Pınar Erol
Ne güzel sustuk öyle… Unutmaya sığındık. Yüzüne bakamadığımız gerçekleri nasıl dillendirecektik ki! Yaralarımızı sakınıyorduk. Biz de sertleşen her hikâyeyi toprağın ıssızlığına gömdük. Meğer emanet etmişiz.
Sonra erkenci bir çiçek açtı. Toprağın yeşerttiği o hikâyeleri günışığına taşıdı. Lotus’muş adı. O bulanık sulardan pırıl pırıl çıkmasını bildiği gibi, utancı, kederi çamurunda bırakıp bilgeliği taşımayı da bildi. Tebessümü hatırlattı. Gülümsemek iyileşmenin ilk habercisi. Çocukluğumuzdan sağ çıkabilirsek anlatmaya da başlayacağız. Tıpkı “Bir Alzheimer’ın Anıları”nda olduğu gibi.
Tiyatro Lotus, Mustafa Kırantepe, Sabahattin Yakut ve Gülay Şenyüzlü Kırantepe tarafından kuruldu. İlk oyunları Sabahattin Yakut’un kaleminden, derininden, yönetiminden. Sahnede Mustafa Kırantepe var. Çağcıl bir meddah olarak izleyiciyle incelikli bir iletişimde. Suretinde kaç kişi var sayamadım. Gülay Şenyüzlü Kırantepe ekibin direği, burada ise yönetmen yardımcısı. Hikâye mi? O hepimizin! Artık ne kadarı yalan, ne kadarı doğruysa…
Sevgili Sabahattin, sevgili Mustafa, siz bu oyunu yaptınız diye, Tiyatro Lotus’u kurdunuz diye ne güzel konuştuk böyle…
İkiniz de Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı mezunusunuz. Birbirinizi yakalayamadan aynı eğitimden, aynı tedrisattan geçmişsiniz. Sonra yolunuz Semaver Kumpanya’da kesişiyor. Birlikte uzun yıllar geçirdiğiniz Semaver’de ikinizin de ilk oyunu “Titus Andronicus”.
Sabahattin Yakut: Ben okula girdiğimde Mustafa mezun olmuştu. Yani o benim beşimdi. Okulda hiç denk gelmedik. Sonra karşılaştığımızda “ben seni tanıyorum, okulda fotoğrafını görmüştüm” dedim. Yüzü dikkatimi çekmişti. “Titus Andronicus”a gelince, babamı Serkan Keskin, amcamı Nadir Sarıbacak oynuyordu, oyunu açıp kapattığım bir roldü. Mustafa da Bassanyus’u oynuyordu. Benim çok şey öğrendiğim güzel bir deneyimdi. Okulda da hep arkadaşlarımı izleyerek öğrenirdim zaten.
Şimdi aranıza Gülay Şenyüzlü Kırantepe’yi de alıp Tiyatro Lotus’u kurdunuz.
Mustafa Kırantepe: Lotus’un isim annesi de Gülay’dır. Biz de her gün çamurun içinden kendini yeniden var eden bu çiçeği kendimize çok yakıştırdık.
Sabahattin Yakut: Bir de hepimiz çok zor bir şehir olan İstanbul’da yaşıyoruz. Burada her gün ya da birkaç ayda bir yeniden doğmak zorundayız.
Tiyatrolar bu kadar zorlu bir zamandan geçerken bir tiyatroya daha ihtiyaç var mıydı peki?
Mustafa Kırantepe: Bence daha birçok tiyatroya ihtiyaç var. Çünkü herkes kendini kendi kürsüsünden söyleme ihtiyacı duyuyor. Eğer bir yere bağlıysanız, kendinize dair sözleri ancak bağlı olduğunuz kürsüden söyleyebiliyorsunuz. Biz bunu uzun süre Semaver’de yaptık. Şimdi Oyun Atölyesi’nde oynuyorum, keza Sabahattin de Dasdas’ta. Dolayısıyla böyle bir oluşuma ihtiyacımız vardı. Yani kendimizi daha özgür hissedeceğimiz, kendi sözlerimizle, kendi derdimizi anlatabileceğimiz bir oluşum oldu bu.
