Rumeysa Ercan
Pizzicatolar, la sesleri ve notalar…Feriye Sahnesi’nin açılışını yapan Kreutzer Sonat oyunundan çıktığımda aklımda kalanlar…Pizzicatolar, la sesleri ve notaların içinden geçen trajik bir hikâyenin serzenişi: Kreutzer Sonat. Bu beste, Ludwig Van Beethoven’ın La Majör 9 numaralı, op.47 keman ve piyano sonatının adı. Rivayete göre Beethoven bunu önce George Brigtower adında bir sanatçıya adıyor ancak daha sonra ikisi arasında bir kadın yüzünden çıkan tartışma sonucu vazgeçerek eserini döneminin ünlü Fransız kemancısı Rodolph Kreutzer’e adıyor. Kreutzer ise Beethoven’ın bu eserini seslendirilmeye uygun olmadığı gerekçesiyle hiçbir zaman çalmıyor. Tolstoy’un aynı adlı romanında tam da bu sonatın hikayesine benzer bir hikâye ele alınıyor. Bestenin atfedilmesi sırasında ortaya çıkan duruma benzer bir şekilde romanda da iki adam ve bir kadın arasındaki kıskançlık krizi söz konusu. Tolstoy döneminin ahlak kurallarını, kadın erkek ilişkilerini, kuralcılığı ve baskıcılığı, toplumun çoğu duyguyu hiçe sayan tuhaf normlarını ele alarak Pozdnışev’in karısını öldürmeye giden hikayesini anlatıyor. Romanı başarılı bir şekilde uyarlayan ve özellikle anlamı boşaltılmış, duygudan yoksun, nefretin ve aşkın birbirine karıştığı evliliklere, arzuların içindeki hayvani şiddete odaklanan Kayhan Berkin, Pozdnışev’in bu trajik hikayesini seyirciyle buluşturuyor. Versus Tiyatro yapımı olan oyunda Kayhan Berkin oyunu hem uyarlamış hem yönetmiş hem de başarılı bir performansla sahneye yakıştırmış. Doğrusu kadın cinayetlerinin gün geçtikçe çoğaldığı bir ülkede böyle bir hikâyeyi bir katilin gözünden anlatmak büyük cesaret! Çünkü metin zaman zaman tehlikeli sınırlarda yüzerek bazı kavramları ciddi şekilde sorgulatıyor. Ana metinde Tolstoy yer yer rahatsız edici şekilde kadınları ötekileştiren ve dışlayan bir dile sahipken, Berkin’in uyarlaması bu duruma biraz daha müdahale etmiş. Feminist bir perspektiften bakıldığında Tolstoy karısını öldüren Pozdnışev’i haklı çıkarmaya çalışıyor gibi, zira romanının sonundaki bazı açıklamalarda da göstermeyi amaçladığı şeyleri anlatırken yalnızca ahlak kavramı üzerinden gidiyor. Berkin ise bu tuzağa düşmeden ne Pozdnışev’i haklı gösteriyor ne de onun öldürdüğü kadını… Onun işaret ettiği yer daha çok onları bu duruma getiren toplumsal normlar, kadın-erkek ilişkileri ve evlilik meselesi. Bu nedenle sahnede izlediğimiz metinde psikanalitik bir inceleme yapabilme şansı bulabiliyor ve Pozdnışev’in yaşadıkları üzerinden suratımıza çarpan gerçekliklerle karşılaşıp, herhangi bir cinsiyet tarafına geçmeye çalışmadan tarafsız olarak büyük resmi görebiliyoruz.
