Günsu Özkarar
Geçtiğimiz sezon izlediğim özgün oyunlardan biri Nadir Sönmez’in yazıp, Ayşe Lebriz’in yönettiği cesur oyun Libido oldu. Oyunun ardından genç oyuncular Fırat Bozan, Cemre Buğra Ün ve yönetmen koltuğundaki Lebriz’le oyunun sürecini ve nedenlerini konuştuk. Keyifli okumalar…
En baştan başlayalım… Çalışmalarınız nasıl geçti? İki oyuncu olarak birbirinize uyum sağlamak için neler yaptınız?
Cemre Buğra Ün: Biz Fırat’la önceden de tanışıyorduk ve hatta birlikte çalışmıştık. Bu yüzden uyum sağlamamız çok zor olmadı aslında. Hem bir oyunda hem de karı koca olarak oynadığımız bir kısa filmde bir araya gelmiştik. Bu iş ise tesadüf oldu ve ikimize de farklı kanallardan geldi.
Fırat Bozan: Evet, geçtiğimiz ekim ayında film çekimleri bitti. Marx Amcam isimli bu film şu anda festivalleri dolaşıyor. Bir de ben şunu eklemek isterim. İkimiz de Üsküdarlıyız. Üsküdar sahilde büyümüş olmamız, yani aynı mahalleden gelen bir çocukluk söz konusu olduğu için olsa gerek enerjimiz çok benziyor. Haliyle ben, prova sürecine girdiğimizde o çocukluk oyunlarımızın devamındayız gibi doğal bir akış hissettim.
Rolünüz oldukça zorlayıcı. Çünkü tek perde içinde bir çok farklı rolü canlandırıyorsun.
F.B.: Ayşe Hoca bu oyun için beni aradığında çok heyecanlandım. Oyundan bahsederken de karakterlerden bahsetti. O benim hemen hemen bir günümün sokakta ve gözlem yaparak geçtiğini bilir. Sanırım bu gözlemlerimin çok faydası oldu. Ancak sadece bu yeterli olmadı tabi. Çünkü metindeki karakterlerin arasındaki farklı sosyal statüleri ve ilişkilendirmeleri analiz etmem gerekti. Bu süreçte de Ayşe Hoca çok yardımcı oldu.
“Ayşe Lebriz, geniş alanlar açarak, başka duvarları yıkmadan, kendi duvarlarınızı örmenizi sağlayan bir nimet.”
Sahi Ayşe Lebriz nasıl bir yönetmen?
Ayşe Lebriz: Keşke ben çıksaydım, daha rahat konuşurlardı. (Gülüyor.)
C.B.: Bu oyun çok kısa bir sürede, sadece 20 günde çıktı. Bu bence Ayşe Lebriz’in başarısı. İkimiz için de çok hızlı bir süreçti.
F.B.: Evet karşılıklı çalışmamız sadece 10 gün hatta.
C.B.: Ayşe Hoca başlı başına bir okul. Bu iki yıllık pandemi döneminde tiyatroya o kadar uzak kalmıştım ki, geri dönüp, böyle büyük bir karakteri anlamamda bana çok büyük yardımı oldu. Tabi ki birlikte çalışmanın zorlukları da var. Ama beni kırmadan, dökmeden Hale karakterine öyle bir yaklaştırdı ki, bir baktım, aynı şeyleri düşünmeye başlamışız ve beni en mutlu eden şey de Ayşe Hoca’nın bunu doğalıyla, fark ettirmeden yapıyor oluşu…
F.B.: Ben Ayşe Hoca’yı zaten okul yıllarından beri tanıdığım için daha avantajlı olduğumu düşünüyorum. Ayşe Hoca iş esnasında çok kapsamlı araştırmalar yapan biri ve bu hali insana çok yardımcı oluyor. Mesela ben karakterlerden biri ile ilgili bir problem yaşarken bana bir Japon Halk Hikayesi anlattı ve karakteri çözmemi sağladı. Özetle, Ayşe Lebriz, geniş alanlar açarak, başka duvarları yıkmadan, kendi duvarlarınızı örmenizi sağlayan bir nimet.
