Ahmet Ayaz Yılmaz
Kuşkusuz ki Afife Tiyatro Ödülleri, alanında ülkenin en prestijli ve en güvenilir ödül mekanizmasıdır. Yapıkredi’nin bu işe sahip çıkmasıyla sadece finansal olarak değil yöntemsel olarak da güç kazanan Afife Tiyatro Ödülleri, kim bilir ne kadar çok oyuncunun rüyalarını süslüyordur.
Afife’nin seçim mekanizmasında tiyatro alanında farklı deneyim ve birikimlerden gelen, yaş demografisinin bile düşünüldüğü, akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler, araştırmacılar ve müdavim seyirciler bulunuyor. Her oyunun değerlendirme aşaması için çok sayıda kriter bulunuyor. Bir oyunu çok sayıda jüri üyesi izliyor ve hatta gerektiğinde tekrar tekrar izleniyor. Belki de 500’e yakın oyundan hassas, tartışmaya açık puanlamaların ardından elene elene ödül adayları belirleniyor. Ve son olarak, Yapıkredi genel müdürlük binasında noter ve yetkililerin huzurunda yapılan kapalı oylama ile nihai sonuç belirleniyor. Nihai sonucu, açıklanana kadar jüri üyeleri bile bilmiyor. Böyle hassas terazilerin, böylesine rekabetçi bir yarışın ortasında, bu yıl Pınar Güntürkün, Herkes Kocama Benziyor adlı eserdeki performansıyla Afife’ye damgasını vuruyor. Bu büyük bir olay. Neden mi diye sorarsanız, anlatacağım. Geçtiğimiz yıl tam bu ayda gidip görmüş idim Herkes Kocama Benziyor’u. Çıplak bir sahne, neredeyse hiç ışık rejisi yok. Ses efekti ya da görsel efekt yok. Ne mi var! Kılçıksız, yağ gibi akan bir oyunculuk malzemesi ve ona eşlik eden sağlam, toplumcu gerçekçi bir öykü. İşte bu sebeple, bu oyunun Güntürkün’e “En iyi Kadın Oyuncu” ödülünü getirmesi gerçekten kıymetli. O, sırtını ne dekora ne rejiye ne de efekte yaslıyor… O işçiliğine, kendi enstrümanına ve Ayten’e sarılıyor. Bir oluyor… Bütünleşiyor… Sahnede bir tek Ayten’i görüyoruz. Güntürkün’ü ya da Ayten’i oynayan oyuncuyu değil… Ayten’e gelince, bir pavyonun tuvaletinde çalışan, daha önce selamlaştığım bir kadın idi, hikayesini merak ettiğim… Belki de bir Orta Anadolu kasabasının halk pazarının tuvaletini işleten kadındı benim için… Türkiye tiyatrosunun 90’ların ikinci yarısından itibaren bugüne, can havliyle ve sevicilik ile sarıldığı çeviri oyunların domine ettiği yaşantısında, “Herkes Kocama Benziyor” ile yerli bir öykünün Afife’ye taşınması da başka bir önem kazanıyor. Hadi, şimdi gelin birlikte, biraz da Pınar Güntürkün’ ün ağzından dinleyelim bu yolcuğu. Şimdi en çok onun hakkı değil mi, anlatmak?
Nasıl başladı bu oyunculuk sevdası? Hikayenle ilgili neler söylemek istersin?
