[Zeynep Nur Ayanoğlu’nun Unlimited sitesinde yayımlanan söyleşisini okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Derviş Aydın Akkoç’un yazdığı, Kemal Aydoğan’ın ise yönetmenliğini üstlendiği Eşkal oyununun prömiyeri geçtiğimiz haftalarda Moda Sahnesi’nde gerçekleşti. Oyun üzerinden yönetmen Aydoğan ile oyuncular Sedat Küçükay ve Cenk Dost Verdi’ye merak ettiklerimizi sorduk.
6 Mayıs Cuma günü Moda Sahnesi’ndeki Stüdyo Sahne’de prömiyerini seyrettiğim Eşkal, seyirciyi bekleterek başlayan, bekleme hâlini dinamik bir gelecek hayaline dönüştüren bir oyun. Sandalyelerimizin altına özenle yerleştirilmiş ve ilkin nar kabuğu sandığım kırmızı taşlar bana “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” diye düşündürttü. Oysa kadim zamanlardan gelen şeytan taşlama işinde gizlenen eylemselliğe çağrıldığımız kırmızı taşlardı bunlar. Bir olabilmek, elimizin uzandığı taşları şeytana fırlatacak gücü bulabilmekten geçiyor olsa gerek…
Sizler için bu oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan ve oyuncuları Sedat Küçükay ve Cenk Dost Verdi ile bu oyuna dair söyleştik.
Moda Sahnesi’nde uzun zamandır ilk defa (veya kurulduğundan bu yana ilk defa mı?) Türkçe yazılmış bir oyun oynandığını yazdığınızı görmüştüm. Derviş Aydın Akkoç’un bu metnini Türkçe yazılmış bir oyun olarak hangi nitelikleri bakımından sahneye taşımak istediniz?
Kemal Aydoğan: Moda sahnesi metinli tiyatro açısından ilk kez Türkçe yazılmış bir oyun oynuyor. Metinli tiyatro diyorum çünkü daha önce yapımcısı olduğumuz maraton, balerin dans tiyatrolarında da kısmi de olsa metin kullanılmıştı. O metinler de Türkçe yazılmıştı. Buradaki kastım bir yazarın yazdığı oyun metni açısındandır.
Oyun tarihsel açıdan birbirinin karşıtı olarak konumlanmış iki sınıfın, sermaye ve proleterlerin ezeli çatışmasının temel argümanları üzerine kurulu. Bu topraklarla sınırlı değil bu karşılaşma. Ancak olayın ilhamının alındığı yer bu ülke. Bu ülkede gerçekleşen bir rehine olayı. Olay birçok yerde geçebilecek olsa da bu coğrafyadan bir yazarın zihninde çıkıyor. Tartışmanın, çatışmanın argümanlarının kaynağı coğrafi olarak çok geniş bir coğrafyaya yayılsa da buralı bir tını tartışıyor. Meseleye buradan, bu coğrafyadan katılmanın tanıdıklığı oyunu sahneye taşıma isteğinin temelini oluşturdu.
Oyunun tanıtım metninde iki kez geçen “düello” sözcüğü ve “Dil artık iletişimin, aktarımın değil, tarihsel bir savaşın sahasıdır,” cümlesi çarpıcı. Bunlar oyun için ne ifade ediyor?
K.A.: Sermaye ile proleterlerin perspektiflerine işaret ediyor. Uzlaşmaz bir karşıtlığın, yüzyıllardır süren sınıf savaşı aynı zamanda dili kuran, ifadeyi örgütleyen temel unsur. Dilden dışarı uğrayan şey yüzyılların konumudur. Saf, birbirine benzeyen bir canlı türünden bahsedemeyeceğimizi, bu sınıf savaşının, bu sınıf perspektiflerinin iki ayrı dil, ayrı ayrı canlı türü oluşturduğunu, hislerini, duyumsamalarını oluşturan bedenlerin aynı türden olmadığını ifade ediyor.
