Özkan Nohut
Ne zaman ‘devlet dersinde öldürülmüştür’ dizesini duysam Arkadaş Zekai Özger’in hüzün taşkını yüzü düşer kalbime. Kendi kuşağının hayatı çalınan yüzlercesinden biridir; eli muhteşem şiirlidir. Yaşasaydı inanılmaz yetkinlikte katkılar yapacaktı dile. Türkçenin sesini okşayacaktı durmadan. Ama işte bu ülke, türküler söylendikçe Türk diliyle anılacak ‘size’ sövüşümüz biriktiriyor durmadan dilimizde. Üretken, yaratıcı, aydınlık kafalara güdülen kin bitmek bilmiyor.
Şair İlhan Sami Çomak, devlet dersinde hayatı çalınanlardan. Dilden yaralı kuşaktan. Ana dilinden söküp alınmış; kendi söylemiyle, dil duvarına çarpıp yara bere içinde kalmış. Buna rağmen Türkçeyi harikalar diyarında gezdiren şiiri coşkun güçlü bir ırmak; memleketinde akan Peri Suyu kadar duru, serin, ferah. 28 yıldır içerde, kendine yarattığı genişlikten umudun göğüne kuşlar uçuruyor. Türkçeyi düzgün yazıp konuşmaktan aciz, erki elinde tutmak dışında bir hikmeti olmayan ‘bir takım insanlar’ Türkçenin saçlarına çiçekten taçlar takan bu güzelim insanları yaftalıyor, yargılıyor, hapsediyor, öldürüyor.
İlhan Sami, Kürt ve Alevi. Bilhassa gençliğini söndüren 90’ları aklımıza getirirsek bu hayata 2-0 yenik başlamak demek. Şimdilerin ‘Eski Türkiye’ tabir edilen beyaz toroslu dönemlerde, 1994 yılının Ağustos’unda 19 gün gözaltında tutulur; dönemin envai çeşit işkence yelpazesinden payına düşmeyen kalmaz. Üzerine atılı iftiralarla, ağır işkence altında alınmış ifadelerle, delilsiz suçlamalarla, aynı zamanda ayrı iki yerde bulunup işlediği iddia edilen mekanı bükebilen süper güçlü cürümleriyle bezeli polis fezlekesinin sihirli bir savcı dokunuşuyla, noktası virgülüne iddianameye dönüştüğü zehirli yıllar. Sonrası kaçınılmaz upuzun tutukluluk hali. ’Eski Türkiye’nin’ hukukuyla yıllarca cebelleşir ve nihayet bir tür körpecik hayatları öğütme mekanizması olan köhne adalet sistemin şaşmaz kuralınca en ağır cezayla mahkum edilir. Devletin ali güvenliği yeniden tesis edilmiş olur; egemenlerin içine bulanık sular serpilir. Bununla kalınmaz; dava seyir halindedir. Ver adaletini ‘Yeni Türkiye’. AHİM’in adil yargılanma yapılmadığı tespitiyle güya yeniden görülen dosyadan, döne dolaşa aynı hükme varılır; yeniden müebbet. Bu yeniden yargılama sürecinde tutuklu mudur yoksa hukuksuzca hükümlü mü tuhaflığı da cabası. Yani en yeni adıyla da Türkiye yine Türkiye’dir. Çünkü kokuşmuş bir kararlılıkla temel bir ilke yürürlüktedir; devlette adaletsizliğin devamlılığı esastır.