Liseden sonra, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. O güne kadar, tiyatro yapmak, tiyatrocu olmak gibi bir düşüncem hiç yoktu. Düşünceyi bırakın bir rüya, bir hayal bile olamazdı. Benim doğup büyüdüğüm küçük kasabada yaşayan insanlar için çok uzak bir dünyaya ait insanların yapabileceği bir şey gibi görürdüm. Ama hukuk fakültesine girince ilk sene, fakültenin drama kulübü çalışmaları başlamıştır diye bir yazı gördüm, onu takip ettim. Nedir bana o yazıyı takip ettiren bilmiyorum. Çalışmalara başladım. Yani herhalde bir sosyal aktivitem olsun istedim, çünkü o yönüm hep güçlüydü. Lisede, ortaokulda şarkı, türkü söylerdim koroda… Edebiyat kulübü, gazetecilik kulübü gibi bir sürü kulüp vardı ama benim drama kulübüne gitti ayaklarım… İyi ki de öyle olmuş.. Orada ilk kez tanıştığım bir şeydi; beden, nefes ses ve duygular ile ilişki içinde olmak. Bu o kadar hoşuma gitti ki, aaa dedim ya ne kadar tatlı bir şey bu. Sonra işte birinci sınıfta bir oyun çıkardık, ikinci sınıfta bir oyun daha çıkardık. Ben hukuk fakültesi üçüncü sınıfta iken, Ankara sanat tiyatrosunun aslında geleneksel olarak kurulduğu yıldan beri, her yıl sınav açtığı ve gençleri alıp, bir tiyatro sezonu boyunca kursiyer olarak eğitim verdiğini, sonrasında dilediği gençleri AST’ın sahnesine çıkardığını öğrendik hukuk fakültesinden arkadaşlarımla. Ve sınavına girmeye karar verdik. Bu sınava hazırlandım, girip kazandım, bir yıl boyunca orada eğitim aldım. Diyebilirim ki size hala anıları tazedir; hayatımda yaşadığım en güzel yıllardan, sezonlardan biridir. O kadar coşkuluydum ki ve o kadar sevgi doluydum ki tiyatroya karşı, günden güne tiyatro sevgim büyüyordu ve iş ciddiye de biniyordu. Yani yavaş yavaş hissediyordum. Ben bunu meslek olarak yapacağım diye… Fakat Hukuk’ta da 3. Sınıfın son dönemindeydim. Şöyle diyordum kendime, ailem üzülmesin, ben bu kadar emek verdim, boşa gitmesin, hukuk fakültesini bitireyim sonra tiyatro yaparım. Gel gör ki, hukuk çok ağır bir bölüm, çok severek okuyan arkadaşlarım bile, o kadar zorlanarak okuyorlardı ki, benim aklım, gönlüm, tüm zamanım, enerjim tiyatroda, bu arada AST’ta eğitimim bitti ve sahneye çıkmaya başladım. Turneye gidiyorum, yevmiye kazanıyorum, oyunlarda oynuyorum ama amatör olarak da hukuk öğrenciliğim devam ediyor. Niyetim bitirmekti ama yapamadım. Bölümün en ağır dersleri kalmıştı. Yaşım konservatuvar eğitimi için büyüyordu. Tabir caizse, hukuk ittire ittire gidiyordu. Bir gece oturdum ve karar vermem gerekiyordu. Hukuk’u bırakıp konservatuvar sınavlarına girecektim. O yıl Bilkent Üniv. Tiyatro Bölümü ve Ankara Üniv. DTCF Tiyatro Bölümü özel yetenek sınavlarına girdim. İkisini de kazandım. Dil Tarih’e kayıt yaptırdım. Bu şekilde başladı..
Peki, bu değişim kararını ailenle ne zaman paylaştın?
Ailem işin ciddiye binmekte olduğunu zaten süreç içerisinde gözlemliyordu ama Hukuk’u bırakacak kadar önemli bir karar vereceğimi tahmin etmiyorlardı sanırım. Tiyatroya bu kadar enerji harcamam, hukuk fakültesinde alttan dersimin olması, tabi ki onları çok mutlu etmiyordu. Tiyatro sınavlarına girerken onlarla bunu paylaştığımda ise kararlılığıma ve tiyatro sevgime ikna olmuş olmalılar ki “senin sonuna kadar arkandayız, saygı duyuyoruz” demişlerdi. Bu duruşları benim için kıymetlidir.
Çocukluk döneminde izleyip çok etkilendiğin bir oyun ya da bir an var mı?