“Bir Kurşun Deliğine Kaç İnsan Sığar”, “Kırık Merdiven”, “Suretsizler” derken, savaş karşıtı oyunlar yazarken bu hikâye nereden çıktı?
Sabahattin Yakut: Aklıma gelen “Şimdi Bana Soruyorlar Aziz Bu Hikâyeler Nerden Geliyor” var. Ayrıca “Doğal Seçilim” var yine yazıp yönettiğim. Darwin’in “Doğal Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine” kitabından üç kısa oyunu birleştirmiştim. O dönem Açık Sahne diye bir oluşum başlatmıştık. “Doğal Seçilim”i Tiyatro Hal’de oynuyorduk. Seyirciyle beraber hareket ettiğimiz, mekânı gezdirdiğimiz bir çalışmaydı. Dolayısıyla ona uygun bir sahne bulmak zordu. Mustafa’nın da dediği gibi istediğiniz cümleleri her yerde kurmanız mümkün olmayabiliyor. Bunun illa anarşist bir tavır barındırmasına da gerek yok. Tiyatroların repertuarı var ve oralarda kendinize yer bulamayabiliyorsunuz. Keza “Ağlamayı Bilmeyen Kadınlar” oyununu İkinci Kat için yazmıştım. Sonra oyun Devlet Tiyatrosu’na gitti ama hâlâ oynanmadı. Çünkü onun birinin daha kurmak istediği bir cümle olması gerekiyor. Tiyatro Lotus bize o özgürlüğü sağlıyor. Belki de yeni bir cümle söylemek için herkesin yeni bir tiyatro kurmaya ihtiyacı vardır.
Mustafa Kırantepe: Rutkay Aziz’in yönetmenliğini yaptığı oyunda bir oyuncu “hocam böyle yapalım mı” dediğinde ona, “sen kendi tiyatron olduğunda öyle yaparsın” demiş. Bizim kendi tiyatromuz oldu. O söz buna vesile oldu. Şimdi istediğimizi yapacağız yani.
Bu kadar oyundan sonra yazarlığının demlendiğini söyleyebilir miyiz?
Sabahattin Yakut: Benim asal mesleğim oyunculuk. Yönetmenlik de yapıyorum, yazarlık da yapıyorum. Tiyatro üzerinden söylersem, biz oyun oynamayı bırakmayan çocuklarız. Dolayısıyla bu oyunu oynarken bazen topun benim olmasını seviyorum. Bazen başkasının topuyla oynamayı seviyorum. Bazen de sadece oyun kurucu olmayı seviyorum. Bunun her tarafı çok eğlenceli, çok zevkli benim için.
Oyunu birisi için (sipariş üzerine) yazmak nasıl/size bir oyun yazılması nasıl? Oyun mu Lotus’u var etti, Lotus mu oyunu yazdırdı?
Mustafa Kırantepe: Üç-dört senedir aklımda tek kişilik bir şey yapmak vardı. Sahne üzerinde tek başına var olmak benim için bir “challenge”. E artık o yaşlara da geldim. Tek başıma yetebiliyor muyum, insanlara bir dert anlatabiliyor muyum görmek istedim. Nihayetinde Sabahattin’den bir şeyler yazmasını istedim. O da iki-üç hafta sonra iki öyküyle geldi ve “istediğin böyle bir şey mi” diye sordu. “Evet” deyince bu kanaldan yürümeye karar verdik. Sonra bir sürü öyküyü birbirine bağlayıp bir şey önerdi bana Sabahattin.
Sabahattin Yakut: Yazmaya altı-yedi yıl ara vermiştim. Sonra bu bende bir heyecan yarattı. Aynı dili konuştuğumuzu daha net görmeye başladım. Bundan önce “Bir Kurşun Deliğine Kaç İnsan Sığar” oyununda içinden çıkamadığım bir durumu Mustafa’ya açmıştım. O da yaptığı küçük bir dokunuşla beni çok rahatlatmıştı. Kafamız zaten uyuyordu. Yıllar sonra Mustafa’nın da böyle bir isteği olunca denemek istedik. Denerken de hakikaten akıp gittiğini gördük. Meğer bir sürü hikâye varmış biriken.