Siz kendinizi nasıl bir yönetmen olarak tanımlıyorsunuz?
A.L.: Aslında ben kendimi tam olarak yönetmen olarak görmüyorum. Bu kelimeyle ya da pozisyonla bir derdim vardı belki de. Şimdi şimdi biraz anlatabiliyorum. Çünkü benim gözümde yönetmen, iki alana ayrılıyor: Yaratım aşamasında ve insan ilişkilerinde. Oyun çalışırken ‘Tanrı’ yönetmen gibi olup, aşağıdan yukarıya kurulan hiyerarşik yapı bana uygun değil. Çünkü oyuncular yönetmenin istediğini yapsalar dahi birer yaratıcılar. İnsan ilişkilerinde ise ‘iktidar’ ya da ‘otoriter’ olan biri hiç değilim. Oyunculuk ve eğitmenlik bir sürece yayılmış gidiyorken, yönetmenliğe geçtiğimde hiçbir zaman “Ben yönetmenim.” demedim, “Oyun kurucuyum.” dedim. Bu benim kişiliğime daha uygun, çünkü ben yatay ve daha demokratik bir ilişkiler düzleminden yanayım. Yani beni gördükleri yer için teşekkür ederim ama ben hala aslında bir ‘oyun kurucuyum’. Ancak bazen bu oyun kurucu tabiri insanlar tarafından anlaşılamadığı için “Peki, öyle de ifade edebilirsiniz.” diyerek geçiştiriyorum. Ama çalışırken, yani oyunu kurarken oyuncularımı iştahla anlam arayışına çağırma ve ‘birliktelik’ ruhuyla oyunu inşa ettiğimiz bir ‘takım arkadaşlığı’ kurma gayretindeyim.
Bu oyun size nasıl geldi? Biraz da o süreci dinleyebilir miyiz?
A.L.: Oyun, çok yorgun olduğum bir döneme denk geldi. Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla düzenlenen Müzede Sahne Sanat Yönetmeni Emre Koyuncuoğlu teklif etti. Oyunun yazarı Nadir Sönmez eski bir arkadaşım. Yıllar önce birlikte bir performans/okuma tiyatrosu yapmıştık kendisiyle. Benim için onun dünyasını anlamak, başlı başına merak uyandırıcıydı. Yorgun olduğum bir döneme denk gelmesine rağmen oyunu kabul etmem uyanan bu isteğin sonucuydu diye düşünüyorum.
Üstelik sadece oyunu yönetmekle kalmıyor, bir de prodüksiyon kısmınla da ilgileniyorsunuz değil mi?
A.L.: Evet çok doğru, ben sadece yönetmen olarak girip, işimi yaptıktan sonra hoşçakal diyeceğim diye düşünürken, kendimi işin mutfağında da buldum. Algım geriden gelmiş sanırım (gülüyor), prodüksiyona da evet demişim meğer. Ama dürüst olmak gerekirse, Türkiye’de nasıl tiyatro yapılır diye sorgularken böyle bir oyunun içinde olmak hem telaşlandırdı hem de gerçekten şifa oldu. Fırat’ı okuldan da tanıyordum ama Cemre’yle tanışmak ve çalışmak da benim için çok mutluluk verici oldu. Benim gibi çok titiz çalışan biri.
Hale karakterine de titizlikle hazırlanıldığı belli zaten. Ben bir şeyi merak ediyorum. İnsanın doğaya uyguladığı şiddete karşı duyarlı olmayı misyon edindiğinde depresyondan kaçamayan bir karakter Hale. Depresyonu biraz da gerçekleri görmekle mi geliyor bu hikayede?