Bir tren yolculuğuyla başlıyoruz oyuna. Pozdnışev, karısını öldürüp hapiste cezasını çektikten sonra ilk defa insan içine çıkıyor. Biraz eski hayatına özlemle, biraz da pişmanlıkla çıktığı bu yolculukta onu trajik hatasına götüren anılarını dinlemeye başlıyoruz. Pozdnışev, karısına nasıl evlenme teklifi ettiğini, ona evlilik adı verilen düzmecenin içinde kaybolmadan önce nasıl âşık olduğunu anlatmaya başlıyor önce. Sonra erkekler için büyük önem atfedilen cinsellik dürtülerinin nasıl ortaya çıktığı, bunun ailesi ve çevresi tarafından ne denli normalleştirildiği ancak bir kadın için ne kadar küçültücü olduğu konusuna değiniyor. Özellikle bu bölümde herhangi bir ırk, dil ya da din fark etmeksizin konunun vahameti çarpıyor gözlerimize. Bir genel evde ilk cinsel deneyimini yaşadıktan sonra bir daha hiçbir kadına masum bir şekilde bakamadığını söyleyen Pozdnışev, tabulaştırılan cinsellik konusuna dair gizli kalmış bir gerçekliği açığa çıkarıyor. Erkeklerin cinselliği öğrenme ve onu yaşama biçimleri, bunun üzerinden kendilerini tanımlamaları bu şekilde mi olmalı? Cinselliği sadece bir haz olarak görmek bir yana, bu erkekler bir kadınla ilişki kurmanın yolunu bu şekilde öğrendikten sonra hayatları boyunca kurdukları ilişkiler nasıl normal ilişkiler yaşayabilirler ya da nasıl cinsellik odaklı olmadan kalabilirler? Burada durup düşünmek istiyorum, Türkiye’de ve günümüzde de durum tam olarak böyle değil mi? Toplumsal olarak özellikle erkek çocuklarının yetiştirilme tarzları ve cinselliği öğrenme biçimleri onların ilerleyen yaşamlarında nasıl bir etki yaratıyor dersiniz? Kız çocuklarında cinselliğe dair tek bir kelime konuşmanın dahi ayıp(!) sayıldığı bir toplumda erkeklere verilen bu haz ve özgürlüğün neresi eşit? Cevaplar hepimizin malumu ve ne yazık ki günümüzde de pek çok örneğini gördüğümüz gibi! Her ne kadar daha eril bir bakış açısına sahip olsa da Pozdnışev de tam olarak bundan yakınıyor aslında. Dolayısıyla kurduğu evlilik üzerinde de cinselliğin hâkim olduğunu, bu dürtüyle birlikte içindeki şiddet de dahil olmak üzere tüm hayvani davranışlarının ortaya çıkışını resmediyor bize. Onu bu evliliğe zorlayan toplum, aynı zamanda ona kadınları da sınıflandırmayı öğretiyor ve bu sınıflandırma hali ne yazık ki yaşadığı ilk cinsel deneyimden beri süregeliyor. Ne kadar da tanıdık değil mi? Pozdnışev kendine bir eş seçerken yeterince ahlaklı, yeterince güzel, yeterince zeki ama aynı zamanda tehlikeli olarak sınıflandırıyor kadınları. En sonunda buklelerine, güzelliğine ve saflığına âşık olduğu bir kadınla evleniyor. Evlilik sürecinden önce ailelerin söylediği sözler, özellikle evlendiği kadının annesinin onu nasıl ikna ettiği, kadınların hayatları boyunca evliliğe hazırlanmış olması gibi pek çok normdan bahsederken bu işin sadece bir “pazarlama” olduğunu ileri sürüyor. Evlilik dediğimiz kavram aslında cinsel birlikteliklerin hukuki ve toplumca kabul gören bir çatı altına sığdırılmasından oluşan sözde “ahlaklı” bir eylem hali. “Ahlak” kavramı adı altında baskılanan, aşağılanan, ezilen ve duyguları hiçe sayılarak evlenmeye zorlanan bir yığın kadın ve erkek mutsuz bir yaşama sürükleniyor. Pozdnışev’in düşündürdükleri evlilik ve ilişkiler üzerine çok daha derin bir perspektiften bakmamızı sağlıyor. Evlilik olarak tanımlanan düzenin içinde hem kadına hem de erkeğe yüklenmiş olan sorumluluklar, zorunluluklar ve ne olursa olsun bunları sürdürme çabası yavaş yavaş hayattan uzaklaştırıyor onları. Pozdnışev’in çocukları doğduktan sonra anlattığı fiziksel ve ruhsal çöküş durumu ise gerçek bir olguyu canlandırıyor gözümüzde. Kadınların perspektifinde çocuk doğurmanın yarattığı fiziksel zorluklar bir yana, mental ve hormonal açıdan geçirdikleri dönüşümün etkileri oldukça yıpratıcı olabiliyor. Pozdnışev tarafında bir erkek perspektifinden bu durumun nasıl değerlendirildiğini görmeye başlıyoruz, ilk defa çok da taraflı bakmadan kendi yaşadığı durumların da zorluğunu anlatıyor. Çünkü bir bebeğin, çocuğun