Cem Gümüş
Son yıllarda İzmir’de alternatif tiyatroları takip eden geniş bir seyirci kitlesi var. Bu karşılıklı bir etkileşim elbette. Seyirci çoğaldıkça, alternatif tiyatroların sayısı da artıyor. Tiyatro Salt İzmir’in en eski alternatif topluluklarından birisi. Şehrin göbeğinde, Çankaya’da, Sahne Salt isimli oda tiyatrosu formunda bir mekânda gösterimlerini gerçekleştiriyorlar.
Sakarya Caddesi Ankara için, İstiklal Caddesi İstanbul için neyse, Çankaya da İzmir için öyle.
Koşturmaca, trafik, gürültü akşam vakitlerinde sona eriyor. Çankaya kimsesiz ve karanlık bir hale bürünüyor. Muhasebe büroları, bankalar, oteller, avukat ofisleri, tekstil vitrinleri… Hepsi güneşin batmasına yakın ışıklarını kapatıp, kapılarına kilit vurup, Çankaya’dan ayrılıyorlar.
İşte o vakitlerde Tiyatro Salt ışıklarını açıyor ve kapılarını seyircilerine aralıyor. Çünkü tiyatro olmadık yerlerde, olmadık zamanlarda doğabilen, zapt edilemez ve bulunduğu yere canlılık katandır.
Tiyatro Salt: Sahnede Gerçek Var
Alternatif tiyatro izleyenler Tiyatro Salt’ı yakından tanır. Dile kolay 13 yıldır varlar. Bildiğim kadarıyla 16 oyunun temsilini gerçekleştirdiler. Oyunlarından birkaç tanesi hâlen sahnede seyircisiyle buluşmaya devam ediyor.
Tiyatro Salt için bir yazar tiyatrosu denilebilir. Büyük çoğunlukla Bahadır Yüksekşan’ın metinleri sahneye taşınıyor. Aynı zamanda Alev Koçer’in çevirdiği veya uyarladığı metinlerin de sahneye taşındığına tanık olmak mümkün.
Tiyatro Salt genç bir ekiple çalışıyor. Hiyerarşik düzenin yıkıldığı, son derece adil ekip ruhları olduğunu biliyorum. Bu, anlattıkları hikâyelerdeki hassasiyetlerini günlük hayat pratiklerinde de gözettiklerini gösteriyor. Bundan etkilendiğimi söylemeliyim.
Dijital Dünya’da Tiyatro Salt
Alternatif tiyatrolar her zaman daha fazla seyirciye ulaşmak ister. Bunun için dijital dünyada görünür olabilmek çok önemli. Tiyatro Salt nitelikli afiş tasarımı ve sosyal medya kullanımı ile görünür olmayı başarıyor. Tiyatro Salt kurucularından Yüksekşan’ın bir röportajda belirttiği gibi pandemi ile birlikte başlayan dijitalleşme sürecinde oyunların çevrimiçi gösterimlerine de ilgi artmış durumda. Özel tiyatrolar destek alamadıkları bu süreçlerde çevrimiçi platformlar için üretim yaparak ekonomilerini sürdürmeye çalıştı. Biz seyircilerse dijital gösterimleri deneyimlemiş olduk. Kimimiz sevdi, kimimiz sevmedi.
Yurt dışındaki tiyatro ekipleri oyunlarının kayıtlarını almaya ve perdelerini internet üzerinden açmaya devam ediyor. Üstelik bunu son derece profesyonel, kimi zaman deneysel bir şekilde yaptıklarını söylemeliyim. Gönül ister ki Salt’ın ve diğer alternatif tiyatroların sesi başka şehirlerde, hatta başka ülkelerde yaşayan tiyatro izleyicilerine de dijital varlığı ile ulaşabilse.
Sahne Salt: 40 Kişilik Oda Tiyatrosu
Sahne Salt 40 kişilik kapasitesi bulunan bir oda tiyatrosu. Seyircinin gözüne bakarak hikâye anlatmak için uygun bir yer. Tiyatro Salt oyunlarının bir çerçeve sahnede ya da amfi tiyatroda oynandığı zaman etkisinin kaybolacağına inanıyorum. Çünkü büyük reji çözümleri isteyen ve hareket üzerine inşa edilmiş oyunlar çalışmıyor, anlatı, monolog ve soliloquy temelli metinler üretiyorlar. Oyuncunun göz teması kurması, bazen küçük sorular yöneltmesi konsantrasyonumuzu oyunda tutmamızı sağlıyor. Kısacası oyuncuya olan yakınlığımız, oyunla kurduğumuz ilişkiyi güçlendiriyor.