Kırmızı oje, kırmızı halı, kırmızı taş. Oyunda kırmızının rolü nedir? Ayrıca izleyici olarak taşa sıra gelecek diye bir beklentiye kapılıyoruz, fakat gelmiyor. Bu durum, âdeta tersinden Çehovculuk; sahnede tüfek asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar. Atılmayan taş, patlamayan silah ne ifade ediyor? Taşın sırası ne zaman?
K.A.: Kırmızı devrimdir, devrim için elini taşın altına koymaktır. Tersine Çehovculuk güzel benzetme. Tüfek de taş da hep vardır. El de hep vardır. Ama niyet, istek, heves, algılama, duyumsama hep yoktur. Taşı alacak eli bunlar harekete geçirir. Taş insandan önce de vardı. Yeterinden fazla vardı hatta. Ancak insanın toplumsallaşması, sınıflı toplumu kurmasıyla birlikte taş azaldı. Çünkü ezenler ezilenlere ezildikleri gerçeğini unutturdular, onu perdelediler. Bedenlerimiz algılamaya, duyumsamaya başlamadan o taşlar potansiyel olarak orada öylece duracak milyonlarca yıldır durduğu gibi.
Cenk Dost Verdi’nin canlandırdığı karakter, “Çobanlar çağı ebediyen kapanacak beyefendi… Zenginleri yiyeceğiz,” dedikten sonra oyuna ara verilerek bir Enerjisen işçisi içeri giriyor ve açıklama yapıyor. Oyunu tepe noktasında durduruyorsunuz ama bu, bir yandan da sürdürmek oluyor. Bu kararı nasıl verdiniz?
K.A.: Oyun birbirine düşman iki sınıfın arasında geçen konuşmalar olarak kurgulandı. Oyunun o anına kadar bu konuşmaya, fikirlerin taşıyıcısı konuşmaya şahit oluyoruz. Ancak kurgusallığından sıyıramazsak orada öylece kalacağı, duyumsama (Oğuz Karayemiş bu kavrama tesir diyor, ben de ondan öğrendim, tesir diyorum) katmanında bir boyutun çalışmadan duracağını düşünerek bu müdahaleye gerek olduğu kanısına vardık. Tartışmanın zemininin gerçekliğini taşımak istedik.
Moda Sahnesi’nde izlediğimiz, Onur Ünsal’ın oynadığı Babamı Kim Öldürdü ve Barış Yurtsever’in oynadığı Ormanlardan Hemen Önceki Gece oyunlarıyla bu oyun konuşuyor mu, nasıl konuşuyor?
K.A.: Ben aralarında güçlü bir bağ olduğunu düşünüyorum. Buna Suzy Storck’u da ekleyebilirim. Hepsi sınıf, patriyarka, beyazlık, erkeklikle donanmış ezen ezilen ilişkisini anlamaya dönük oyunlar. Kapitalizmin, patriyarkanın, sermayenin birbirine dolaşarak oluşturduğu “ezme” aygıtının çalışma prensiplerini anlamaya çalışıyor bu oyunlar.
Sedat Küçükay: Bunu duyduğuma sevindim. Canlandırdığım karakteri tek boyutlu olarak yansıtmak, oyunculuk açısından biraz ucuza kaçmak olurdu. Ayrıca öyle bir karakter yaratayım ki herkes buna gıcık olsun diye de düşünmedim. Karakterin gereklerini yerine getirmeye çalıştım. Bakarsınız izleyenler arasında bu karakteri çok seven de çıkar…
Kafatası şişesinden viski içen iyi giyimli bir adamı oynarken karşınızdaki adamın ayak tırnaklarının kırmızı ojeli olması erillik dişillik karşıtlığı bakımından sizin için ne ifade ediyor?
S.K.: Yansıtmaya çalıştığım karakter açısından hiç kabul edilecek, yenilecek yutulacak bir durum değil kanımca. Ama oyun içindeki şartlar diyaloğu devam ettirmemi gerektiriyor.
Bu soruyu Cenk Dost Verdi’ye de yönelttim. İki kadim düşmandan düpedüz haksız olan tarafı canlandırdığınızı düşünüyor musunuz? Bu çekişmede seyirciye geçen his sizce ak ile kara gibi bir zıtlık mıdır; yoksa birtakım söylem ve eylemler bakımından ortaklaşma olduğu söylenebilir mi?
