslında onun bir versiyonu. Yoksa aslında delilik! Şimdi bir daha gider miyim? Gitmem. Dört ay kalır mıyım? Kalmam.
Oyunda “Kimse çok başarılı bir dublör olmak için dünyaya gelmez” deniyor. Sen de muhtemelen o cümleyi kurmadın ama çok başarılı, en çok aranan, hatta bir yönetmenin tabiriyle “tanıdığı en cesur kadın dublör” oldun.
Feray Açıkgöz: Onu söyleyen de Niels Arden Oplev. Kendisi yurt dışında iyi bir yönetmen. Türkiye’ye dijitale çekeceği film için gelmişti. Orada bir araba çarpma sahnesi vardı. Ben ipsiz çarpsın istedim. Onlar daha güvenli olması için ipte ısrar ettiler. Bense “showreel”imde iyi bir şey olsun derdindeyim. Çekimi ipli yapmamıza rağmen bana “gördüğümüz en cesur Türk kadınısın” dediler.
İnsan niye ipsiz yapmak ister ki? Bu nasıl bir gözü karalık? İş o haliyle bile oldukça riskli.
Feray Açıkgöz: Çok riskli tabii. Bundan birkaç ay önce bir kız arkadaşımız dublörlüğe başladı ve ne yazık ki araba çarpma sahnesinde beyin kanaması geçirdi. Kolu, bacağı kırıldı. Normalde o çekime ben gidecektim ama setler çakıştı. Ben yapsaydım, belki küçük bir sakatlıkla atlatabilirdim çünkü ona kıyasla tecrübeliydim. O arkadaşımız bu işi bir daha yapmamayı düşünüyor mesela.
Kemal Uçar: Bu tek başına sorumlu olduğun bir şey değil ki. O riske ekipten biri de sebep olabilir. Karşındaki yüzünden de başına bir şey gelebilir. Yani bin tane faktör var o güvenliği etkileyen.
Feray Açıkgöz: Tam olarak da öyle olmuş zaten. Karşı taraf profesyonel sürücü değilmiş. Biraz hızlı çarpmış ve sonuç bu. Ben mutlaka ekibin profesyonelliğini sorarım. Duruma göre kendi ekibimi götürürüm.
Dublörün profesyonel olması tek başına yeterli olmuyor yani. Tüm ekibin de aynı yetkinlikte olması gerekiyor. O güvenliği sağlayabilmek için herkesin ayrı ayrı uzmanlığı gerekiyor. Bizde bu koşullar sağlanıyor mu peki?
Feray Açıkgöz: Güvenlik alınıyor ama mesela öyle bir kostüm hazırlıyorlar ki… Kolları açık, kolumu saramıyorum ya da sırtı açık, içime sırtlığımı takamıyorum. Böyle sahnelerde kostümcünün gözden kaçırdığı bir şey yüzünden çok büyük sakatlıklar yaşıyoruz.
Kemal Uçar: Ben oyuncu olarak setlerdeki gözlemimi söyleyeyim. Bundan on sene öncesine göre belki bir tık iyiyizdir ama muhtemelen olması gerekenin çok gerisindeyiz.
Feray Açıkgöz: Bu dublörlük işinin de mutlaka bir sendikası olmalı artık. Bunun için çok fazla prosedür gerekiyor. Şu sıralar mümkün görünmese de bunun peşindeyiz. Amacımız çalışma şartlarını iyileştirmek, ücret eşitliğini sağlamak. Böylece iş, en ucuz bütçeyi verene gitmeyecek. Bu da beraberinde güvenliği getirecek.
2012’den beri yazdığın oyun, nihayet İKSV Tiyatro Festivali’ne başvurmak için bitiyor.
Kemal Uçar: “Dublörün Hikâyesi”ni yazmayı daha önce bitirseydim bile pandemi döneminde sahneye koymazdık. Dolayısıyla İKSV’nin bizim için müthiş bir itici gücü oldu. Oyunu sevmeleri, festivale almaları sayesinde oyun bitti ve sahneleniyor.