Ben 17 yaşıma kadar, doğup büyüdüğüm Sungurlu’da liseyi bitirinceye kadar, Ankara’ya gidinceye kadar, yalnızca bir tane tiyatro oyunu ve bir tane sinema filmi gördüm. Ailem çok meraklıydı sanata ancak yaşadığımız ilçede tiyatro yoktu. Kapatılmış bir sinema binası vardı. Yanlış hatırlamıyorsam babamın da içinde bulunduğu bir öğretmen grubu, Şener Şen ve Müjde Ar’ın Arabesk adlı filmi bütün ülkede konuşulduğunda, o sinema salonunu açtırdılar, oraya o filmi zorluklarla getirdiler, birkaç gece bütün ilçe halkı olarak o filmi izlemeye gitmiştik. Bir de okulumuzun bir konferans salonu vardı, oraya turneye gelen bir oyunu izlemek için yine bütün ilçe halkı, akın akın gitmiş idik. Şemsi İnkaya ve Altan Karındaş oynuyor idi. Oyunu hayal meyal hatırlıyorum. Etkilendiğimi, çok hoşuma gittiğini biliyorum. Fakat dediğim gibi bir oyundan ya da filmden etkilenip oyuncu olmaya karar vermedim.
Peki, mesleki yolculuğunda hiç yıldığını hissettiğin, yeter artık dediğin, bu işi yapmaktan vazgeçtiğin bir an ya da dönem oldu mu?
Bin kere. Bin kere ben herhalde artık yapamayacağım dedim. Elbette düşüşler, bitti zannetmeler, noktayı koyma isteği, başka alanlara yönelme fikri elbette ki oldu. Bunun içinde şu var. Biz okullarımızı bitirdiğimizde oyunculuğa dair bir idealimiz oluşuyor. O ideal ile, kaba tabiriyle sektörün, piyasanın gerçekleri bağdaşmıyor. Bağdaşmasına da imkan yok. Burada esnemeyebilmek çok önemli. Uzun yıllar esneyemedim ben. Her şey benim Dil Tarih tiyatro bölümünde geçirdiğim süre boyunca inandığım ideallere uygun olmalıydı. Şartları kendime uydurmaya çalıştım ama bu mümkün değil, yüzyılların getirdiği bir gelenek ve son 20 yılın getirdiği bir televizyon ile sinema sektörü gerçeği var. Dolayısıyla bu bizim kendi kendimize hayal kırıklığımızı büyüttüğümüz bir şey oluyor. Bunları ancak sonradan baktığımda anlayabiliyorum. İçinde iken görememiştim. Yaş genç iken, sektörel gerçekleri anlayamama, yeteneğin ve liyakatin dışında başka dinamiklerin varlığına olan bir isyan çıkıyor ortaya. Tüm bu düzene karşı durmak istiyoruz ama dağın haberi olmuyor tavşanların ona küstüğüne. (Gülüyor). Zaman içinde esnemeyi öğrettim kendime.
Peki Pınar, “Herkes Kocama Benziyor” projesi nasıl ortaya çıktı?
