Rumeysa Ercan
Genç yazar İlayda Abay’ın yazdığı, Emre Bilgiç’in yönettiği ve Yüsra Yüce’nin dramaturjisini üstlendiği “Denizler Bizi Çağırdı” oyunu, bizleri özgün yetenekleriyle tanışmaya davet ediyor. Anlatı türüne farklı bir bakış açısı getiren oyunda konvansiyonel olarak ilerlemeyen, geçmişin ve şimdinin bir aradalığını sunarak geleceğin olasılıklarını düşündüren tanıdık yaşamları izliyoruz sahnede. Yazarın kurduğu parçalı yapı minimalist bir reji ile sahneye konuluyor. Cihat Parıltı ve Yasin Güven’in hayat verdiği karakterlerle hem içten bir öyküye hem de yaşanmış bir trajediye şahit oluyoruz.
Oyun, babalarını kaybeden Muzaffer ve Ahmet’in çocukluklarını, travmalarını, yetiştirilme biçimlerini ve aileleri tarafından dayatılan “erkeklik” mücadelesini, “kutsal aile” biriminin standardize edilen dinamikleri üzerinden ele alınıyor. İki kardeş talihsiz bir kaza sonucu denizde çıkan fırtınada hayatını kaybedip kilometrelerce sürüklenen ve sınır dışına çıktığı için bir türlü getirilemeyen babalarının cenazesini ne yapacaklarını düşünüyorlar. Bu acı kayıpları onları hem çocukluklarıyla hem de birbirleriyle yüzleşmeye itiyor. Prosedürler karşısında çaresiz kaldıkları ve yeterli ekonomik gücü bulamadıkları için getiremedikleri cenaze, onlara şu ana kadar yaşadıkları her şeyi sorgulatmaya başlıyor. Bu sıkışmışlığın içinde her ikisi de hem bir seçim yapmak hem de ortak bir karar vermek zorunda. Sistemin onları getirdiği durum, kendi seçtikleri ya da seçemedikleri hayatlar, her şeye rağmen mücadele etme biçimleri bu spesifik karar mekanizması üzerinden işlenirken toplumsal bir sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Muzaffer ve Ahmet anne ve babaları tarafından kendilerine yüklenen “erkek evlat” sorumluluğunu oldukça farklı şekillerde üstleniyorlar. Ahmet ailenin ve toplumun onayladığı gibi sorumluluk sahibi bir evlat rolüne bürünüyor, doğup büyüdüğü yerde babasının ona öğrettiği tüm normlar çerçevesinde kendine bir yer ediniyor. Ağabey olan Muzaffer ise daha bağımsız bir şekilde kendi seçimleri üzerinden ilerlemeyi tercih ediyor. Ama yine de ne tam olarak oraya ait olabiliyor, ne de kendi istediği hayata. İlayda Abay’ın kaleminde Muzaffer ve Ahmet’in karakterleri öylesine içten bir gerçeklikle kuruluyor ki, sorgulamaları, kıskançlıkları, heyecanları, ikilemleri, zıtlıkları ve hayata bakış açıları onların bütün eylemlerini anlayabilmemize, bir anlamda onlarla özdeşlik kurabilmemize olanak sağlıyor. Bir an durup sormaya başlıyoruz kendimize: Onların yerinde biz olsak neye karar verirdik? Gitmeye mi, kalmaya mı, tüm umutsuzluklara ve sınırlara rağmen mücadele etmeye mi yoksa annelerinin dediği gibi eşikte beklemeyi mi?