bakımı da hayatlarında önemli bir dönüşüme neden oluyor. Peki tüm bunlar tam olarak ne için? Bir kadından ya da bir erkekten hem nefret edip hem de aynı anda onunla sevişmek istemek için mi? Ya da sadece aileler, toplum veya devlet kuralları böyle buyurduğu için birbirlerinin içindeki öfkeye, nefrete rağmen aynı çatının altında kalmaya devam etmeleri için mi? Kayhan Berkin bütün performans boyunca bu sorular üzerinde dururken, abartısız, gereksiz hareketlerden uzak, olanca sadeliğiyle bir performans sergiliyor. Pozdnışev’i canlandırırken ortaya koyduğu tavır metnin dilindeki bazı sert söylemleri dönüştürerek sadece bir erkek ya da bir kadın tarafından değil, objektif bir çerçeveden algılamamızı sağlıyor. Bu noktada kotarılması oldukça zor bir işi başarıyor. Aksi takdirde Pozdnışev’in bakış açısı fazlasıyla ataerkil ve cinsiyetçi bir yere doğru evrilebilir, zira ana metinde de böyle bir bakış açısı varlığını hissettiriyor.
Pozdnışev ilişkilerinin psikanalizini yaparken bir şekilde sürdürmek zorunda oldukları evliliklerinin gidişatını değiştiren Thuraçevski’nin gelişinden söz ediyor. Thuraçevski tıpkı Kreutzer Sonat’ın atfedildiği kişi gibi bir kemancı. Karısı ise müzikle ilgileniyor ve piyano çalıyor. Thuraçevski’nin gelişinden rahatsız olan Pozdnışev, tüm bu rahatsızlığına rağmen kibar davranışlarını sürdürmeye ve bir şekilde onu ailesine dahil etmeye devam ediyor. Onu öngörülemez bir biçimde kıskançlığa sürükleyen bu davranışları zaman zaman bilinçli yaptığını, zaman zaman ise bunları yapmaya bir şekilde engel olamadığını izliyoruz. Pozdnışev karısından hem nefret ediyor hem de onun bedeni üzerinde bir hak sahibi olduğu düşünecek ve bu düşüncesinin haklı olup olmadığını sorgulayacak kadar karısını kıskanıyor. İlişkilerin psikanalizi tam olarak burada başlıyor işte. Bir kadını ya da bir erkeği sevmek nasıl tanımlanabilir? Sevmek dediğimiz kavram aynı zamanda bu denli bir öfke ve nefreti de bir arada bulundurabilir mi? Yoksa “evlilik” adı altında maskelenen cinsel dürtülerin doğurduğu hayvani şiddet hali ilişki içindeki insanları bir anlamda suç ortağı mı yapar? Peki bütün bunlar bir dayatma olmasının dışında hangi akla ve mantığa sığan davranışlar bütünü olarak tanımlanabilirler? Kendi doğruları, düşünceleri, yargıları ve saptamalarıyla belirli senaryolar kuran Pozdnışev, içindeki şiddete yeniliyor. Kuşku, şüphe, birtakım normlar ve toplumsal anlamda kadın olmaya dair verili koşullar altında pek çok senaryo düşünüyor kafasında. Bütün bunların gerçekten var olup olmadığını, karısı ile Thuraçevski arasında gerçek bir ilişkinin olup olmadığını bilmesek de Pozdnışev hükmünü çoktan vermiş oluyor. Pozdnışev’i psikanalitik açıdan değerlendirecek olursak belki de her şeyden öte cinsel obsesif bozukluğa sahip olduğunu bile düşünebiliriz. Pozdnışev’in yaşadığı ilk cinsel deneyimin onda yarattığı travmatik etki ve kuralcılığı, mükemmeliyetçiliği, kendini ve karısını sık sık eleştirmesi, tahammülsüzlüğü ve belirsizliğe asla dayanamama hali bu durumu doğrulayabilir gibi. Kayhan Berkin’in rejisinde ve performansında da yer yer izleri görülen bu durumlar karakterin kararlarıyla net bir şekilde belirginleşmeye başlıyor. Özellikle Pozdnışev’in kendi şüphelerini dile getirdiği ve varsayımsal olarak kendini doğruladığı yerlerde yapılan ışık tasarımı onun içindeki katmanlı hali vurgular nitelikte. Bu noktada hem metnin hem de rejinin zamanlaması, Kreutzer Sonat’taki müzik zamanlaması ile paralel bir şekilde özdeşleşiyor. Tıpkı kreşendolar, dekreşendolar ya da Pozdnışev’i derinden etkileyen pizzicatolar, la sesleri, notalar gibi yerler oyunla bestenin adını birleştiren taşları yerine oturtuyor. Dramaturjik olarak Kreutzer Sonat bestesinden kullanılan parçalar etkin bir şekilde yerleştirildiği için Pozdnışev üzerindeki etkisi yavaş yavaş seyirciye de geçiriliyor. Müziklerin böyle yerlerde kullanımı oyuncunun duygusal devinimlerini de ciddi şekilde etkileyerek o anın içine girmemizi sağlıyor.