Oyundaki kahramanın adı da Kemal olunca, hayatından izler taşıyor diye düşünüyor insan. Bir de delirmemek ve oynamak istediğim rolleri yazıyorum dediğin için.
Kemal Uçar: Tabii ki gerçek anlamda benim hikâyem değil bu. Ama zaten yazar dediğimiz kişinin kendinden başka bakıp yazacağı birisi pek olmuyor. Diyelim ki bir ayakkabının hikâyesini yazacaksınız. Önce ayakkabının kendi ayağınızdaki duruşuna bakarsınız. İsminin Kemal olmasına gelirsek, ben çok uzun süre karakterin ismine karar veremedim. Şimdilik Kemal yazayım da sonra bakarım dedim. Sonra da kaldı öyle. Biraz bu iç içelik de hoşuma gitti. Oyundan sonra ağlayarak gelenlere merak etmeyin bu benim hikâyem değil diyorum. Ama tabii ki içinde çok fazla done var. Mesela en sevdiğim yerlerden birine örnek vereyim. Annem PTT’de çalışıyordu. Çocukken onun yanına giderdim. O da bana kola ısmarlardı. Merdivenlerden inerken her katta ayna vardı ve “gülümse postacı, kıyafetini düzelt, kravatını tak” gibi bir cümle yazardı. Her katta ben de gerçekten üstüme başıma çeki düzen verirdim. Tam doğru cümlenin ne olduğunu anneme sordum. Öyle bir şeydi deyince onu öyle kendim sloganlaştırdım.
Oyunda “audition” sahneleri var. Sen de çok “audition” veren bir oyuncu oldun ama bir tanesi senin kişiliğini anlatması açısından önemli. BKM’deki çocuk oyunu seçmelerine sonuncu olarak giriyorsun. Ve horoz rolü için sen seçiliyorsun. İlk prova gününe giderken de yol üstü başka bir dizinin “audition”ına katılıyorsun. Ona da seçiliyorsun ama ilk önce BKM’ye söz verdiğin için orayla devam ediyorsun. Diğeri ise fenomen olan “Ezel” dizisi. Kenan İmirzalıoğlu için diziyi bir sene bekletince o rol yine sana kısmet oluyor üstelik.
Kemal Uçar: Tabii burada konu tiyatroyu mu yoksa televizyonu mu seçsem değil; konu, ilk önce hangisine söz vermemle ilgili. Bugün burada sizinle oturmaya söz verdiysem, bana ne kadar avantajlı bir şey teklif edilirse edilsin, ben bu saat için burada olurum. Bu kararımın yararını da hayatımda hep gördüm. Fırsatlar hiç öyle kaçan şeyler değilmiş. O zaman sezgisel vermiştim bu kararımı. Hâlâ da aynı şekilde davranmaya çalışıyorum.
“Acıyı güzele, kötüyü iyiye çevirebiliriz. Bunu da sanatla yapabiliriz. Ölümsüz olan bir tek o çünkü” diyerek oyunu İyilik Melekleri Derneği’ne destek için oynuyorsunuz. Feray da depremzedelere destek vermek için bugün tekrar izliyor oyunu. Bir de Tiyatro Mitos’un kurulduğundan beri askıda bilet uygulaması var bahsetmek istediğim.