Mustafa Kırantepe: Tiyatro Lotus’un oluşumuna dönersek, Devlet Tiyatroları’nın sahnelerini kiralamak istediğimizde bize bir koddan bahsettiler. Bu daha çok muhasebeyle ilgili bir mevzuymuş. Benim bir şahıs şirketim var. Ona tiyatro da yapabilir diye bir ibare eklemek gerekiyormuş. Yani Devlet Tiyatrosu’nun sahnelerini kullanabilmek amacıyla yaptığımız şey bize tiyatro kazandırdı.
Sabahattin Yakut: Bir de Lemur Company’den Ataberk’in böyle bir talebi oldu.
Oyun ilk Bozcaada Tiyatro Festivali’nde 3 Eylül’de prömiyer yaptı. Bir anlamda ilk olarak Dionysos’un huzuruna çıktı.
Sabahattin Yakut: Biz de festivalde aynı şeyi konuştuk. Dionysos’un topraklarında, Antik Yunan’da, bağ bozumu şenliklerinde oyunlar oynanmış, tragedyalar doğmuş. E biz de şimdi aynı yerde, aynı toprakların hikâyesini anlatıyoruz. Yani yine bu coğrafyayı anlatıyoruz. Bu bizi çok mutlu etti. Zaten Ataberk (Öge) ile de orada tanıştık.
Mustafa Kırantepe: Tiyatro Tanrı’sının topraklarında sınava tabiiydik yani. Sonra yolumuz festivali organize eden Ataberk ile kesişti. Ertesi gün de “Biz bir yol belirledik, gemiyi suya indirdik. Bundan sonrasında o geminin içinde olmak ister misin, bizimle yol almak ister misin” dediğimizde Ataberk de çok heyecanlandı. Sonrasında birlikte devam etme kararı aldık.
Turne organizasyonunu o yapıyor galiba.
Mustafa Kırantepe: Bizim sabit bir sahnemiz olmadığı için her oynadığımız yerde turne yapmış oluyoruz ve bunların hepsini Ataberk yapıyor. Geçenlerde Ankara turnesinde konuştuk. Çıkmış, yolunu bulmuş oyunlardan ziyade yola yeni çıkan, gelişim sürecini görebileceği oyunları çalışmayı sevdiğinden bahsediyordu.
Oyunda bir hikâye anlatıcısı var. Hikâye anlatıcısı gezgindir ya, siz de özüne uyarak turne turne geziyorsunuz. Bursa, Denizli, İzmir, Almanya, Tarsus, Adana, Erzurum, Malatya…
Sabahattin Yakut: Bizim derdimiz tiyatro yapmak. Ataberk’in derdi de iyi işleri, iyi oyunları seyirciyle buluşturmak. Bir de güzel, genç bir enerjisi var. Sanki Tiyatro Lotus onunla dört kişilik bir bünyeye ulaştı.
Bu oyun, bir kez daha tiyatronun kadim tarifini hatırlatıyor. O yalın diliyle dekor, kostüm, ışık, müzik gibi unsurlardan -yani gerekirse- her tür süsünden püsünden arınıp oyun, oyuncu, seyirci sacayağına oturuyor.
Sabahattin Yakut: Şimdi karşımda Mustafa Kırantepe gibi müthiş bir oyuncu var. Yükleyebildiğim her şeyi ondan alabileceğimi biliyorum. Oyunculukta yapabildiklerimizin sınırsız olduğunu da biliyorum. Bir de ben İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu hayranıyım. Kendi öğrencilerime de mutlaka İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu okumalarını ve çağdaş tiyatroyu öğrenmelerini salık veririm. Mustafa ile konuştuğumda “sahnede sadece senin olmanı istiyorum; başka hiçbir şey istemiyorum. Seni zorlamak, her şeyi sana yüklemek istiyorum” dedim. O da sevdi bu fikri. Çıplak oyuncu ile seyircinin teması gerçekten de tiyatroyu var ediyor. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu da soruyor. Kostüme ihtiyaç var mı? Yok. Suflöre ihtiyaç var mı? Yok. Makyaja ihtiyaç var mı? Yok. Müziğe ihtiyaç var mı? Yok. Peki, neye ihtiyaç var? Oyuncuya! Günümüzde çağdaş işlerin hiçbirinde seyirciyi kandırma ihtimaliniz yok artık. Gözlerinin içine bakarak bu mesafeden yalan söyleyemezsiniz. Onu yalan bir duyguyla kandıramazsınız. O zaman samimi, içten, kalpten anlatmak gerekiyor. Biz de ona çabaladık açıkçası.