Ben Berlin: Striptiz Kulübüne Hoş Geldiniz
Ben Berlin oyunu tek kişilik, yaklaşık 60 dakika süren bir oyun. Seyirciler Sahne Salt’a girdiği an yüksek sesle müzik çalan bir striptiz kulübüyle karşılaşıyor. İçeride bir kafes, kafesin içinde Yusuf var. Üzerinde pullu bir kot yelek, ayaklarına kadar sıyrılmış tulumu, iç çamaşırı ve renkli çoraplarıyla dans ediyor. Seyirciler salona tamamen yerleştikten sonra müzik kısılıyor, ışıklar kapanıyor. Yusuf, az önce içinde dans ettiği kafesin tam karşısına geçmiş, sandalyesine oturmuş ve az sonra hikâyesini anlatmak üzere bekliyor.
Ben Berlin: Zincirlere Bağlı
Ben Berlin oyununda Türkiye’den Almanya’ya göç etmek zorunda kalan Yusuf’un hikâyesine tanıklık ediyoruz. Akrabaları 1960’lı yıllarda yurttaki yoksulluk nedeniyle göç eden birinci kuşak göçmenler arasında. Yıllar içerisinde Almanya’da belirli bir refaha kavuştuktan sonra evde kendilerine yardım edecek birinin arayışı içine girerler. Bu kişi Yusuf olacaktır. Ailesine bir miktar para ödeyerek, Yusuf’u yanlarına çağırırlar. Yusuf on iki yaşında Türkiye’deki hayatını bir kenara bırakmak zorunda kalır. Başına geleceklerden habersiz Almanya’ya taşınır.
Yusuf geçmiş yaşamına adeta bir zincirle bağlanmış gibidir. Sürekli geçmişinden bahis açar. Geleceğe odaklanması ancak bu zincirin izin verdiği ölçüde olabilir. Belki de Yusuf bu zinciri kırmak, içinde bulunduğu kafesten kurtulmak istemektedir. Tıpkı, geçmişinden kopamayan pek çok yersiz yurtsuz gibi. Ben Berlin, Yusuf’un penceresinden, geçmişiyle hesaplaşamayanları, hesaplaşmak için ortaya irade koyamayanları, bu konuda yüreklenmeye ihtiyacı olan insanları ele alıyor. Yusuf hesaplaşması gerektiğini biliyor, bunun için adım da atıyor fakat bu hesap kapandığı zaman ne olacağıyla ilgili zihninde çokça soru işareti var ve cevap bulamıyor. Hayatı başka bir kulvarda mı yaşayacak, bunun için enerjisi, cesareti var mı, her şey sil baştan mı başlayacak?
Kendisine hediye edilen şapkanın üzerinde yazan ismi, Berlin ismini, ikinci bir isim olarak kabul etmiş. İki farklı toplum, kültür ve aile arasında sıkışıp kalmış, hayatı boyunca türlü travmalar yaşamış. Öteki görülmek, ait hissetmemek, yüzleşme isteği… Seyirci Berlin’in hikâyesini dinlerken bu kavramlarla karşı karşıya kalıyor. Berlin ise kendi kafesi ile karşı karşıya. İnsanın yüzleşmek için öncelikle yüzleşilecek kimseyi, nesneyi ya da olguyu karşısına alması gerekir. Berlin tam da bunu yapıyor. Kendisini kafesin karşısına konumlandırıyor. Duygularını yoğun yaşadığı her an kafesle göz teması kuruyor.
Özlem duyduğu tüm güzellikleri, aşık olduğu insanları, dansa dair tutkusunu, sevgiye olan inancını, yaşama dair umudunu ve yozlaşmalara karşı duruşunu büyük bir tutkuyla anlatıyor. Anlattığı her hikâyenin içerisinden travmaları yeniden gün yüzüne çıkıyor. Onu ötekileştirenler, kabul etmeyenler, ait hissetmesine mâni olanlar güzel olan anılarının bile içine sızmış durumda. Tam da burada oyun bütün ötekileri temsil eden bir alan açıyor. Berlin, sadece Berlin değil, o artık ötekilerin buluştuğu bir şehir oluyor. Bu anlardaki duygu değişimini oyuncu Bahadır Yüksekşan son derece etkili bir biçimde canlandırıyor. Berlin geçmişinde yaşadığı tüm travmaları geride bırakmak, anlatıp kurtulmak ve yüzleşmek için birçok yol deniyor. Bulduğu esas çözüm içe soyunmak oluyor. “O zor işte” diyor. Anlatmaya cesaret edemediği, hatırlamaktan kaçındığı belki de unutmak için kılı kırk yardığı her ne varsa döküyor ortaya.