Oyunun girişinde iki kardeşin araba sürmek konusundaki düşünceleri ile nasıl bir perspektife sahip olduklarını anlıyoruz. Babaları yeni aldığı Broadway’i sürmeleri için ikisini de ikna etmeye çalışıyor. Muzaffer ehliyeti olmadığı için arabayı sürmeyi tercih etmezken, Ahmet bir delikanlı cesaretiyle tüm tehlikeleri göze alarak babasıyla o yolculuğa çıkıyor. Oyunun bu mesele üzerinden başlaması, iki karakteri de tanımlayan metaforik bir yere oturuyor. Çünkü oyun boyunca anlatılan tüm olayları ve durumları değerlendirirken daha gerçekçi ve sorgulayan taraftan bakan Muzaffer ile tüm tehlikelere gözü kapalı giden, “erkeklik” adı altına sığdırdığı bir cesaretle çoğu zaman kendine de zarar verebilen Ahmet’i izliyoruz. Sahnede iki ayrı sandalyede oturan oyuncular bu hikayeleri önce seyirciye doğru anlatırlarken aniden birbirlerine dönerek ne yapacaklarını sormaya başlıyorlar. Temel olarak babalarının cenazeleri konusunda düşündükleri durağan zaman içinde kalsalar da anıları ve bugüne nasıl geldiklerini anlatırlarken zamansal bir yolculuğa çıkarıyorlar bizi. Yazarın sade, samimi ve anlaşılır dili sayesinde parçalı bir yapı üzerinden kurulan tüm bağlamları net bir şekilde takip edebiliyoruz. Birbirine referans veren geçişler ile mekân-zaman ilişkisi kuruluyor. Yönetmen Emre Bilgiç bu zamansal dönüşleri ve monolog- diyalog geçişlerini ışık oyunları ile vererek oyun metninin döngüsel biçimini destekleyen farklı bir atmosfer oluşturuyor.
Muzaffer ve Ahmet’in hayatlarına tanıklık ettiğimiz bu zaman yolculuğunda “kutsal aile” kavramının nasıl standardize edildiğini görmeye başlıyoruz. Oyuncuların eş zamanlı olarak anlattıkları monologlarda geçmişten bugüne uzanan ve onların şimdiki karar verme mekanizmalarını derinden etkileyen önemli kesitleri dinliyoruz. Muzaffer babasının istediği bölümü okumak, babasının istediği gibi davranmak, toplumun ve ailesinin ona uygun gördüğü hayatı yaşamak için şartlandırılıyor. Ancak o babasının isteği doğrultusunda bahriyeli bir subay olmak yerine İstanbul’da kendi istediği bir bölümden mezun olup, cilt cilt kitaplar okuyarak bir sahaf dükkânı açmayı hayal ediyor. Ahmet ise tamamen babasının himayesinde ve onun etkisinde büyüyen, zaman zaman dışlanmaktan ve bir şekilde ağabeyi Muzaffer gibi farklı bir birey olmaktan korkan bıçkın delikanlı olarak tüm kuralları uygulamaya çalışıyor. Bu yaşam tarzı içinde ailenin yoksulluğu, tüm imkansızlıklara rağmen verdikleri yaşam mücadelesi ve anne-baba figürlerinin özellikle erkek çocuklarına dayattıkları normlar karşımıza çıkıyor. Muzaffer ailesine rağmen bir şekilde kendini yolunu bulup evden ayrılıyor. Bu sırada o İstanbul’da türlü türlü olaylar yaşarken, Ahmet de ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya ve tüm sorumluluklarını üstlenmeye çalışıyor. Ahmet, annenin ve babanın Muzaffer’den beklentisini yerine getirse de Muzaffer’e karşı fazla iltimaslı davranıldığından yakınıyor ve bu ötekileştirici tavır onunla ağabeyi arasında derin uçurumlar açmaya başlıyor. Bu noktada oyun yakın bir mercekte ailevi ilişkileri ele alıyor. Baba hegemonyasını devam ettirmeye çalışan anne otoritesi, basit gibi görünen meselelerde bile travmatik etkilere neden olabiliyor. İşin içine geçim meselesi ve şiddet de girince Ahmet ve Muzaffer arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Aslında her ikisi de aynı olayları farklı biçimlerde deneyimliyor ancak bunu göremedikleri için aralarında sürekli bir yarış varmış gibi davranmaya başlıyorlar. Özellikle Ahmet ağabeyinin gölgesinde