Kemal Uçar: Biz Şenol ile 2004 yılında AST’ta tanışıp arkadaş olduğumuzda bütün tiyatroların kapısına gider oyun izlerdik. Çünkü öğrenci olarak kısıtlı bir bütçemiz vardı. AST o zamanlar böyle bir kurumdu. Kimseyi geri çevirmezdi bizim tiyatro. Keza diğer tiyatrolar da öyleydi. Bu, Şenol ile aramızda o günlerden kalan bir şey. Biz kimseyi dışarıda bırakacak bir yer kurmayacağız dedik. Hayatımız boyunca bundan para kazanmayabiliriz. Bazı arkadaşlarımız bu doğru bir yöntem mi diye soruyor. Onların da haklı oldukları taraflar var ama biz bunu yapacağız. Zamanla çevremizden insanlar da madem böyle bir şey yapıyorsunuz biz de bilet alalım dediler. Dedim ki ne güzel. Siz beş bilet alırsınız. Biz zaten on kişi alıyoruz içeri. Harika bir dayanışma olur. Onlar da kendilerini iyi hissettiler. Vallahi iyi bir şey oldu. Çığ gibi de büyüdük. Bugün de tiyatrodaki herkes bu destek için burada.
Boşuna “sanatı, sanatçıyı destekleyin lan!” demiyorsun oyunda.
Kemal Uçar: Doğru ama Feray’ın karşısında oynamak zor.
Ben ilk önce Feray’ı keşfettim. Ve bu gözü pek, cesur kadına hayran oldum. İtiraf edeyim; “Dublörün Hikayesi”ni ondan sonra fark ettim.
Kemal Uçar: Ne güzel.
Feray Açıkgöz: Dublör görünmez oysa, fark edilmez.
Oyunda seni özellikle yakalayan yerler nelerdi Feray? Oyun başlamadan konuştuğumuz şeyleri oyunda görünce gülümsediğimizi hatırlıyorum. Doğru tespitler vardı değil mi?
Feray Açıkgöz: Oyunda hâlihazırda uçurumdan düşerken üzerine bir de vurulma sahnesi var örneğin. Böyle sahneler çok başımıza geliyor ve biz kendi aramızda gülerken hocaya belli etmemeye çalışıyoruz. Senariste de ayıp olmasın ama abi nasıl olur, bunu kim yazmış, dediğimiz şeyleri çok yaşıyoruz. Onu güzel yakalamış Kemal. Bir de gerçekten çok yoksul olan dublör arkadaşlarımız var. İki arkadaşımız sokakta yaşıyor mesela. Şimdi bir spor salonunda kalmaya başladılar. Bu işten yeterli para kazanılmadığını onlardan görebiliriz. Ben çok şanslıyım. Başka bir yeteneğim var. Sporla ilgili her işi yapıyorum. Bazen spor kıyafet modelliği yapıyorum. Yurt içi ve yurt dışı için çekimlerim oluyor. Bunu paraya çevirebiliyorum. Bir de profesyonel sporcusunun. İyi beslenmen, düzenli bir hayatın olmak zorunda. Bu da biraz daha masraflı bir hayat demek. Ben antrenörlükten kazandığım parayla hayatımı geçindiriyorum. Dublörlükten kazandığım o küçük bütçeyi de eğitimlerime harcıyorum. Çünkü bu işin okulu yok.
Kemal Uçar: Oyunda “Burası çok önemli; bizim işlerde hazırlık her şeydir. Bunun için güne güzel bir kahvaltıyla başlamak şart” diyor ve evde yiyecek bir şey yok.
Feray Açıkgöz: Hiç olmazsa sizin eviniz var. Evsiz arkadaşlarımdan bahsettim.
Kemal Uçar: O ev de eksi üçüncü katta. Bizim Şenol’la İstanbul’daki evimiz de öyleydi. Onu biraz oradan arakladım.
Oyunda oyuncu olamayan dublör olarak kalıyor. Oysa sen oyuncu olmak değil, gerçekten dublör olmak istiyorsun. Oyuncu olmak isteyenlerin gidebileceği bir okulu var. Peki biri dublör olmak isterse ne yapıyor? Mesela yanmayı nasıl öğreniyor?