Hem afişteki (Emre Göloğlu) hem dekordaki (Deniz Çağrı Bilgili) tahta sandalye meddahın geleneksel imgesi. Dolayısıyla izlemeden de bunun da bir anlatı tiyatrosu olduğunu düşündürüyor. Oradaki büyük mendil, burada kâğıt mendile dönüşmüş olsa da. Hadi ona da çağdaş yorum diyelim.
Sabahattin Yakut: Mustafa da çağdaş bir meddah demişti bunun için. Oyun çıktıktan sonra “100 Soruda Geleneksel Türk Tiyatrosu” diye bir kitaba denk geldim. Gerçekten de meddahın ne isteri varsa hepsi bizim oyunda varmış. Seyirciyle başlayıp tekerlemeye dönüp aralarda hikâyelere girip çıkıp, arada şarkılarını söylerken seyirciyi dinlendirip bu sefer dışarıdan kendi hikâyelerini seyirciyle buluşturup yine finaldeki tekerlemesi ile seyirciyle bağlayıp bitirmesi… Yani hocalarımızdan öğrendiğimiz şeyler aslında fark etmeden kromozomlarımıza yerleşmiş. Biz buna meddah demeden yazmaya başladık ve gördük ki aslında öyle bir şey yazmışız. Geçmişte 50-55’lerden itibaren mübadelede acılar yaşayan, göç etmek zorunda kalan insanları biliyoruz. Bizim hikâyemizde biraz da bu yurtsuzluğu anlattığı için yalınayak Mustafa.
Ben de o yalınayaklığı soracaktım.
Mustafa Kırantepe: Yalın olmasıyla da ilgili bir şey. Kendini tamamen seyirciye teslim ediyor. Bu evet Mustafa’nın hikayesi ama bir Adem hikayesi baktığımızda. Hatta sandalyemizi bile boyamadık. Onun hikâyesi de çıplak olsun, onun da içi görünsün istedik.
Sabahattin Yakut: Işık bile tasarım gibi gözükmesin, her şeyiyle yalın bir anlatım olsun istedik.
Genelde oyunla ilgili yorumlarda “sanki yolculukta yan koltuğundaki sohbet açmış gibi” ya da “kahvehaneye girmiş, bir sandalye çekmiş ve başlamış anlatmaya” gibi ifadelere denk geldim. Hakikaten herhangi bir yerde anlatılabilecek bir serbestliği var oyunun. Köy seyirlik tadında.
Mustafa Kırantepe: Erkan Yücel’in -sanırım AST’tan önce- çıkınını alıp köy köy dolaşarak kendi hikâyelerini anlattığı çalınmıştı kulağıma. Bunu da köy kahvesinde yapıyor mesela. Bundan çok etkilenmiştim. Bizim ulaşmaya çalıştığımız mertebe burası; daha fazlası değil.
Oyunun anlattığı şey, rejisiyle, metniyle oyuncusuyla bütüncül bir şeye bürünmüş. Hepsi aynı kumaştan.
Sabahattin Yakut: Gerçekten de bütün derdimiz oydu. Sahnedeki her şey bu dile hizmet etsin, Mustafa da buna hizmet etsin istedik. Mustafa bunun için uğraştı. Süreçte salondaki arkadaşına, komşusuna, yan masadakine anlatmayı denedi.
Metinde ötekileşme, taciz, nefret, kan davası, mübadele, dini cehalet, cinsiyet eşitliği gibi motifler yer alırken mesaj verme kaygısına düşülmüyor, hepsi yerli yerinde akıp giden hikâyeye hizmet ediyor. Her bir konu birbirine çengel ata ata bağlanıyor. Üstelik metin gerçek hikâyelerden oluşuyor.