kalmaktan sıkıldığı için kendini farklı şekillerde, daha dominant bir karakterle tanımlamaya çalışıyor. Öyle ki bu durum ağabeyinin çocukluk aşkına kadar gidiyor. Oysa her ikisinin içinde de dayatmalarla ve normlarla büyütülen, belki de imkansızlıklardan dolayı yaşanamayan, hep beklentilerle doldurulmuş saf bir çocukluk hali var. Muzaffer ve Ahmet’in anlattıkları anılarda babalarına duydukları saygı ve sevgi ise bambaşka. Baba figürünün onlarda uyandırdığı olumlu etkilere şahit olsak da aile ilişkilerinde şefkate hiç yer olmadığını görüyoruz. Bu şefkatsizlik Muzaffer’i evden koparırken, Ahmet’i de bir anlamda köleleştirmeye başlıyor. Onları yeniden bir araya getiren olay ise Muzaffer’in sahaf dükkanına destek olmalarını istemek için geldiği gün oluyor. Ailecek son kez neşeyle yedikleri yemeğin ardından baba iki oğlu ile denize doğru yol alıyor. Ancak bu yolculuk onları hiç beklemedikleri bir şekilde ölümle yüz yüze getiriyor. Tıpkı oyunun girişindeki araba meselesi gibi denize girmek konusunda da Muzaffer çekimser kalırken, Ahmet her şeye rağmen babasıyla gidiyor. Denizde çıkan fırtınada Ahmet ve babasının olduğu tekne batıyor ve yüzerek kıyıya çıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki babasını geride bırakmak zorunda kalan Ahmet, kıyıya ulaşıp yardım çağıramıyor. Babanın cenazesi günler sonra Yunanistan ülke sınırları içinde bulunuyor ve Türkiye’ye getirilmesi için yüklü miktarda para talep ediliyor. Cenazenin gelebilmesi için ne yapacaklarını düşünen Ahmet ve Muzaffer, ortak bir noktada buluşamıyorlar. Konu hakkında tartışırlarken savaşa, mübadeleye, göçmen yaşamının zorluklarına değinerek gerçekten de nereye ait olduklarını sorguluyorlar. Muzaffer dedelerinin göç ettiği toprakların da kendi toprakları olduğunu, babasının hep oraya gitmek istediğini söylerken, Ahmet bunu tamamen reddediyor. Babalarının ölmeden önce kendi atalarına dair anlattığı mübadele hikayesi tam da burada önemli bir noktaya değiniyor. Hep gitmek istediği topraklara sadece öldüğünde gidebilen baba, tıpkı Muzaffer gibi ait olamama hali üzerine ince bir paralellik kuruyor. Muzaffer bu karar aşamasında annesinin de her zaman hatırlattığı eşik meselesine değiniyor. “Gitmek mi zor kalmak mı derler ya hep… Annem için eşikte kalmak zor. Eşik şeytanları getirir çünkü!” Sahi nasıl aşılabilir bütün bu eşikler ya da her yerden çepeçevre saran sınırlar? Muzaffer yeniden İstanbul’da, martıların karşısında sahaf açma hayallerini dile getirirken Orhan Veli’nin dizeleriyle sonlandırıyor sözlerini.
“Bakakalırım giden geminin ardından,
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.”
Işıklar kapandığında bütün bu hislerin yükleriyle baş başa kalıyoruz. Hikayesi, anlatım biçimi ve zamansallık döngüsüyle kendi içinde bir bütün olan oyun hem sıcacık duygular uyandırıyor içimizde hem de yaşanmış bir gerçekliğin soğuk yüzüyle buluşturuyor bizi. Oyun sahneleme açısından oldukça zorlayıcı bir yapıda olsa da ekip sıkı bir dramaturji çalışması ile seyircide herhangi bir soru işaretine yer bırakmadan keyifli bir izleme hali sunmayı başarıyor. Belki Muzaffer ve Ahmet’in diyalogları ile geçmişe döndükleri yerler arasındaki bağlantılar rejisel ya da metinsel olarak daha yumuşak geçişlerle verilebilirse, oyunun daha rafine hale gelebileceğini düşünüyorum.
Tiyatro yolculuğuna böylesine içten bir oyunla başlayan ve emeklerini hiç esirgemeden çalışan bu güzel ekibin yolu açık olsun dilerim, eminim ki önlerinde nice denizler var onları çağıracak! Alkışınız ve ışığınız bol olsun!