[Ilgaz Gökırmaklı’nın Hürriyet’te yayınlanan yazısının bir kısmını paylaşıyoruz.] Oyuncu, yönetmen, radyo ve televizyon programcısı, yazar, çevirmen ve seslendirme sanatçısı… Ali Poyrazoğlu ‘içindeki orkestradan’ yükselen bu seslerle 60’ıncı sanat yılını kutlarken, 26. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek yeni oyunu ‘Habanera Makamı’ için de gün sayıyor. Usta tiyatrocu ile yeni oyun öncesi sohbetteydik.
60’ıncı sanat yılını kutlayan Ali Poyrazoğlu’nu bugüne dek pek çok şapkayla gördük. Dizilerde rol aldı, tiyatroda oyunculuğun yanı sıra yöneticilik üstlendi, sinema filmlerinde yer aldı. Öğrencilik yıllarında başladığı kitap çevirerek harçlık kazanma ‘işini’ ilerleterek çevirmenliğe devam etti, kitaplar yazdı. 20 yıl boyunca gazetelerde köşe yazarlığı yaptı, seslendirme sanatçısı olarak sesiyle hafızalarımıza kazındı, radyo programları sundu. 80’li yıllarda pek çok müzikalde rol aldı ve kurduğu Yeşil Kabare’de Adile Naşit, Yıldız Kenter, Zeki Müren, Müjdat Gezen, Ferdi Özbeğen, Sezen Aksu, Rasim Öztekin gibi isimlerle sahneyi paylaştı.
Poyrazoğlu, sayısız eseriyle 60’ıncı sanat yılını kutlarken kendisi için de ayrı bir yeri olan bir hikâyeyi, 26. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yer alacak ‘Habanera Makamı’ adlı yeni oyunuyla sahneleyecek. Fransız besteci Bizet’nin 1875 tarihli meşhur anlatısı ‘Carmen’i anlatmaya geri dönüyor Poyrazoğlu. “Geri dönüyor” diyoruz zira bu, Poyrazoğlu’nun ilk ‘Carmen’ macerası değil. Oyuncu, 10 yıl önce yine İstanbul Tiyatro Festivali için yarattığı ‘Asi Kuş’ ile opera, bale ve mizahı bir araya getirmişti. Dünyanın en ünlü yapıtlarından ‘Carmen’in ve kadınların asi birer kuş olduğu tüm hikâyelerin kendisi için çok önemli olduğunu söylüyor. Ona göre ‘Carmen’, tiyatro ve operada yıldız olmak isteyen herkesin arzuladığı bir rol, opera tarihini değiştiren yenilikçi bir eser. Bu özel hikâyeyi bu kez caz notalarının yükseldiği, tiyatro ve operayı buluşturan bir formatta sahneleyecek. Yazıp, yönetip oynadığı ‘Habanera Makamı’nda kendisine notalarıyla Çiğdem Erken Kuartet eşlik edecek.
Provaların kendisi için de çok keyifli geçtiğini söylüyor Poyrazoğlu. 7 Kasım Pazartesi 20.00’de CRR Konser Salonu’nda, 19 Kasım Cumartesi 20.00’de Süreyya Operası’nda sahnelenecek ‘Habanera Makamı’ için de epey heyecanlı. Şarkılar ve hikâye belli olsa da bu gösterinin deneysel bir yönü olduğunu anlatıyor. Anılarından hareketle anlatacağı hikâyede, caz tınıları eşliğinde her zaman olduğu gibi mizah öğesine de bol bol yer verecek.
‘İÇİMDEKİ ODA ORKESTRASININ SESLERİNE UYUYORUM’
Sahnede ve sanatın pek çok disiplininde üretimlerine devam ettiği 60’ıncı yılda bu heyecanını koruması, onun oyun ve anlatma hevesinin en büyük kanıtı aslında. Tüm bunları yapma nedeni, bitmek tükenmek bilmeyen bir üretme arzusu mu yoksa her şeye yetişme çabası mı diye düşünmeden edemiyor insan. Tam sormaya niyetlenirken bir kere daha durduruyor beni Poyrazoğlu: “Kamuoyunun bilmediği bir şey daha var! Türkiye’nin önde gelen kurumlarında inovasyon ve gelecek tasarımı konularında eğitimler veriyorum. Şu ana kadar 600 bin kişi bu eğitimlere katıldı.”
Bütün bunları da para hevesinden yapmadığını ekliyor, onu harekete geçiren, içindeki ‘orkestra’. O orkestrayı ise “Mesleğin farklı dallarında üretmek istiyorum. Bu meslekleri ayrı enstrümanlara benzetirsek içimde kemanın da çellonun da viyolanın da ayrı ayrı seslerinin duyulduğu bir oda orkestrası var. Her birinin sesine uymak istiyorum” diyerek anlatıyor. Ona göre en büyük avantajlarından biri İngilizce ve Fransızca bilmesi. Yurtdışına gidip yeni oyunlar görebilmesini, eserler okumasını ve dağarcığını geliştirmesini buna bağlıyor. Parislilerin tiyatroya ilgisini göklere çıkarıyor, bir şehir için ne denli büyük bir övünç kaynağı olduğuna dikkat çekiyor. Ve elbette sıra o ‘meşhur’ cümle geliyor: “Beyoğlu da eskiden böyleydi!”