2020 Ağustos ayıydı. Pandeminin zor zamanları malum. Kadıköy Emek Tiyatrosu kurucusu Pınar Yıldırım bir telefon etti bir gün. Biraz sohbet ettik, salonlar kapalıydı ama açık alanda gösteriler yapılmasına izin verilen bir dönemdi, sonra tabi o da yasaklandı. Emek Tiyatrosu’nun üst katında bir teras var. O terası, mülk sahibiyle konuşup bir seyir yerine dönüştürmek istediklerini söyledi. Ve üç kısa oyun ile “ikinci hayat projesi” adını verdikleri bir proje başlatmak istediğinden bahsetti. Herkes Kocama Benziyor’da bu üç kısa oyundan biri idi. Bunun tek kişilik bir kadın oyunu olduğunu ve benim oynamamı istediklerini söyledi. Oyun yanlış hatırlamıyorsam beş ya da yedi sayfa kadardı. Daha önce öyküler yazmış, dramaturji mezunu genç bir yazarın ilk oyun denemesi idi. Biz metni çok sevdik. Bir de şöyle bir tesadüf oldu. Ben Pınar Yıldırım’a Hakan Emre Ünal yönetirse oynarım demiştim. Emre’de benden habersiz aynı şeyi söylemiş. Öyle güzel bir buluşma oldu. Yazarımız Alis Çalışkan ile tanıştık. Emre, Alis ve ben çalışmaya başladık. Tabi bu noktada yine mükemmeliyetçilik duygum girdi araya. Genellikle bir şey yapacaksam, ya en iyisini yapabilmek isterim, öyle olmama ihtimaline karşın ise geri çekilirim. Yine böyle bir his ile karşı karşıyaydım ancak Pınar Yıldırım, bu projeye ve bana öyle inandı ki, öyle sağlam durdu ki projenin arkasında, beni yapmamız konusunda ikna etti. İyi ki de öyle oldu diyorum şimdi bakınca. O kısacık zaman içinde tüm pandeminin zorluklarına ve korkularına rağmen, çok uzun metrobüs yolculuklarına, maskelere rağmen, provaları tamamladık ve kısa versiyonuyla seyircimiz ile buluşmaya başladık.
Peki sonra, Alis Çalışkan bu metni revize mi etti?
İlk versiyonu yaklaşık 20, 25 dakika sürüyordu. Sonrasında Emre bize çalışma başlıkları vermeye başladı, oyunu açmak için. Eve gidiyorduk ödevimizi yapıyorduk. Alis yeni bölümler yazıyor, ben doğaçlamalar yapıyordum. Parçaları birleştiriyorduk, çıkarıyorduk, ekliyorduk. Böylelikle oyun oturmuş oldu. Daha da uzun versiyonu için, yönetmenim Hakan Emre Ünal, çok güzel bir şey söyler. Oyun uzamak istiyordu. Gerçekten, oyunun ikinci gösteriminden sonra seyirciden aldığımız enerji ile Pınar, Emre, Alis ve ben oyunun uzamak istediğini hissettik. Ben oynamayı çok seviyordum. Seyirci biraz daha dinlesek keşke Ayten’i diyordu. Gerçekten Ayten’in başka anlatacağı şeyler vardı. Yine Alis, Emre ve ben zoom görüşmeleri ile uzun saatler süren provalar yaptık. Son okumada süre tutmuş idik. 70 dakika sürmüş idi. Dolayısıyla uzun versiyonu artık hazır idi. Oyunun bu açıdan dramurturjisini üçümüzün yaptığını söyleyebiliriz.
Hakan Emre Ünal ile çalışmak senin için nasıl bir deneyim idi?
Hakan Emre Ünal ile “Tırnak içinde hizmetçiler” oyununda ilk yönetmen-oyuncu tecrübemizi yaşadık. Daha önceden birbirimizi tanıyorduk. O güne kadar getirmiş olduğum bilgi ve deneyim, öncesinde AST ve sonrasında DTCF tiyatro bölümünde edindiğim temel yaklaşımlardı. Fakat, Emre’ler ile tanıştıktan sonra yepyeni bir dil ile karşılaştım. Onlar bir önce “Sevgili Arsız Ölüm Dirmit” oyununu sahnelemişlerdi. Bu oyun, yeni bir üslup, seyirciyle kurulan yeni bir dil ve samimiyet açısından Türkiye tiyatrosuna damga vurmuş idi. Harika bir çıkış yapmışlardı. Evet, bu dile öykünmek, bu dilin taşıyıcılarından biri olma fikri müthişti ancak başlangıçta o kadar zorlandım ki. Çünkü alıştığımız bir üslup ve sahne dili vardı, dili değiştirmek, tavrı değiştirmek, kendi çerçeveni kırmak… Bütün bunların zorlu olduğunu söyleyebilirim. Ben her bir yeni oyun sürecinde her şeyi yeni öğrenen bir öğrenciymiş gibi başlarım. Bu sefer bunun çok daha fazlasını yapmam gerekti. Güzel taraflarına gelirsek, o öykündüğüm, seyirciyle kurulan samimi dil, o güne kadar alışık olmadığımız, kalıpların dışında bir üslup, seyirciyle yakın ilişki kurabilmenin getirdiği haz öyle keyifliydi ki… Bu da bana bu oyunların getirdiği kazanım oldu.