Feray Açıkgöz: Tabi yanmanın bir okulu yok. Onu setlerde deneyimliyoruz. Aslında en korktuğum sahnelerden biriydi ama deneyimlediğimde en sevdiğim sahne oldu. Bu mesleğe başladığımda bazı hocalarım bana oyunculuk okuluna gitmemi önerdi. Ben de gittim ama oyuncu olmak için değil; kameraya alışmak için. Bazen bölümlük oynayıp çıkıyoruz çünkü kimi rollerde. Sonra dedim ki burası benim yerim değil. Başkalarının vaktini almayayım. Ben oyuncu olmayacağım. Bu sefer, dublörlük okulu olmalı diye yurt dışı araştırmalarına başladım. Yirmili yaşlarda olsaydım, evet, şu an yurt dışında bir eğitime gitmiştim ama kırka doğru giderken o bir macera. Bir de Türkiye’de bana ihtiyaçları var. Hali hazırda yetişen çok dublör yok. Burada devam eden işlerim var. Onlar da yurtdışı eğitimlerimi engelliyor. Ben de at binmek için, boks için özel hocalar tuttum. Dövüş sahneleri için eğitim aldım. Bir kadın olarak bu sektörde yer edinmeniz çok zor. Çünkü elli erkeğin içinde teksiniz ve size hiçbir şey öğretmiyorlar. Buradan da onlara selam olsun. Çok şükür şimdi birkaç arkadaş bir araya gelip bir şirket açtık. Şu an dünyada en iyi işleri yapan Kazakistanlı bir ekiple çalışıyorum. Benim de çok savaşım ve sınavlarım oldu. Çok sakatlandım, kolum, bacağım kırıldı. Ertesi gün yine sete gittim. Ama kimse bana gel de sana şu yumruğu öğreteyim demedi.
Kemal Uçar: İşte sektörler kendi değerlerini kendi yaratıyor. Eğer sen kendi sektöründe yanındaki insana katkı sağlamazsan sektörün boyu da böyle cücük gibi kalır. Geçen ben ödül aldığımda aynı konuşmayı yaptım. Bütün paydaşlarınla beraber büyürsen daha büyük değer görürsün. O zaman da üç otuz paraya çalıştıramazlar. Bu, herkesin katılımıyla olabilecek bir şey. Ama ne yazık ki bizde bu bilinç çok geç başlıyor.
Amiyane tabirle işin pis tarafını siz yapıyorsunuz ama alkışlar başkasına gidiyor. Sette bir oyuncu, “canım paraya mı ihtiyacın var” diye sormuş. Oyunda da “bizim işlerde çok para olmaz” deniyor.
Feray Açıkgöz: Onu söyleyen de tiyatro kökenli ve çok değerli bir oyuncuydu. Adana’da bir yanma sahnem vardı. Gözleri dolarak, neden bu işi yapıyorsun, paraya mı ihtiyacın var diye sordu. Bu öyle bir şey değil. Asıl mesleğim başka, bunu hobi olarak düşünün diyerek onu teselli ettim, gözyaşını sildim. Bu arada iş bitince teşekkür eden nadir oyuncular vardır. Elimi sıkıp sen beni parlattın deyip gönderen insanlardan biri de Feraycığım seninle kahve içip bu işin altında ne var, neden bu işi yapıyorsun, sana nasıl yardımcı olabiliriz diye konuşmak istiyorum dedi. Biriyle mi görüşsek? Daha kadınlara uygun bir şey mi bulsak senin için diye sordu. Burada bile kadına güzel bir şey söylemek isterken alttan alta aslında uygun görmediğini ifade ediyor.
Kemal Uçar: Bu arada “oyuncu olamayan dublör oluyor” sözünü anlatmam lazım. Onu yazarken aslında bunun öyle olmadığını biliyordum. Orada farkında olmadan kendi hayatımızın dublörlüğünü yaptığımıza dair bir metafor kullanılıyor. Aslında çocuk kendi hayatını o kadar yaşamamış ki… Oyunun yazılış amacı benim kendi hayatımda kendimi dublör gibi hissetmem. Ve bunu istemsizce yaşamam. Yani ben gerçekten yaşıyor muyum? Bu yaşadığım şey, hakikaten benim hayatım mı diye düşündüm. O çocuğun oyunculuğu beceremeyip dublörlüğe dönmesi aslında benim yaşayamadıklarımdan ve kendi hayatımın başrolü olup olmadığımla ilgili soru işaretimden kaynaklanıyor. Yoksa bunu yazarken tartışmalı olacağını tahmin ediyordum.