Sabahattin Yakut: Evet, bütün hikâyeler gerçek ama aynı zamanda bir tasarım bu. Bir çocuğun hikâyesi, bu topraklardaki her çocuğun hikâyesine değiyor. Oyunda “bu Mustafacan, bu çoban Mustafa, ben Mustafa” diye tanıtıyor ya, aslında adların önemi yok diyor. Şimdi şehirlerin de, ülkelerin de bir önemi yok. Çünkü anlıyoruz ki herkesin başına gelmiş o hikâye. Dolayısıyla bu topraklarda bu hikâyelerin hepsi mevcut. Belki de en sıcak, en gerçek gelen yeri de orası. Seyirciyi de oyuncuyu da saran yeri orası.
Oyun, Mustafa’nın oyun başlamadan hemen önce öğrendiği bir gerçeği henüz sindiremediği bir anda başlıyor ve biz de onunla birlikte geçmişe yolculuğa çıkıyoruz. O hiç tanımadığı amca onun anılarını dürtüyor. Oyun “Bana bir akıl lazım” ile başlıyor, öyle de bitiyor. Kurgusu da bir Alzheimer hastasının sondan başa unutmasıyla başat gidiyor.
Mustafa Kırantepe: Dolayısıyla çember tamamlanıyor. Alzheimer’lı biriyle kurulan iletişim bizi etkileyen bir şey. Çünkü bir tarafıyla çok komik anlar yaşatırken, bir tarafıyla da için için ağlatır o ilişki. Buradan yola çıktık ama sonrasında toplumun Alzheimer olmasına takıldık. O “unutursun işte” dediğimiz hikâye işte. An an hikâyenin içindeki amcaya böyle göndermeler yapıyoruz. O da o an söyleyip söylemediğini unutuyor. Ama sondan başa unutulur ya hep. Yaşadığı son bir ayın hâlâ hafızasında olduğunu biliyoruz amcanın. Kırk üç yaşındaki Mustafa da sahnede hep on yaşına kadar olan hikâyeleri anlatıyor. Bu da mesela bir Alzheimer göstergesi.
Susmak da öyle…
Sabahattin Yakut: Oktay Köseoğlu, oyunlarımın isimlerinden ötürü “bir gün de bir Alzheimer’ın anılarını yaz da gülelim” dedi. Yani oyunumuzun isim babası Oktay Köseoğlu’dur. Yazmaya başlayınca bir Alzheimer’lıyı konuşturmanın çok yersiz olacağına karar verip başka bir şey anlatmak istedik. Bu isim bizi bambaşka bir yere taşıdı. Biz bu toprakların, bu toplumun Alzheimer olması üzerine yoğunlaştık. Yani herkesin aynı hikâyeleri varsa demek ki ya susuyoruz ya da unutuyoruz. Mustafa’nın eşi Gülay oyunun yönetmen yardımcısı. Uzun zamandır birlikte çalıştığımız için benim ne istediğimi çok iyi biliyor. Hikâyeyi çok iyi gözlemliyor. O yüzden benim gözden kaçıracağım şeyleri söylüyor. Bazen birlikte Mustafa’nın azılı düşmanları oluyoruz. Yönetmen yardımcılığımı yaparken de öğrencim olmaya devam ediyor. Çünkü usta-çırak ilişkisi devam ediyor. Projenin pandemiden sonra bu noktalara gelmesi, onun ısrarcılığı sayesindedir. Gülay bu oyunun yeniden vücut bulmasını sağladı. Oyun çıktıktan sonra ona yeni bir cümle bulduğumu söyledim: “İnsan susar, toprak unutur.” İnsan susar, toprak da aynı hikâyeleri tekrar tekrar yaşar. İnsanlar sustuğu sürece bu toprak bunları yaşayacak. Bunu cümleye dökebilmek benim için çok kıymetli bu hayatta.
Oyunun ismine inat her gittiğiniz unutan toprağa bunu tekrar hatırlatıyorsunuz. Başka bir deyişle Alzheimer’a kafa tutuyorsunuz.