Bize biraz Pınar’ın gözünden Ayten karakterini nasıl gördüğünü anlatır mısın?
Oyunu ilk okuduğumda, bir pavyon tuvaletinde temizlikçi bir kadın ile karşılaştım. Aman Allahım dedim. Ne kadar heyecan verici. Bu karakteri çok iyi anlamalıyım, çok iyi araştırmalıyım, çok çalışmalıyım diye düşündüm. Benim hala o ilk fotoğraf, o ilk hayal gözümde canlanır.. Böyle karanlıklar içinde, loş ışıkta, tuvaletin önünde oturan, zayıf, kara kuru bir kadın. Bu ilk fotoğrafın üzerine, Emre ve Alis ile yaptığımız sıkı ve yoğun çalışma, o kadar cümle, o kadar çok bakış açısı ekledi ki. Bunlardan biraz bahsetmek isterim. Bir insanın oynadığı karakter için bunu söylemesi fazla şahsi olabilir ama bağışlasın okuyanlar. Çok seviyorum, çok seviyorum Ayten’i. Onun, benim olamadığım, benim yapamadığım kadar özgür olmasına, rahat olmasına, insanlarla kolay, hızlı ve direkt iletişim kurabilmesine, isyan etmesine, mücadele etmesine ve fakat bunlardan asla yakınmamasına, kendisine acısıyla mesafe koyduğu yerden gülerek bakabilmesine hayranım..
Ayten’e hayat verirken bir oyuncu olarak nasıl bir çalışma pratiği uyguladın? Çalışma yöntemini okuyucularımızla paylaşmak ister misin? Ayten, yazarın getirdiği önerme ile yerel bir karakter. Ve şunu da çok iyi biliyoruz ki, eğitim aldığımız tiyatro okullarında çokça karşılaşmadığımız, deneyimleme şansına erişmediğimiz bir rol kişisi. Zor bir rol, çok ince hatları olan bir rol. Diğer yandan riskli de bir seçim… Ancak jüri üyelerinin de belki de bu ödülü sana vermek istemiş olmasındaki önemli sebeplerden biri, Ayten’de yakalamış olduğun yüksek sahicilik ve samimiyet idi. Buradaki çalışma sürecin nasıl oldu?
Çok teşekkür ederim. Öyleyse ne mutlu bize. Kendimi bildiğimden beri, henüz aklımda hiç oyunculuk yok iken bile, en çok önemsediğim şey, insana ve insan ilişkilerine dair samimiyet ve dürüstlük idi. Bu böyle göstermelik bir samimiyet değil. Sahici. Sahici olmaya çok kıymet veriyorum. Kendi yaşamımda sahicilik ve samimiyeti gözetmeye çalışıyorum. Oyuncu olmaya karar verdiğimde de, kendi hayatımdaki bu seçimin oyunculuk üslubuma o kadar çok yansımasını istedim ki. Çok kaba tabir ile, seyirci ile arasına mesafe koyan, seyirciden kendini zeka ve yetenek olarak üstün gören, seyirciyle dalga geçen, seyirciyi aşağıda görerek var olan oyuncular benim düşmanım. Böyle bir şeye haddimiz yok. Gerek de yok. Seyirci ve oyuncu ve tüm yaratıcılar aynı seviyedeyiz. Ancak o seviyede o samimi, sahici ilişkiyi kurabiliriz. Çalıştığım karakterin yapısı itibariyle de Ayten, seyirciyle samimi bir ilişki kurabilmeliydi.