Feray Açıkgöz: Ben oyunculuğu deneyip dublörlükte kalan arkadaşlarım adına da çok güzel bir yerden bakıp izledim. Onlara da öneriyorum, gidin izleyin çünkü sizin hayatınız oynanıyor diyorum. Bazen güldürüp, bazen hüzünlendiren bir oyun. Sektörde bu kadar görünmezken, bir teşekkürle uğurlanmazken bizi gören, hayatımıza dokunan bir sanatçı var. Bizi de gördüğünüz ve kaleme alıp oynadığımız için sonsuz teşekkür ediyorum.
Kemal Uçar: O yüzden oyuncuları biraz daha gömüyorum. Ben ilk çalışmaya başladığım günden itibaren bunun hep farkındaydım. Dublörler oynadığı zaman, o sahneleri çok dikkatli seyrederim. Korkarım falan. O içimde kalmış galiba, yoksa hayatımda hiç deneyimlemedim gerçek anlamda.
Feray Açıkgöz: Burada sahne performansının altında harika bir sporcu var. O seri hareketler, o iniş çıkışlar, o tempo her oyuncunun yapabileceği şeyler değil.
Seni bir dublör izlemeye gelince ne hissediyorsun, farklı bir heyecan yaşıyor musun? Görücüye çıkıyor gibi, tartılıyor gibi hissediyor musun?
Kemal Uçar: Hissi güzel ama özel bir heyecan duymuyorum. Çünkü Feray’ın da çok iyi bileceği üzere sahnede canımın derdindeyim o an. Ama önceki oyunda Feray’ın ışıl ışıl seyretmesi çok hoşuma gitmişti. Öyle seyirci görmek çok güzel bir his.
Feray Açıkgöz: Kemal Türkiye’de tanınan biri olmasa, onu dublörlük için bir sete götürsem kimse anlamaz dublör olmadığını. İzlediğimde bu adam spor yapıyor dedim. Çünkü sahnede o küçücük metrekarede, büyük aksiyon yapıyor. Ben o aksiyonlu yerlerde biraz daha heyecanlandım. Nasıl atlayacak, oradan oraya nasıl çıkacak, hep onları düşündüm. Aksiyon kadını olarak bunu çok eğlenerek ve heyecanlanarak izledim. Ciddi performans gösteriyor. Bunu birçok oyuncu yapamaz. Hem oynayıp hem de performans göstermek kolay bir şey değil.
Kemal Uçar: Üzerine bir şey yapabilir miyim diye düşünüyorum. Ama yok, daha tehlikeli bir yere almamak lazım, bu doz yeter diyorum sonra. Bir de şöyle bir şey oluyor. Feray sen bunu çok sık yaşıyorsundur. Son dizimde de geldi araba çarptı arkadaşıma. Onu o kadar iyi yapıyor ki bir süre sonra herkes e tamam ne var ki bunda diyor. Oyunda da bazı hareketler artık çok oturduğu için bence seyirci onların ne kadar zor olduğunun farkında değil. N’olmuş atlıyor işte diyorlar muhtemelen. Oysa orası iki metre, ayağa kalktığımda 3.76 metreden aşağı bakıyorum. Ben ilk provada on beş dakika üstünde bekledim. Sonra da yapamayacağım galiba deyip indim. Yerime Cem çıkıp bir şey yok yaparsın dedi. O yüzden dedim ki ya bunlar çok mu basit geliyor insanlara? Ama akıllandım, burada durmak lazım. Zaten her yerim sakat.