Moda Sahnesi sezonu şairin hayatından kesitleri kaleme aldığı ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyunuyla açıyor. Doğup büyüdüğü Bingöl Karlıova’daki köyünden 21 yaşının İstanbul’una, hayattan tecrit edilene dek yaşadıklarını ironisini neredeyse hiç kaybetmeyen bir dille sahneye tercüme etmiş İlhan Sami. Dayatılan çoğunluk diliyle ve diniyle yaralayıcı imtihanlarını anlatırken alaycılıktan geri durmuyor. Bu bir tür kendini ve aklını koruma, kötülükle başa çıkma yöntemi; otoriteyi ciddiye almamak. Sahnede varolan çift dilliliğe eşlik eden çift cinsiyetlilik sanki hayatı, insanı, var olabilmeyi daha bir güçlü ve dahi daha bir hakikatli, daha olmuş kılıyor. Erkek aklın örgütlü kötülüğüne, durmadan kötülük üretme biçimine, egemenin-otoritenin-iktidarın hayatlarımıza hiza verme hırsına, erkek aklına karşı koyuş, ona inat hayatı yeniden-yılmadan iyilikle, sevgiyle inşa etme çabası. Dayatılanın-maruz kalınanın kötücül çoraklığından, suyun, taşın, kuşun, kurbağanın yaşamlı umutlu gümrah sesine, doğanın ilhamlı ve kucaklayıcı diline sığınmak ve tahakküm aklının eremeyeceği, uzanıp ulaşıp kirletemeyeceği evrenler yaratmak. Çocukluğu kaybetsek de çocuksuluğu cebimizde taşımak. Oyunlardayız. Çocukluğu aklından, aklını çocukluktan hiç alamıyor şair-yazar. Dolayısıyla çocuk aklından çıkıyor metin. Hafızasında yer eden görüntüler daha çok çocukluğa, onun saflığına, utanmazlığına, merakına, iyiliğine ve sevgisine dair. En çok da çok özlediği, doyamadığı, kıyamadığı, Keke dediği, ölümüne inanamadığı, adını adına eklediği Sami’ye, kendisinden iki yaş küçük kardeşine. Hatırlamanın burunda tüten kokusu Keke. Sahnede iki kişiler, bir kadın bir erkekler; bir İlhan bir Keke. Oyuncular Gülseven Medar ve Ali Tekbaş öncelikle müzisyenler. Kemal Aydoğan oyunu derip çatmaya oyuncu seçiminden başlamış. İki oyuncunun şahane sesleri oyunun sazlı, sözlü, söylemeli, söylenmeli akışını su gibi kılıyor. Kürtçeden Türkçeye sürekli değişip dönüşen aktarım öyle ahenkli ve renkli ki ‘çok dillilik hepten güzel’ diyorsunuz. Oyuncuların daha önce birlikte aynı sahneyi birkaç kez paylaşmış olmalarını aralarındaki sahne ve oyun arkadaşlığı uyumundan anlayabiliyorsunuz. Projeksiyon perdesinin altındaki, yorganların istiflendiği yüklüğün hemen üstüne özenle işlenmiş şahmeran figürüyle iktidar kavgasına, egemenin tükenmez hırsına kurban edilen kadınca akıl ve bilgeliğin oyun boyunca hafızamızda asılı kalması sağlanmış. Böylelikle sahnede kadının varlığı daha anlamlı bir zemine oturmuş. Sesi söze, sözü saza dönüştüren oyun dili. Kürt ve alevi kültürel kodlarından ustaca ve incelikli oyunlar çıkarmak. Anlatımın-aktarımın dengbejliği çağrıştırmasından tutun semah dönmelere varana. Dilin, sesin, ünlemin, nidanın şiirli varlığı her an bir ağıta ya da bir türküye evrilme olanağında alesta duran oyunsuluk. Çocukluk ve oyun kavramı arasında durmadan üretilen sıkı rabıta. Yönetmen Kemal Aydoğan’ın, Çomak’ın kitabına yazdığı sunumda belirttiği gibi eril ve dişil enerjiyi yan yana ve ayrılmaz bütünlükte düşünüp kurguladığı oyun evrenini bunun üstüne inşa etmek ve bunu