B.: Evet, ben paralel olduğunu düşünüyorum depresyon ve görmenin. Çünkü doğadan uzaklaştıkça özümüzden kopuyoruz ve kendimizle aramızdaki mesafe arttıkça da bir boşluk oluşuyor. Ben bu boşluğu depresyon olarak tanımlıyorum. Belki bir başkası böyle yorumlamayabilir ama benim için bu öyle.
A.L.: Cemre’ye katılmakla birlikte, politik bir tepki olarak da ele aldığımızı söyleyebilirim bu depresyonu. Bir kadın sanatçının bedeninin, ruhunun ve zihninin verdiği tepkiler ‘politik’ bence.
“Bu konular, çıkarıp çıkarıp bakacağım bir dosya haline geldi.”
Bir de Hale’yi perde açıldığında duvakla görüyoruz. Bu da bana sanki Pippa’ya bir gönderme gibi geldi…
C.B.Ü: Güzel bir çağrışım olmuş ama aslında değil.
A.L.: Nadir’in doğayla iş yapan sanatçılardan ilham alarak yazdığı bir sahne sanırım. Ekoseksüel adında bir akım var ve bir bitkiyle evlilik ritüeli de bu akıma bir gönderme.
Aklıma diğer gelen de, sürekli proje üretmeye endeksli yaşamaktan yorulan Hale’nin, yakınlarından uzaklaşmasının belki de biraz, sistemin kadınları köleleştirmesine bir eleştiri niteliğinde olması…
C.B.Ü.: Ben Hale’nin isyanının oradan yaklaştığını düşünmüyorum, onun temel meselesi kendi kadınlığı ile ilgili ve hem yazarın, hem de yönetmenin vurguladığı esas mesele kendisine nasıl yabancılaştığı. Ama tabi ki alt metin olarak böyle de okunabilir, çok uzak değil neticede…
A.L.: Öncelikle ben Hale’nin bir çevre aktivisti de olduğunu düşündüm. Sadece doğaya duyarlı demek yetmez onun için. Hale, insanları ekosistemin bir parçası olarak görüyor. Doğanın dengesinin bozulmasından da insanları sorumlu tutan bir sanatçı olarak düşündüm. Bugün yaşadığımız alarm veren iklim krizi nedeniyle bütün canlıları bekleyen tehlikeye dikkat çekmek ve bunu dert etmek ve bunun için bir şeyler yapmak politik bir duruştur bence. Hale’nin bu nedenle ürettiği işler bu konuya dikkat çeken işler. Ancak bunları üretmesinin, sonucu değiştirip değiştiremediği noktasında sorgulamaları başlar. Herkes tarafından iyi olarak görülen bir sanatçının böyle bir yabancılaşma yaşaması bence çok anlamlı. Hikayedeki asal şey de bu bence. Eğer proje üretmekten yorulan sanatçı kimliği önde olsaydı, bu durumun çarpıcılığından rol çalardı diye düşünüyorum. Hepimiz düşünmüyor muyuz ara sıra da olsa, yaptıklarımız ne kadar ‘değişim’ yarabiliyor diye. Sadece bir ‘aktivist’ olsak kendimizi daha işe yarar hisseder miydik acaba? Bilmem ki!
Günümüz tiyatrosu dijital olanaklardan oldukça faydalanıyor. Bu oyun da sosyal medyayı, artan dijital olanaklardan faydalanmak ve biraz da çağa ayak uydurmak için mi kullanıyor sizce?