S.K.: Oyundaki karakteri canlandırırken bunu düşünemem. Yoksa oynayamam. İzleyicinin bu iki karakterin çatışmasından ortaya çıkan sonuçları kendi dünyaya bakış pencerelerinden bakarak karara bağlaması kaçınılmazdır. Bizim oyuncular olarak yapacağımız bu çatışmayı sahnede canlı tutmak, izlenebilir hale getirmektir diye düşünüyorum.
Bir hayli sinir bozucu bir karakteri sahneye taşıyorsunuz. Bu role nasıl hazırlandınız ve oyundan çıktığınızda üzerinize sinen bir etkisi oluyor mu?
S.K.: Özel bir şey yaptığımı söyleyemem. Provalar öncesi oyun üzerinde yaptığımız çalışmalardan başlayarak, bu nasıl bir karakter, yaşam öyküsü ne, neler yapmış bu güne kadar, nasıl yaşar, buna benzer sorularla bir yaratma denemesi bizimkisi. Sonra sahne üzerinde sizin karaktere ait denemeleriniz, yönetmenin yönlendirmesi, o güne kadar yaratmaya çalıştığınız karaktere ait gözlenmeleriniz… Bir de bakıyorsunuz ki ortaya size has bir kişi çıkıvermiş. Benim için oyun bitti mi oyundaki karakter de biter. Hepimizin kendine has yaşamlarımız var. Kanımca oynadığımız karakterleri özel yaşamımıza taşımak sadece kafa karıştırır. En azından ben böyle düşünüyorum. Kendi karakterimden çok hoşnut olduğumu söyleyebilirim.
Seyirci bir noktada koltukların altındaki kırmızı taşa davranıp size fırlatsaydı, buna hazırlıklı mıydınız? O taşın size atılmadan orada öylece durması ne ifade ediyor?
S.K.: O taşların orada durması bence Yönetmen Kemal Aydoğan’ın benle bir daha çalışmak istememesine bulduğu çözüm… Şaka bir yana, elbette ki buna hazır değilim. Hazır olan olur mu acaba? Sanırım bu sorunun net yanıtını Kemal Aydoğan verecektir.
Son olarak, 2016’da Moda Sahnesi’nde gösterilen Köleler Adası oyununda oynadınız. Daha önceki rolleriniz ile bu rol arasında bir devamlılık veya kopuş gözlemliyor musunuz?
Köleler Adası’ndaki rolümle bu oyundaki rolüm deyim yerindeyse taban tabana zıt. Ama geçmişte böyle karakterler oynadığım oldu. İşin gerçeği her oyun başka bir oyun her oyundaki rol başka bir karakter yaratma çabası, emeği. Ortak olan ve vazgeçilmemesi gereken de tiyatro…
Peki Cenk Dostverdi olarak canlandırdığınız karakter elindeki silahı düşmandan alıp sahipleniyor. Buradaki el değiştirme için ne söylersiniz?
Cenk Dostverdi: Aslında o bir sahiplenme değil. Oyunda da geçtiği gibi “…ben bu silahı kamulaştırdım.” diyerek sahiplik kelimesinin bizi çektiği mülkiyet tuzağını yıkıyor Eylemci. Böylece silahın el değiştirmesi, dil ile oluşan kavramsal ironiyi gözle görünür hale getiriyor. Ve yine Eylemci ilk konuşmasına “… Ne yapacaksınız bu silahla?” sorusuyla başlıyor. Artık silahın onda olmasının tek nedeni silahın ele geçirilmiş olması. Dolayısıyla sermaye terörizminin fallusu silahın önce el değiştirmesi ama sonunda kullanılmayıp bir nevi hurdaya çıkartılması oyunun “onu kendi silahıyla vur” önermesinden daha yeni, belki de daha işlevsel bir öneri; düzenin bozguna-sekteye uğratılması önerisi üzerinde gerçekleşmesine neden oluyor.
Delik çoraptan görülen kırmızı ojeli baş parmak erkek oyuncu için ne anlam ifade ediyor? Erillikle dişilliğin bir bedende iç içe geçtiği bir kurgu diye okuyorum bunu, sizce nasıl?