Alevilik folklorüyle iliklemek sahneye koyma yolunda bir metne yaklaşımın nasıl olmalısına dair sıkı bir örnek. Oyun boyunca anlatımı doygunlaştırmak adına perdeye düşürülen en az oyunun metni kadar incelikli görsellerin ve animasyonların yarattığı zenginlik oyunun şiirsi masallığına ya da masalsı şiirliğine güç katıyor; Saeed Ensafi oyun evrenine etkili bir katkı koymuş. Bengi Günay dokunduğu her şeyi sanata dönüştürüyor. İlhan Çomak’ın sıklıkla dile getirdiği, direncinin dayanak noktası olan şey, hapishanedeki mekanın ve zamanın kuşatıcı zorbalığını şiirle yerle bir etmek. İçerinin soğuk, boğucu ve kısıtlayıcı havasını sahneye sarkıtılan halatlarla esnetmiş ve onların üstüne şairin de, şiirinin de hatıralarının da başat izleği olan kuşları, yıldızları, kurbağaları, hayalleri, merakı, özgürlüğü, çocukluğu kondurmuş. Mekana ferah fahurluk, sonsuzluk; seyre küşayiş vermiş. Bu dokunuş İrfan Varlı’nın ışık tasarımıyla bütünleşince zamansız, büyülü bir gerçekliğe ulaşmış. Çomak’ın da dediği gibi tiyatro belki şiire en çok benzeyen ya da yakışan sanat.
Moda Sahnesi’nin repertuvarına aldığı yanılmıyorsam ikinci otobiyografik eser bu. İlki önceki sezon sahneye koyulan Fransız yazar Edouard Louis’nin ‘Babamı Kim Öldürdü’ adlı oyunu. Her ne kadar ‘Babamı Kim Öldürdü’yle ayrı estetikte ve farklı tonda söylese de sözünü, ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ egemen olanla, siyasetle, zor kullanma gücünü elinde tutanla girişilen hesaplaşma ve onun bilinçli kaba kötülüğünü görünür kılma çabasında bir ortak paydada buluşuyor. İktidarın-otoritenin hayatlara koyduğu sınırlara, kimliklere savurduğu ayrımcı nefrete, bireye biçtiği kalıplara cepheden bir itiraz, bir tür zorbalıkla mücadele manifestosu; ona karşı bilenen yaratıcı öfkeyi diri tutma çabası. Yazarak düşünme, yazarak hatırlama, yazarak güçlenme, yazarak bilinçlenme; bu iki kalemin tesadüf birlikteliği. İlhan Sami Çomak’ın otobiyografisini okumamış, oyunu izlememiş olsaydım kimi yargılarının Louis’den hatırımda kaldığını iddia edebilirdim. Otorite doğal olana karşıdır. Siyasetin dili hep erkektir. Siyaset olağanüstü bir kötülük biçimidir.
Moda Sahnesi’nin bu ayrıksı ve cesur repertuvar tercihleri, sahnenin poetikasını ve politikasını tartışılmaz bir belirginlik üzerine kurduğunun göstergesi. Ve bunu estetize etmeyi her seferinde daha bir yetkinlikle başardığını alkışlarla izliyoruz. İlhan Sami Çomak’a edilen inanılmaz kötülükleri, uğradığı büyük haksızlıkları sürekli göz önünde tutmak, durmadan hatırlatmak adına giriştiği bu büyük çaba ve takındığı tavır çok hayati, çok kıymetli. Şayet kutuplaşmanın doruğundan inmek bilmeyen bu toplumun iyileşmesi ve ilerlemesi söz konusu olacaksa böylesi kuvvetli itirazların ete kemiğe bürünmesiyle mümkün olacak. Tiyatronun fark ettiren, farklılaştıran, dönüştüren etkisine inanmalıyız. Pandemiyle birlikte yüksek tondan dillendirdikleri ‘kamusal tiyatro’ fikrinde, bu düzeyde sanatsal üretimleri çoğaltmak adına hep birlikte diretmeliyiz.
Şairin dediği gibi:
Kötülük rejimine karşı şiir!
Sahnenin yaptığı gibi:
Kötülük rejimine karşı tiyatro!