Sabahattin Yakut: Sanırım o yalın ayaklık yaptırdı bize bunu. Gerçekten oradan oraya geziyoruz. Dekor olarak sökülüp takılabilen bir sandalyemiz var ama o sandalye olmasa bile Mustafa oturduğu sandalyeyi çevirip şu anda oyunu oynayabilir. Hep iki kalas bir heves denir ya. Biz de bu çıkış noktamıza dönüyoruz. Her şeyi çağdaş olarak anlatıyoruz. Ciddi felsefelerle ama gelenekselden beslenerek anlatıyoruz. Bunu artık söylemek istiyorum çünkü geleneksel dendiğinde Hacivat-Karagöz ortaoyunu ya da benzeri bir anlatım biçimi olduğunu zannedenler oluyor. Geleneksel böyle bir şey değil. Geleneksel, cümleyi korkusuzca kurabilmek anlamına geliyor. Çünkü bizim gelenekselimizde, o gölge tiyatrosunda, padişahı da toplumun her kesimini de eleştirebiliyorlardı. Kendilerini eleştirip kendilerine gülüyorlardı. Derslerimde oyuncu arkadaşlarıma hep cümleyi oynamayın; durumu oynayın diyorum. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu anlatılan şeyin felsefesine bakmak gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla buradan bakmak gerekiyor. Yukarıdan bakanların kaçırdığı da bu.
Sepya renkli fotoğrafların dünyasına giriyoruz. Oyunda Bir Alzheimer’lının yaşamı anlık komikliklere sebep olsa da aslında karşısındaki için hep buruk bir şey. Ve bu duygu durumu, acının içine saklanan komiklik hali tüm oyunun içinde dalgalanıyor. Sizin deyiminizle “çok komik bir acı bu”.
Sabahattin Yakut: Çok güldükleri yerler asıl acıyı hissettikleri yerler aslında. Yaşananlar o an komik olmayabilir ama dışarı çıktığınızda komik geliyor. Nereden baktığınız çok önemli. Yani ben tacizi seyircinin algılamak istediği yerden anlatsam belki gülecekler. .
Kelimelerle oyun oynuyorsun. Ona kafiyeler yapıyorsun. Tekrarlara yer veriyorsun ve bize “totik” gibi “kullik” gibi kelimeleri tanıtıyorsun. Sana tiyatronun ozanı denir mi?
Sabahattin Yakut: Bunlar başkaları tarafından bilinmeyen kelimeler. Ama mesela “kullik” Doğu’da bilinen bir kelime. Ben Mustafa’nın o anlatışını çok seviyorum. Orada başka bir samimiyete geliyor. “Tandır biliyonuz mu tandır? Bizim orda damların içinde olur” diye anlatıyor. Aslında şunu diyor: Arkadaşım, isminin ne olduğunun önemi yok. Batı’da adına başka bir şey diyoruz, Doğu’da başka ama ikisi de aynı şey. Büyütmeye gerek yok.
Oyundan çıkmak zorunda olan bir seyircinin tam o anına “aklı olmayana zarar” repliği denk geldi. Bu da Dionysos’un sopası mıydı?
Mustafa Kırantepe: Denk geldi. Taşlama yok yani. Oradan da delinin hikâyesine geçiyorum. Galiba bir rahatsızlık hissetmiş o seyirci. Çıkmak zorunda kalmış. Başta sabote edildiğini düşünebileceğim bir andı. Sonrasında şuna denk geldi mevzu: Giren girebilir, çıkan çıkabilir. Hiçbir şey fark etmez. Oyun devam ediyor yani. Tabii anlatı devam ediyor durumuna gelmek de benim on oyunuma mal oldu. Oynadıkça o ürkekliğim gitmeye başladı. Başlarda bunu takıyordum. Şimdi isterse çıkabilir bu onun tercihi diyorum.
Yeter ki şu cep telefonlarını kapatsınlar. Asıl o telefonun ışığı oyunu sabote ediyor. Günün birinde kendimi tutamayıp bağırmaktan ve oyunu sabote edenleri uyarırken oyunu sabote etmekten çok korkuyorum.
Sabahattin Yakut: Anlamıyorum o telefon durumunu. Yani instagram’da ne bu kadar acil olabilir? Bu her oyunda karşılaşılan bir şey oldu ve yanındakileri ne kadar rahatsız ettiklerinin farkında değiller. Senin zamanın kıymetli değil mi? Orada sıkılıyorsan -hangi oyun için olursa olsun- çık, boş ver. Senin zamanından daha kıymetli değil o oyun o zaman.