C.D.: Oyunda kırmızı bulaşmış birkaç detay daha var, bu rengin bu detaylarda kullanımı bize aslında kırmızının yani kızılın motivasyonu hakkında bazı sezgisel ipuçları veriyor. Çorabı yırtarak çıkmış bir parmağın kızıllığı ise galiba bu yaratılmaya çalışılan anlam dünyasının en katmanlı olanı. Bana kalırsa hem dediğiniz gibi bir iç içe geçebilen cinsiyet rollerini hem de hiç beklenmedik bir anda ve beklenmedik bir bedende ortaya çıkan yaşamsal öfke ve neşe enerjisi içeriyor o kızıllık.
Bu soruyu Sedat Küçükay’a da yönelttim. İki kadim düşmandan düpedüz haklı olan tarafı canlandırdığınızı düşünüyor musunuz? Bu çekişmede seyirciye geçen his sizce ak ile kara gibi bir zıtlık mıdır yoksa birtakım söylem ve eylemler bakımından ortaklaşma olduğu söylenebilir mi?
C.D.: Bu soruya daha kişisel bir yanıt vermem gerekiyor. Ben bilhassa bu oyundaki karşılaşma göz önüne alındığında oynadığım karakterin haklılığına inanmasaydım bugün ne sosyal anlamda ne de mental olarak bu aşamada olmazdım. Bir tarafta kendinden hariç herkesin emeğini sömürebilen ve hatta onları kendilerinin yarattığına inanan bir avuç gözü dönmüş bir güruh: Sermaye; öte yandan yeteri kadar emekle elde edilen yine yeteri kadar geliri emeğin tüm sahipleriyle paylaşmayı örgütleyen bir ideoloji. Fakat oyunun diline baktığımda yine de bir akla kara çarpışması diyemem buna. Çünkü o metafor bence sevgili yazarımız Derviş Aydın Akkoç tarafından daha en başında emekli edildi metnin oluşum sürecinde. Birçok sınırın eridiği ve bu yüzden seyircinin her iki dünyanın güdülerine ve ideallerine çok yakından, manipüle olmadan bakabildiği bir dille gerçekleşiyor bu karşılaşma.
Role nasıl hazırlandınız?
C.D.: Aslında bu hazırlık sürecinde çok tuhaf şeyler oldu. Biliyorsunuz ki Moda Sahnesi akıl almaz zamlarla birlikte neredeyse üç katına çıkan elektrik faturalarını ödememe kararı aldı ve bir ödemiyoruz duruşu sergiledi. Bunun üzerine zaten devletin sağlaması gereken elektrik hizmetini devletten alıp halka geri satan bir sermayenin, Sabancı Holding’in Moda Sahnesi’nin elektriğini kestiğine şahit olduk. İşte oyundaki karşılaşma aslında gerçekte Moda Sahnesi sanatçı ve emekçileri olarak bizler ve EnerjiSa arasında zaten yaşanıyordu o sıra, hem de kıran kırana. Galiba anlatılması en kıymetli hazırlık-prova süreci buydu benim açımdan.
Joko’nun Doğum Günü ve Kapıların Dışında oyunlarında oyunculuğunuzla, Onu Bir Su Birikintisine Atsan İki Günde Parmaklarının Arası Yüzgeç Gibi Deri Bağlar oyununda ise yönetmenliğinizle ödüller aldınız. Daha önceki rollerinizle bu rol arasında bir devamlılık veya kopuş gözlemliyor musunuz?
C.D.: Daha önce çalıştığım ekiplerde elbette biçim olarak birbirinden çok farklı roller ve çalışmalar oldu. Eşkal oyunundaki Eylemci rolü ise günümüz gerçeğine biçim olarak yakın olsa da dil olarak yepyeni bir deneyim sahasıydı benim için. Bir oyuncu için çok kıymetlidir böyle birbirinden farklı biçimler ve disiplinlerle çalışmak. Dolayısıyla bir kopuş olarak değerlendirmiyorum bunu. Aksine yeni bir yolculuk ve öğrenilecek çok şey demek şimdi Eşkal benim için…