Daha önce seni İzmir Şehir Tiyatroları yapımı Mor Şalvar adlı oyunda izlemiş idim. Orada da yerli bir yazarın oyunu içinde yerel bir karaktere hayat veriyorsun, ancak oynadığın iki rolün fiziksel omurgası, senin tarafından yapılmış, fiziksel giydirmesi o kadar farklı ki, belki de Pınar Güntürkün’ün oyunculuk başarısı burada ortaya çıkıyor. Bununla ilgili ne söylemek istersin?
Belli bir coğrafyaya ait bir karakteri oynayacağımız zaman, hazır kalıplar, o güne kadar yapılmış olanın bir kaba taklidi üzerinden gitmek gibi bir handikaba düşülebiliyor. Buna düşmemeyi özellikle istedim. Ayten rolü için söylüyorum. Ağız, orta Anadolu ağızıyla konuşacaktı ve belli bir bedensel dili ve tavrı olmalıydı her karakterde olduğu gibi. Ancak bunu yaparken, karikatürize olmadan, tipleştirmeden yapmalıydım. Ayten, bir karakter olmalıydı. Bir karakter derinliği bulunmalıydı. Bir tip olarak kalmamalıydı. Kulaktan dolma bir ağız kullanmak istemedim. Ayten’e çalışır iken, sorduğum bazı temel sorular vardı. Yere basışı nasıl? Yürüyüşü nasıl olmalı? Postürü nasıldır? Omurgası nasıl? Nefes alışverişi nasıl? Bakışı nasıl? Bu temel sorular üzerinden bir araştırma yaptım. Bu birçoklarının dıştan içe olarak tanımladığı yaklaşımdır. Ancak sadece dıştan bir karakter omurgası çizmek eklektik kalabilir. Ben de sanırım ikisi birlikte yürüyor. Dıştan içenin ve içten dışanın kesişimini bulabilmek önemlidir burada. Karakterin fiziksel omurgasının, tavrının anahtarı onun içinde, yaşadıklarında yatar. Bu beden neden böyle diye anlamak ve içselleştirmek gerekir. Örneğin Ayten için söyleyecek olursak, yaşamı boyunca temizlik yapmış. Bu deneyiminin getirdiği bir sürü fiziksel unsuru var. Burada oyuncu olarak şunu sormalıyız. Neden? Neden? Neden? Neden böyle konuşuyor? Neden böyle basıyor? Neden böyle duruyor? Neden böyle oturuyor? Kalkarken neden böyle kalkıyor? Hepsinin cevabını verebiliyorsak çok kafidir. Veremiyorsak, öyle durmamalı, öyle bakmamalı diye sormaya, araştırmaya devam etmeliyiz. O cevapları bulanan kadar fiziksel egzersizlerini de sürdürmeliyiz.
Artık AFİFE ödüllü bir oyuncusun! Bundan sonra ki kariyerini nasıl görüyorsun?
(Gülüyor) Herhalde mücadele dönemi bitmiştir diye umuyorum. Şaka bir yana, Görülmek, onaylanmak, takdir edilmek için yapıyoruz bu işi. Tüm oyuncuların içindeki en ilkel sebebidir bu. Dolayısıyla, o en ilkel yere dokunduğu için, ödül almak, hele AFİFE almış olmak çok kıymetli. Bundan sonrasına dair elbette daha umutlu bakıyorum. Tiyatro elbette yaşamımın her yerinde. Bunun yanı sıra bağımsız sinema yapmak istiyorum.
Çalışmayı arzuladığın ya da hayal ettiğin, aklından geçen birileri var mı?
Elbette var. Nuri Bilge Ceylan ile çok çalışmak isterim. Ve bunun günün birinde olacağını biliyorum.
Eminim, o da senin gibi sahici bir oyuncuyla karşılaşsa, çalışmak isteyecektir. Çok teşekkürler bu keyifli sohbet için… Pınar Güntürkün’e giden yılın en iyi kadın oyuncusu ödülünün bilinmeyen yolculuğunu bizimle paylaştığın için…