Dublörlük sayesinde ilk kez yaptığın, öğrendiğin şeyler oldu mu? Bir de artı/eksi dublörlüğün sana hediyeleri neler? Mesela üç ay tekerlekli sandalyede yaşamışsın. Hep aynı yere düşmekten bel fıtığı olmuşsun. Ama bunun yanında yükseklik korkunu da yenmişsin.
Feray Açıkgöz: Maslak’ta bir yerde ders veriyordum. “Feray, acil İzmir’e gelmen gerekiyor, buradaki dublörle bir sorun çıktı” dediler. Bu yüksekliği kaçırmamalısın dedim kendime ve sırt çantamı alıp gittim. Çekim yirmi beşinci katta. Bağlayacak mısınız diye sordum. Hâlâ bağlatmama ve yeni bir şey deneyimleme derdindeyim. Aşağıdan iki yüz kişi bana bakıyor ve setteki herkes evet, bu kız bunu yapacak diyor. Birileri izlediğinde bana bir cesaret geliyor. Yani sanki ben onu önceden defalarca yapmışım gibi hissediyorum. Aşağı baktım, titrememe rağmen, o rüzgâra rağmen “cool” bir şekilde tıkır tıkır topuklu ayakkabılarla yürüdüm. Hocam hazır bu yüksekliği bulmuşken birkaç defa daha yürüyebilir miyim diye izin istedim. Bu işin okulu olmadığı için o seti bir daha kurmayacaklar çünkü. Ben de bu fırsatı kaçırmak istemedim.
Kemal Uçar: Çocuk, oyunda soruyor ya “uçurumdan atlama ölmelik mesafe mi” diye. “Net ölmelik mesafe abi” cevabını alınca da “güzel” diyor. Geçen sene “Bir Zamanlar Kıbrıs”ta dizisinde Cengiz Topel’i oynarken çok güzel bir deneyim yaşadım. Cengiz Topel, yardım uçağı vurulduktan sonra paraşütle atlayacak. Hoca, yükseklik korkun var mı diye sordu. Dedim ki buradaki soru şu; ne kadar yükseklik? Ve gerçekten yalan olmasın beni bir kırk metreye falan çıkarttılar. İple de tutuyorlar, oradaki rüzgâr inanılmazdı. Şunu düşündüm, ulan düşersem çok kötü olur. Beş dakika sonra dedim ki ya ben Cengiz Topel’im. Havacıyım, kahramanım yani. Normal bir şekilde paraşütle düşersem sakatlanmamın imkânı yok. Bunu böyle kabul edemeyiz. Beni şuradaki zeytin ağacına vurun dedim. Hoca “emin misin” dedi. “Eminim” dedim. Tabii zeytin ağacının ne kadar sert olacağını yaşayarak öğrendim. Bir hafta on gün, yüzüm gözüm çizik gezdim. Ama bence doğru oldu. O yüzden senin içgüdünü anlıyorum.
Baban Osman Uçar, hayatındaki üç kahramanından biri. Onun deyimiyle “vukuat” olan birinin vukuatlı hayatına tanık oluyoruz. Oyundaki Kemal, hayatta kalma refleksleri geliştirmiş. Senin de sanki hep başının çaresine bakarmışsın gibi bir halin var. Oyunda da baba-evlat ilişkisi var. “Erkekler baba olduklarında dublör oluyorlar. Kendi yapamadıklarını çocukları yapsın istiyorlar” deniyor. Babalık müessesesi de inceleniyor. Çok düşünülmüş cümleleri olan bir oyun.