İçine doğduğu Beyoğlu’nu, “Bir ucundan girer, diğer ucundan çıkardık. Her yer tiyatro ve sinemalarla doluydu. Tiyatro ve sanatın başkentiydi. Yazarlar, çizerler, sanatçılar hepsi oradaydı. Biz de meraklı genç tiyatrocular olarak çıkmazdık oradan…” diyerek anlatıyor. Beyoğlu’nun ondaki yeri ayrı. Doğaçlama oyunu ‘Şıngır Şıngır Beyoğlu’nun ismi de buradan geliyor. Tiyatro perdelerinin çok ağır olması ve demir çubuklarla açılırken çıkardığı ‘şıngır şıngır’ seslerine bir selam oyunun ismi: “Orada şıngır şıngır açılan perdelerin olduğu Beyoğlu’nu anlatıyorum çünkü ben tiyatroya gözlerimi o Beyoğlu’nda açtım.”
Bu sohbeti yaparken ‘Şıngır Şıngır Beyoğlu’nu sergilemek üzere Antalya’daydı. Sonra Ankara’ya geçecek, sonra İstanbul’a… Bu yoğun programdan şikâyetçi değil. Bir dizi teklifini çalışma temposunun yoğunluğundan reddetse de yakın zamanda senaryosunu yazdığı ‘Tamamla Bizi Ey Aşk’ adlı filmin hazırlıklarına başlayacak.
Pandemi sözcüğünü yavaş yavaş dağarcığımızdan çıkarsak da konu üretkenlik olunca, sohbet ister istemez o ‘karanlık’ döneme geliyor. Herkesin evlere kapanıp rutininden uzaklaştığı o dönem, Poyrazoğlu için pek de ‘fena’ geçmemiş. Çok çalıştığını, kitap yazdığını ve eski tempoda olmasa da sahneye çıkmaya devam ettiğini söylüyor: “Cesur seyirci maskesini takıp geldi, bana da moral oldu.” Kapanmada uzun zamandır vermeyi kafasına koyduğu kiloları bile vermiş, “Şu an çok fitim” diyor. Öyle ki ‘Kilo verip tekrar sahnelesem’ diye düşündüğü ‘Kobay’ oyununu yeniden sahneleyecek.
Bu yıl İstanbul Tiyatro Festivali’nin Onur Ödülü’ne de layık görüldü Ali Poyrazoğlu. Eskisi kadar önemsemiyor ödülleri, hatta tüm prestijini kaybettiğini düşünüyor. Uzun süredir ne ödülleri kabul ediyor ne de törenlere katılıyor: “Çok fazla ödülüm var. Evde sığdıracak yer kalmadı. Bazen acaba ben de başarılı genç tiyatroculara ödüllerimi mi versem ya da bir tiyatro müzesine mi bağışlasam diye düşünüyorum.” Ancak İKSV’nin verdiği onur ödülünü, sanat yaşamının 60 yılının tamamını kapsaması nedeniyle farklı ve özel bir yere koyduğunu, kendisini de mutlu ettiğini söylüyor.
Daha önce söylediği “Sistem yaşlıları ötekileştiriyor” sözünü hatırlatıyorum. Sadece sanatta değil, hayatın her alanında yaşlıları ötekileştiren sistemden yakınıyor: “Yaşlıları değersizleştiren, ölüme kilitleyen ve ikinci bir gençlik baharı yaşatmaya hevesli olmayan bir sistemde yaşıyoruz.” Oyunculukta da durumun aynı olduğunu, belli yaşa gelmiş oyuncuların aranmadığını söylüyor: “Bizde gençliğin peşinden koşma operasyonu başlamış, her şey gençliğin ruhunu okşayacak şekilde tasarlanıyor. Öykülerin, işlerin derinliği, anlamı kalmadı, TV dizileri birer fotoroman tadında.”
‘Gençliğin peşinden koşma operasyonu’na karşılık tiyatronun peşinde koşan genç oyuncular ve oluşumları soruyorum. Genci yaşlısı, kalabalıklar önünde oynayanları, daha küçük gruplar karşısında sahneye çıkanları; kısacası tüm tiyatro emekçilerini büyük özveriyle işlerinde direnenen meslektaşları olarak görüyor. “Genç arkadaşlar da maceralı yolculuklara çıkıyorlar” diyor. Tiyatro emekçilerinin tiyatroyu ayakta tuttuğuna ve bu vesileyle uzaklaşan seyircinin de döndüğüne dikkat çekiyor. Ayrıca pek çok şey gibi izleme alışkanlıklarımızın da değiştiğinin altını çiziyor: “Kendisinden farklı bir bakışla, insanı kavramaya çalışan sanata büyük bir merakla yaklaşıyor artık seyirci. Genç ve deneysel işleri de klasikleri de kaçırmak istemiyor, her şeye yetişiyor. Övünç duymalıyız.”
‘ÇOK ZOR BEĞENEN BİRİYİM’