Tren yolculuğuna devam ederken trajik hikayesini anlatan Pozdnışev, olayın olduğu güne geliyor nihayet. Göreve gittiği ilçede karısından aldığı “soğuk” mektupla kendi senaryolarını doğruluyor ve ani bir şekilde eve dönmeye karar veriyor. Evine döndüğünde ise gördüğü manzara Pozdnışev’in tüm kuşkularını doğruluyor ve karısını ölüme götüren o trajik hatasını gerçekleştiriyor. Sarsıcı bir şekilde anlatılan bu anlar, o dehşetli sonucu sezdiriyor. Pozdnışev sözde pişman değil gibi dursa da içsel olarak yaşadığı çatışmalar onun ikilemlerini yansıtıyor. Berkin bu noktada da Pozdnışev’in yaşadığı devinimi başarıyla yansıtıyor. Yine de anlatılan bu korkunç hikâyeyi haklı çıkaran mahkeme kararı metni biraz daha sorgulamamıza neden oluyor. Pozdnışev tam tamına on iki erkek jüri tarafından karısını öldürmek için kışkırtıldığına karar verilerek serbest bırakılıyor. Bu durum ataerkil düzenin “ahlak” çerçevesi altında kendi kendini haklı çıkarma çabasına benziyor. Evet, bir kez daha hepimize çok ama çok tanıdık gelen bir durumla karşılaşıyoruz! Pozdnışev’in tüm ikilemlerine ve katil olması gerçeğinin değişmemesine rağmen, kendini suçlaması, jüriyi değil karısını haklı bulması ve yaşadığı pişmanlığı dile getirmesi ise büyük bir dönüşüm! Hikâyenin sona ermesiyle “bağışlayın beni” diyerek trenden iniyor Pozdnışev, aynı şekilde Kayhan Berkin de performansını sonlandırıyor.
Sadece elli dakikaya sığdırarak koskoca bir dünyayı anlamamızı ve aşka, cinselliğe, ilişkilere ve evliliklere dair ince bir derinlikle büyük resme bakmamızı sağlayan bu başarılı uyarlama gerek metinle kurduğu ilişki açısından gerekse yaptığı sorgulamalar açısından oldukça farklı bir alan açıyor bize. Her ne kadar Tolstoy’un yazım dilini kimi yerlerde fazla cinsiyetçi bulsam da uyarlamadaki farklılıklar bunu fazlasıyla tolere ediyor. Kayhan Berkin’in uyarlama yaparken metni başlattığı ve bitirdiği noktalar, Kreutzer Sonat’ın ana fikrini her anlamda buram buram metne işleyişi, incelikli rejisi ve bir an bile seyirciyi izlemekten alıkoydurmayan doğal performansı takdire şayan! Bütün bu olayları tek bir perspektiften ve genellikle sadece kadın perspektifinden izlemeye alıştığımız, artık neredeyse ezberlediğimiz birtakım klişelere karşı karşı duran ve bir de diğer taraftan baktıran bu oyun her anlamda farkını ortaya koyuyor. Özellikle son zamanlarda yaptıkları işlerle dikkatleri üzerine çeken Versus Tiyatro ile yönetmen Kayhan Berkin’in alkışı ve seyircisi bol olsun dilerim!