Sınır ve Kafes
Berlin, anlatısını gerçekleştirirken seyircileri ikiye bölüyor, “Burası Almanya, burası Türkiye” diyor. Sınırın tam ortasında kafes, karşısında Berlin. Herkesin konumu belli. Böylelikle seyirci de kendisine ait bir temsiliyet görüyor. Oyunun bir parçası gibi hissediyor.
Yönetmenin seyircileri ikiye ayıran hayali bir sınır çizme fikri son derece etkileyici. Fakat etkileyici olmasının sebebi yalnızca bir reji tercihi ya da metinde bu şekilde yazılmış olması değil. Anlam üretmek için çok güçlü bir imge olması.
“Öteki” söz konusuysa, mutlaka karşısında “diğeri” vardır. Büyük olasılıkla birinin kendini öteki hissetmesi diğerinden kaynaklanır. Yönetmen sahneyi ikiye bölerek seyirciyi toplumsal düzlemde “diğeri” ilan ediyor. Bir taraf Almanya halkı, diğer taraf Türkiye. Seyirciler kendi aralarında bir karşıtlık yakalarken, oyun interaktif bir hale bürünüyor. Böylelikle diğerleri, ötekilerin hayatındaki etkileri üzerine daha çok empati kurabilmeye başlıyor. Fakat, sınır imgesi ve bu reji tercihinden doğabilecek interaktif yapı ne yazık ki işlevsiz kılınmış, eksik kalmış. Oysa bu interaktif yapı daha efektif bir şekilde kullanılsa seyircinin empati yapmasına ve gerçekten sorunun kaynağı üzerine daha çok düşünmesine imkan yaratacaktır.
Tiyatroda rastlantısallığın yeri olmamalı. Ne çerçeve sahnede, ne de oda tiyatrosunda. Hem yazarın hem de yönetmenin tercihleri seyircinin karşısında vücut buluyor. Bunların üzerine düşünmek gerek. Bu didiklemek değil. Yalnızca anlam üretme ihtiyacı. Oyunun anlam düzlemine göre belirlemeler yapmak ve hikâyeyle empati kurabilmek için son derece önemli. Kafesin içerisinde şarkı eşliğinde kulüp dansı yapan Berlin’in oyunun ilerleyen bölümlerinde kafesin karşısına geçip başka bir şarkıya kaşıkla ritim tutması ve göbek dansı yapması üzerine elbette düşünmeliyiz. Bir estetik yaratmak için anlamsal düzlemle nasıl işbirliği içerisinde olmak söz konusuysa, seyircinin de o estetiği anlamsal düzlemle buluşturabilmesi gereklidir. Yusuf, Berlin, sınır, kafes… Hepsinin bize anlatmak istediği bir şey var. Olmasa neden orada olsunlar? Biz de onları dinlemek ve anlamak için oradayız.
Ben Berlin oyunu, her insan için “ben” diye bir gerçeğin olduğunu hatırlamamızı istiyor. Bunu diğer insanların belirlediği bir hayat hikâyesi, Berlin’in hikâyesi, üzerinden yapıyor. Öteki ilan edilenlerin var olabilmesi diğerlerinin yargılarına yanıt vermesiyle mümkün olabilir. Ötekilerin kendisini anlatması ve diğerlerinin onu dinlemesi, anlaması, empati kurabilmesi gerekir. Tiyatro Salt öteki görülenlerin, toplumdan uzaklaştırılmaya çalışılanların, olmasa da olur denilenlerin toplumla yüzleşebildiği, kendilerini anlatma fırsatı bulabildiği bir alan açıyor. Oyunlarında farklı temalarda, mekanlarda ve karakterlerde hep aynı dürtü ile karşılaşıyoruz. Anlatmak, sahneye gerçeği taşımak. Tiyatro Salt oyunlarının düşünsel zeminini bu yapı oluşturuyor.
Ben Berlin keyifle seyredilecek, kimi zaman gülümsenecek, kimi zaman hüzünlenecek bir atmosfere sahip. Bu atmosferi deneyimlemenizi ve Yusuf’la tanışmanızı öneririm.
Söylemeden geçemeyeceğim, önümüzdeki aylarda yeni bir oyunu seyirciyle buluşturmak üzere çalıştıklarını öğrendim. Bekliyor olacağız.