A.L: Aslında keşke bu sorunun cevabını oyunun yazarı Nadir Sönmez’den alabilseydik. Biz bu konuda Nadir’le biraz birbirimizi ikna etmek zorunda kaldığımız bir süreç geçirdik açıkçası. O sosyal medyanın kamusal bir alan olduğu konusunda ısrarcı oldu, bu sebeple de instagram canlı yayın kullanmalıyız diye düşünüyordu. Hale’nin kendine yabancılaşma sürecinde önemli bulduğu için de hiç vazgeçmek istemedi. Ben ise bu ‘yabancılaşmasını’ daha kendi içinde derin yaşamasını ve günlük tutar gibi bu yaşadığı sorgulamaları, acı çektiği anları, sorduğu zehir zemberek soruları ‘dürüst’ bir yerden önce kendine sormasını, kendisiyle hesaplaşmasını istedim. O yüzden kendini videoya çekmesini istedim. Hani günlük tutarsınız ya, işte öyle bir yerden düşünerek tuttuğu bu video kayıtlarının sonunda bambaşka bir yere evrilmesini istedim. Oyunda toplam Hale’nin dört hesaplaşması vardı kendisiyle ve bu hesaplaşmaların kaybolmasını istemediğim için onun işlerinin artık galeri mekanlarından çıkıp bir kamusal alana geçiş yapacak bir ‘dönüşüm’ geçirdiğinin görülmesini istedim. Hale’nin kendi çığlığını yansıtan bir sembol olup olmadığını ben de seyircilerin geri dönüşlerinden anlamaya çalışıyorum.
Peki seyircinin tiyatro sahnesinde videoya tepkisi genelde ne oluyor?
A.L.: Buna oyuncular cevap vermeli çünkü özellikle oyuna onların arkadaşları çok geldi.
F.B.: Bence teknoloji gerektiğinde ve doğru kullanıldığında çok tutarlı oluyor. Önemli olan bilinçli ele alınıp, metne hizmet edip etmediğine bakmak bana kalırsa. Bir de ben estetik bir yerden de bakmak gerektiğini düşünüyorum, görsel anlamda da oyunu besliyor sonuçta.
C.B.Ü.: Bence bizim oyunumuzdan video çekimleri, ilk sahneden çıkıldığı andan itibaren, orada artık sözde aynı dili konuşan sanat çevresi ve hep aynı dialoglardan sıkılan Hale’nin başka insanlara ulaşma arzusuna hizmet ediyor. “Evet biz sanat yapıyoruz ama dışarıda da bir dünya var ve ben kendi sanatımla buradan da bir bağ kurmak istiyorum.” diyor aslında Hale. Ben ayrıca teknik olarak da baktığımda seyirci bu sayede Hale’nin daha yakınına da girmiş oluyor tabii. Çünkü Hale, içsel sorgulamasında bazı cevapları ararken daha sıradan insanlarla gündelik dialoglar halinde buluyor. Videoların da buna bir itki sağladığını, yani ilk adımı oluşturduğunu düşünüyorum.
A.L.: Ben şunu eklemek isterim. Nadir’in metninde sadece iki değişiklik yaptım, biri cep telefonundan instagram canlı yayın yapması yerine video kayıt yapması ikincisi ise birinci hesaplaşmasında birinci tekil şahıs kullanmam. Oyun, benim için ‘biten’ bir şey değil; birlikte geliştirebileceğimiz canlı bir organizma gibi… Yanılma payım olabilir. O zaman yeniden değerlendiririz hep beraber.
Kadın olmaya dair biraz cesur bir hikaye. Erkek izleyiciler ve kadın izleyicilerin oyuna reaksiyonunda farklılıklar görüyor musunuz? Ya da şöyle sorayım, kaldırmayanlar oluyor mu?
F.B.: Benim aklımda kalan enteresan bir şey oldu. Hale’nin ağladığı sahnede, yüzüne su sıkıp oyuna devam ediyor. Seyircilerden biri de bunun bir boşalma olduğunu düşünmüş, bana bu şekilde algılaması çok değişik gelmişti. Bu gibi sorular, özellikle Hale ile ilgili, evet erkek seyircilerden çok geldi, itiraf etmeliyim.
Oyunda bir sahnede müsilaj konusu bile geçiyor. Özellikle mi güncel olması hedeflenmiş sizce yazar tarafından?