Doğduğun yer kaderindir deniyor ya, bunu destekleyen cümleyi yıllardır iyi oyuncular için duymadık mı? Mesela Amerika’da doğsaydı şimdi dünya çapında bir oyuncuydu denmedi mi?
Mustafa Kırantepe: Belli bir yaşa kadar bu çerçevede değerlendiriyordum ama esasında bir oyuncunun iyi olması, doğduğu yerin New York ya da Tarlabaşı olmasından kaynaklanmıyor. Ben artık Tarlabaşı’nda doğan bir oyuncunun ne kadar beslendiği ile ilgileniyorum. Yıllar önce bir arkadaşımla birlikte İzmir’de doğup büyüdüğüm mahalleme gittiğimde “sen bu mahalleden nasıl çıktın” demişti. Evet, doğduğumuz yer kaderimiz ama biraz da kendimiz tayin ediyoruz nasıl bir yola gireceğimizi. Ben orayı bırakıp böyle bir yolu tercih ettim. Evet, sosyal koşullar, imkânlar daha fazla oluyor belki ama bu ruh da orada olmuyor.
Sabahattin Yakut: Benim için de mesela bu Ortadoğu coğrafyasının hepsi kaderden ziyade kederdir. Biz bu toprakların acısını da anlatmayı çok seviyoruz. Amerika’da onun workshop’una, Polonya’da diğerinin workshop’una, Rusya’da bilmem kimin workshop’una katılıp kendimizi daha da besleyebilsek keşke. O zaman bambaşka anlatım dilleri oluşturulabilir ya da bambaşka imkânlar bulabiliriz. Oralarda çok teknik şeyler var. Biz ise duygusal bir toplumuz. Bizim için duyguların işlemesi, hareket etmesi gerekiyor. Bir de bu, kişinin kendini ne kadar beslediği ile alakalı. Biraz kendine yolculuk gibi geliyor bana. Kendinle ne kadar tanışırsan, ettiğin sanatı da o kadar iyi eyliyorsun.
Mustafa Kırantepe: Ankara turnesinde yaşadığımız bir olay var. Coğrafya kadere tam denk düşüyor bence. Öğretmen bir anne ile polis bir babanın dört yaşındaki oğullarına Otizm Sendromu tanısı konuyor başta. Sonra çocuğun 160 IQ’su olduğu anlaşılıyor. Aile sırf çocuklarının eğitimi için Ankara’ya taşınıyor. Çünkü ilgilenilmezse o zekâ kendini uyumlu hale getirmeye çalışıyor ve bu sefer psikolojik sıkıntılar yaşanıyor. Yani evet, coğrafya kader ama işte bu kaderi de yönlendirebilmek mümkün. Mesela bazı anne-babalar bilemediği için çocuklarının elini kolunu bağlıyor. Onların heyecanını, taşkınlığını söndürüyor. Tam da oyundaki “sustum” hikâyesi esasında.
Oyundaki karakterler gerçek hayattan. Filiz ve Sevgi senin ablalarının isimleri. Nurcan abla, Şirin amca, Kenan abi, Camal dayı diğer isimler.
Sabahattin Yakut: Bugün iyi şeyler yapıyorsam fazlasıyla onlara borçluyum. Beni gerçekten çok güzel beslediler. Sevgi ablam, dinleyenlerin tüylerini diken diken eden şiirler yazıyor. Nurcan ablamın Edith Piaf’ın şarkılarıyla büyüdüğümü öğreniyorum. “Oyundaki o sahayı gerçekten gördük, o toprak sahanın aynısıydı. Mustafa nasıl bu kadar samimi anlattı? Biz senin ağzından çıkıyormuş gibi dinledik” dediler. Ortanca ablam Sevgi, uzun süre gülme krizinden çıkamadı. Tabii o gülmeler en çok travmalara geliyor. Bir tür savunma mekanizması. Yani ben yaşananları ablamlara da itiraf etmek durumunda kaldım. Kendimle de, geçmişimle de yüzleşmek zorunda kaldım. Mustafa’nın da sanırım sevdiği taraf oydu. O da kendi yüzleşmesini yaşadı. İkimiz de benzer hikâyelere sahibiz. O yörük bir aileden geliyor. Balıkesir’den İzmir’e göç ediyorlar. Bizimkiler Doğu’dan Manisa’ya, Manisa’dan Bursa’ya taşınıyor. Ben de Bursa’dan Eskişehir’e, oradan geri Bursa’ya, sonra da işte İstanbul’a geliyorum. Mustafa’nın vefat eden abisinin eşi “yani Mustafa’nın bütün hayatı yalan mıydı” diye ağlıyordu. Benim oyundaki en büyük cümlem bu aslında.