Kemal Uçar: Orada memlekette babalık hali var. Erkeklerin baba oldukları zaman gerçekten dublör olmaya başladıklarını ve kendi hayatlarını yaşamaktan vazgeçtiklerini görüyorum. Hani ben yapamadım oğlum yapsın misali. Bunu ne savunuyorum, ne de eleştiriyorum. Benim babam da bunun benzeri bir adam haliyle. Kendi yapamadıklarını çocuklarına yaptırmak değil de, o çocukların kişiliğini geliştirmeye baksak daha önemli çocuklar için. Benim babam o yüzden benim kahramanım. Kişilik geliştirmeye yardımcı olduğu için. Bunu da kendi devreye girerek yapmak yerine; o aklın oluşturulmasına yardımcı olduğu için. Bu kısmı daha önemli geliyor bana. O yüzden de yaptığım iyi şeylerin arkasında hakikaten babam vardır. Bunu bir erkek evlat olarak söylüyorum. Diğeri sadece oyundaki bir tespit. O tespiti biraz da bu yüzden yapıyorum. Çocuk bir sene sonra oyunda babasını kaybettiği için. Yeri gelmişken bir şey söyleyeceğim. İzleyenler oyundaki dram öğelerinin çok yeterli olmadığını ve oraların çok hızlı geçti söylüyorlar. Bunu bir eleştiri olarak görüyorum. Bilerek çok hızlı geçiyorum. Ne diyor Nazım? “En fazla bir yıl sürer. Yirminci asırlarda ölüm acısı.” Yetmiş dakikalık oyunda, üç saniyelik dram, o bir yıla tekabül eder yani. Bunu Şenol ile bilinçli olarak yaptık. Hiçbir acının altını ekmekle sıyırmak istemedik. Bence orayı kaçırıyorlar.
2021 Direklerarası Tiyatro Ödülleri “Tek Kişilik Performans” ve 2022 Yeni Tiyatro Dergisi “Özel Tiyatro En İyi Çıkış” ödüllerini aldınız. Ama ne deniyor oyunda? “Bir dublör Oscar almaz, hatta hiç ödül almaz. Dublör alkışlanmaz, çünkü yüzü tanınmaz” deniyor oyunda.
Feray Açıkgöz: Yurt dışında Oscar benzeri bir ödül alıyorlar. Hatta Türkiye’de bir aksiyon çekip bunu yurtdışında on iki ülkede yayınlamak için planlar yapıyoruz. Umarım bir iki sene içerisinde bunu gerçekleştirebiliriz. Türkiye’de ne bunun bir ödülü var ne de bir yarışması. Neden en iyi kadın oyuncu, en iyi film, en iyi erkek oyuncu ödülleri oluyor da, en iyi dublör olmuyor? O ödül alan oyuncunun en iyi sahnelerini ben çekiyorum ve onu ben parlatıyorum. Neden orada beni hiç görmüyorsun? Kemal bizi gördü, sen kadın olarak beni gördün. Bu sektörde bir kadının bir kadına yer vermesi de mümkün değil. Yani bunlarla da savaşıyorum. Hiçbir şekilde yerimiz yok Türkiye’de. Bir oyuncuyu sarkıtmışlar balkondan, saçları aşağı doğru savruluyor. Bu sahneyi dublörsüz çekmiş, helal olsun gibi bir habere denk geldim. Sadece sırtını yaslamış ve saçları görünüyor. Bu haliyle bu kadar konuşuluyor ama orada dublör kullanılsaydı biz konuşulmayacaktık.
Sadece dublörlük yapmayıp setlere destek verdiğin oluyor mu? Kimlere dövüşmeyi, düşmeyi, dayak yemeği öğrettin. Ayrıca oyunculara hareket koreografisi de gösteriyorsun sanırım.
Feray Açıkgöz: Ekibimizde koordinatörlerimiz, “fight master’larımız var. Onlar da bizim koreografilerimizi hazırlıyor. Mesela Jason Statham da dublördü ve sonra oyuncu oldu. Yani aslında altta sağlam dublörlük hayatı olan insanlar var. Başka da sayabilirim ama Türkiye’de dublörlükten başrole geçen birini göremiyoruz. Çünkü aksiyon sevmiyorlar.