A.L.: Bunu fark etmenize ve sormanıza sevindim açıkçası. Nadir gerçekten de güncel meseleleri oyunlarında çok iyi kullanan bir yazar. Müsilaj da pandemideki temel dertlerimizden biriydi. Haliyle bunu oyunda da görebiliyoruz. Ayrıca oyundaki tüm erkek rolleri de çok manidar, çok iyi yaratmış, hepsi ayrı bir perspektif sunuyor. Bu beş adamın sahnelerinden sonra Hale’nin sorgulamasının daha da derinleştiğini ve adamların farklılıklarının onun bu sorgulamalarında ‘kaleydoskop’ etkisi yarattığını da düşünüyorum.
“Babamın “Senede en az bir gün köye git, toprak seni kabul etsin.” diye öğütlediği bir çocukluktan geliyorum.”
Son olarak, peki sizin bitkilerle aranız nasıl ve oyundaki ifadesini siz nasıl anlamlandırıyorsunuz?
C.B.: Benim çok çok iyi, evde çok bitkim var. Onları çok seviyorum ve kendimden farklı görmüyorum. Öyle bir çevrede büyüdüm, bu da benim için bir şans. Sonrasında da bunu tercih etmeye devam ettim ve aynı zamanda onlarla performans yapıyorum. Dünyada da günümüzde bitkileri sanatında kullanan çok sanatçı var. Ekoseksüel olarak bilinen bu alan, başta bana biraz aykırı gelmişti. Araştırdığımda izlediğim bazı videolar ya da belgeseller bana çok sert geldi. Özellikle de bitkilerle sevişen insanları anlayamadım. (Gülüyor.) Ama sonra ben de, sevişme anlamında olmasa da, kurulan bu iletişimi ve bilimsel olarak bitkilerin dünyasına daha fazla girebilmemizle, “Neden olmasın.” noktasına geçebildim. Birçok insan da zamanla bitkilerle daha farklı bir ilişki kuracak bence, daha empatik bir bağ bu bahsettiğim…
A.L.: Ben de bu konuda Cemre’den çok şey öğreniyorum. Toprağı seviyorum ve bitkileri daha iyi anlamaya çalışıyorum. Bende de bitki çok ve sabahları kalktığımda hepsiyle konuştuğumu, onlara müzik dinlettiğimi itiraf etmeliyim.
F.B.: Cemre ve hoca gibi yaklaşamıyorum ben aslında. Ailem, köylerinde, geçimlerini topraktan sağlayan bir aile. Babamın bana hep söylediği bir söz vardı “Senede bir gün de olsa iki gün de olsa köye git, toprak seni kabul etsin.” Bu sözü küçükken anlamak tabii daha zordu. Derken toprağın, bitkiyle olan birliktelik süreçlerinden doğan başka manalarını keşfetmeye başladım. Artık doğa ana meselesi benim için daha değerli olmaya başladı. Evde bir hayvanımız yoktu, sağlık problemleri sebebiyle. Ama annemin çeşitli bitkileri vardı ve bitkilerle konuştukça ona bu durumun iyi geldiğini fark ettim. Bitkileri yetiştirmeye annem, yerde bulduğu bir dalla başlardı genellikle. Bulduğu dalı eve getirirdi, içi su dolu bir bardağa koyardı ve sonra o büyürdü büyürdü büyürdü. Bu durum, annemin çok hoşuna giderdi. çünkü annem onunla sohbet ederdi ve aralarında bir bağ kurulurdu. … Aynı zamanda benim için bitkiler hala kompleks çiçekler ve bence en anlamlı şey de onları anlamaya çalışmak.
“Bildiğimiz karınca ağustos böceği masalı mı değişiyor yoksa?”
O halde ne olacak bu bağımsız tiyatroların sonu ya da neler yapmak lazım?