Kişinin kendine sakladığı, kimselere söyleyemediği gerçekleri yazmaya cesaret ediyorsun. Sakınmadan bunları paylaşman oyunun tılsımı bence. O kadar sana ait şeyler ki yazarken kendini oynarken bulmadın mı?
Sabahattin Yakut: Benim bu itirafı yapmam da otuz yılımı aldı. Yazarken zaten her şeyi kendim oynuyorum. Benim ağzıma oturmuyorsa onu buraya yazmıyorum. Mesela metin okuması için oyuncularımla bir araya geldiğimde, “arkadaşlar rahat olun, yazar hâlâ hayatta, aramızda, benim de yazara karşı çıkacağım yerler olacak, merak etmeyin” diyorum. Ama özellikle dokunmak istediğim genel tasarım oluyor. O da hepimizin aynı olduğuna dair bir şey. Toplumun yüklediği şeyler var. Gençken insanlar o fikirlerin kendisine ait olduğunu zannediyor ve delice savunuyor. Sonra görüyor ki kendine ait değilmiş o fikirler. Annesinin babasının, çevresininmiş. Öyle büyüyoruz. Şimdi buradan bakınca o bana itiraf gibi geliyor, itiraf etmeyi de seviyorum.
Oyunun sonunda annenin sesinden bir türkü duyuyoruz. Hem otantik bir dokunuş hem de anne sıcaklığı var içinde.
Sabahattin Yakut: Ben aslında annemi ve ablalarımı kandırdım. Onlardan türkü istedim. Onlar bunu niçin istediğimi bilmiyorlardı. Mesleki olarak bir şey bulmaya çalıştığımı zannettiler. Hatta Sevgi ablam bir beste yapıp gönderdi. Oysa ben onların sesine ulaşmaya çalışıyordum. Çünkü bu oyunu aileme adamak istiyordum. Dolayısıyla onların ismini geçirirken bir de sesleri olsun istedim. Annem oyunda kullanacağımı öğrenince “Olmaz öyle şey. Sen kendin tiyatrocu oldun, bizi de mi artist edeceksin” dedi. Sonra düzenlenmiş sesini dinleyince “valla benim sesine benzemiyor, istediğini yap” dedi. Onun sesi oyuna da çok hitap etti.
Bir de türkü bitince öyle bir “benden bu kadar” diyor ki sanki evinizin içindeymişiz gibi hissediyoruz.
Sabahattin Yakut: Onun o sözü oyunu da bitiriyor. Ben bugün bu oyunları yazabiliyorsam mimarları annem ve ablalarımdır.
Lotus kendini nasıl yeniden doğuracak, sırada ne olacak?
Sabahattin Yakut: Bu oyun çıkar çıkmaz kaşıntı başladı. Şimdiden ne yapacağız diye plan yapmaya başladık. İki kişilik bir kadın oyunu var, onu gündeme getirdim. Bununla beraber daha önce yazdığım başka bir oyun var. İlk etapta telifsiz oyun yapabilme imkânı verdiği için benim oyunum olacak ama bu sefer ben yönetmeyeceğim. Kendi oyunumu başkasının elinde görmek isterim. Bu beni de tazeler.
Bu sıkışık zamanda vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Sabahattin Yakut: Biz de ilgine, alakana, bu durumu yaratmana, oyun hakkındaki sözlerine, kendin hakkında anlattıklarına çok teşekkür ederiz. Oyuncunun karnı alkışla doyar. Dolayısıyla o tarafımız hep açtır bizim. Buna dair yerli yerinde cümleler duymak çok kıymetli. Bizi mutlu ediyor.