Kemal Uçar: Cüneyt Arkın var.
Feray Açıkgöz: Onun bir dublörlük geçmişi yok ama bütün aksiyonları kendi yapıyor. Her yerinde fıtıklar var. Kendimi ona benzetiyorum. Yani bu işi aşkla yapacağım ve her yerimde fıtıklar falan olacak. Dublörlüğe yeni yeni başladığım zamanlarda kendisiyle tanışma fırsatım oldu. Çalıştığım spor salonuna yüzmeye geliyordu. Hep hayatını anlatırdı. Şurada eşeklik etmiştim. Keşke buradan atlamasaydım. Bak şimdi burada yüzmek zorundayım derdi.
Dublör istemem ben yaparım diyenler olmuyor mu hiç?
Feray Açıkgöz: Ben her oyuncuyla mutlaka konuşuyorum. Bu sahneyi siz yapabilirsiniz. Sadece bir iki saat çalışmamız gerekir diyorum ama vakitleri olmuyor. Benim yaptığım bir şeyi orada kendi yapsa ben daha çok gururlanıyorum. Ama reddediyorlar, galiba uğraşmak istemiyorlar. Bunun yanında cesaretli oyuncularımız var ama çok az. Canlı canlı mezara girdi mesela bir oyuncumuz. Ben deneyimleyeceğim dedi. Dedim helal olsun, çok iyi. Çünkü o gün hiç mezara giresim yoktu.
Geçenlerde dublörlerin hayatını anlatan bir belgesel yapıldı.
Feray Açıkgöz: Bizi fark eden birkaç kişi daha yaşadığımız zorlukları çekmeye başladı. Sakatlık dönemimi çektiler. Doktorlarımızla görüştüler. Birçok arkadaşımın hayatından bir şeyler çektiler.
“Risk” bu mesleğin tanımlarından biri. Oyunda ise turnusol kâğıdı gibi başrol müsün dublör müsün ortaya çıkarıyor. Ve o soruyu soralım: Gerçekten kendi hayatımızı yaşıyor muyuz yoksa o hayatın dublörlüğünü mü yapıyoruz?
Kemal Uçar: Yani en azından öyle tatlı bir çıkarımı var oyunun. Eğer bu riski sen aldıysan demek ki kendi hayatının dublörüsün ama bence daha önemlisi, o riski senin yerine alacak birisi mutlaka bulunurdu diyor. Daha da önemlisi her şeye rağmen yaptıklarınızın arkasında yatan çabayı, aldığınız riski, başarılarınızı kimse görmüyor. Kimse farkına varmıyor diyor. Çünkü bu hayatta hepimizin en büyük derdi bu değil mi? Ben bunu yaptım ve bunun değerini göremedim, karşılığını alamadım, bir teşekkür bile etmediler diyoruz. Bu hakikaten ortak ve samimi bir derttir yani. İşte yine dublörsünüz. Çünkü sizi kimse görmedi. Kimse kimseyi görmüyor.
Bu sorudan sonra hep dublör olduğumuz çıkıyor ortaya. Hiçbirimiz, kendi hayatımızın başrolü değiliz o zaman.
Kemal Uçar: Öyle galiba. O yüzden de her tarafımız sakat. Hem fiziken hem ruhen.
Bir dublör diğer dublöre bir şey söylemek ister mi?
Kemal Uçar: Bence bizi bir araya getirerek harika bir şey yaptın. Feray’ı tanıdığım için çok heyecanlıyım. Ben bu sayede oyundan alacağımı almış oldum. Artık bu oyunun dublörü ben değilim.
Feray Açıkgöz: Bütün dublör arkadaşlarım adına hayatımıza dokunduğu için Kemal’e ve bizi bir araya getirdiğin için sana teşekkür ederim. Oyunu umarım çok kişi izler. Ben fırsat buldukça oyunumuza geleceğim.
İkinize de emekleriniz için çok teşekkür ederim.