A.L.: Bugün kendi yaratımlarımızda ne kadar bağımsızız ve ne kadar alternatifiz bilmiyorum. Bambaşka kaygılar yaşarken, artık işlerimizde sanatsal yan ne kadar var, diye düşünüyorum. İstesek de istemesek de öncelikli derdimizin seyirci olduğunu ve tiyatroya emek verenlerin yaşamını tiyatrodan idame ettirmesinin imkânsız olduğunu görüyorum, yaşıyorum. Dolayısıyla böyle bir kaygının içindeyken bağımsız, alternatif, deneysel, avangart işler üretmek, yani seyirci kaygısı olmadan bunları yapıyor olmak bence artık lüks. Tarlabaşı Bulvarı’ndaki insanlar kentsel dönüşümle gönderildi. Merkezden uzak halkalara doğru, gittikçe uzaklaştırıldılar, gözden ırak oldular. Ben de buradan yola çıkarak bağımsız tiyatrolar, alternatif tiyatrolar, avangart işler üreten tiyatrolar, yani “sanatsal işler üretmeye çalışan tiyatroları ‘Periferi’ Tiyatrolar olarak adlandırıyorum. Kıyıda köşede ya da halkaların en sonunda kaldıkları için…. Bir zamanlar bu işleri üreten insanlar içimizdeydi, merkeze yakındı. Şimdi bir seyircinin bu tür tiyatro oyunlarını fark edebilmesi için bir yol kat etmesi gerekiyor. Bizim de bu seyirciye ulaşabilmemiz için sesimizi duyurmamız gerekiyor. Bu da çok büyük bir çaba gerektiriyor. Hani siz dediniz ya her şey popülerlik düzeyinde ilerliyor diye; seyirci de, ”şu kadar param var, ayda bir kere tiyatroya gidebiliyorum, tanınmış bilindik insanlardan bir şey izlemek istiyorum”, diyor. Dolayısıyla tercihler değişiyor. Büyük resimdeki denklemler değişmeden nasıl düzelecek bu durum bilemiyorum. Pandemide sanatçılar ne kadar zorlandı işleri durduğunda. Devletin ya da yerel yönetimlerin bizlere sadaka verir gibi ”destek verdik’’ demesinden daha çok sanatın, toplum için ‘olmazsa olmaz’ olduğunun bilinciyle yaklaşılması gerekiyor. Böyle zamanlarda Nazım Hikmet’in ”tersine masallar’’ı aklıma geliyor. Meseleye nereden bakacaksınız? Karıncanın gözünden mi? Ağustosböceğinin gözünden mi?. Yargıları değiştirmeliyiz, “Karıncayla ağustos böceği” hikâyesindeki gibi tersine işlemeli. Bir gün gelecek ağustos böceği, karıncanın kapısına gitmeyecek. Karınca yalvaracak ”Ne olur bir şeyler çal, müzik dinleyelim; ölüyoruz nefessizlikten!” diye. Bilimde de, sanatta da yaratıcılık toplumun ihtiyacı olan, geleceğine etki edecek bir perspektif sunuyor. Yoksullaşmak sadece ekonomide olmuyor; sanatsızlaşarak da oluyor. O yüzden birlik ve dayanışma içinde olmak iyi geliyor. Yalnızlaşmamak…
O kadar güzel bir örnek verdiniz ki… Karınca hikâyesi bana ilham oldu. Buradan bir öykü bile çıkar gerçekten.
A.L.: O tiyatrosunu kapasın, bu oyun yapmasın; tamam ama mesele çözülmüyor. Bir kişinin ses vermesiyle bin kişinin ses vermesi arasındaki farkı yaşamadık mı? Gücümüzün ne olduğunu biliyoruz, bilmeliyiz. Bedel ödemeye razı olabilmeliyiz, gerekirse de ödemeliyiz.
Bu keyifli sohbet için üçünüze de çok teşekkür ederim.