Mehmet K. Özel
[uyarı: bu yazı spoiler içeriyor!]
kadının türkiye toplumundaki yeri: seyredilmek üzere vitrine yerleştirilmiş cansız güzel bir manken, fikirleri önemsenmeyen, söyledikleri duyulmak istenmeyen. kadın türkiye toplumunda dinlenebilmek, “sesini duyurabilmek” için aşırı çaba sarf etmek durumunda. en azından melek ceylan bu aşırı çabanın sonucunu “on ikinci ev”de alıyor: seyirciler onun derinden gelen sesini duyabilmek için can kulağıyla dinliyor, dikkat kesiliyorlar.
melek ceylan’ın sesi neden derinden geliyor peki? çünkü o tam da cansız güzel bir manken gibi bir vitrinde. ceylan’ın, kendisini seyredenlerle arasında kalın bir cam var. anlayacağınız, oyunun mekan tasarımı oyunun anlamıyla, derdiyle doğrudan ilişkili. hatta, ilişkili olmanın da ötesinde, oyunun sahnelenme biçimini belirliyor, eyleyenin performatif olmasını sağlıyor: eyleyen derdini anlatabilmek, seyredene sesini duyurabilmek için bağırmalı, bağırmaktan başı döndüğünde ise anlatacaklarını bedeniyle, mimikleriyle aktarmalı; başka çaresi yok, sesi vitrinin diğer tarafına zar zor geçiyor zira.
eyleyen ile seyredeni ayıran cam, bir süre sonra eyleyenin anlatısını aktardığı bir yüzeye dönüşüyor, yani mekan düzeni oyunda ikinci bir işlev ve anlam kazanıyor. eyleyen anlatısını renkli kalemlerle çizime döküyor, üzerine objeler yapıştırıyor, kendi bedenini bastırıyor. zihnimizdeki düşüncelerimiz, ruhumuzdaki duygularımız ve bagajımızdaki geçmişimiz zamanla nasıl birikir, üst üste binerse, melek ceylan’ın 38 yıllık hayatında yaşadıkları, düşünceleri, duyguları da aynı şekilde o cam yüzeyin üzerinde katman katman süperpoze oluyor.
ve bazı anılarımız, duygularımız zamanla nasıl silinir, silikleşirse o camın yüzeyindeki çizimler de aynı şekilde bir zaman sonra yok olup gidiyor. nasıl mı? seyreden bu gösteride, türkiye tiyatrosunun bağımsız damarının çok az ilgilendiği bir alanla, sahne tasarımıyla, hiç de beklemediği bir anda karşılaşıyor: gösterinin sonlarına doğru camın bütün yüzeyini yalayacak şekilde yukarıdan sakin sakin su akıtılıyor. su zamanla çizimleri bulanıklaşıyor, birbirlerinin içine geçiriyor; aynı, anılarımızın zamanla iç içe geçmesi, bulanıklaşması gibi.
uzun bir süredir türkiye tiyatrosunun çıkış noktası olarak rağbet gören ve sayısız örneği gerçekleştirilen hikaye anlatıcılığı biçimi, pandemi sonrası dönemde biraz da zorunluluktan dolayı tek kişilik yapımlarla birlikte iyice çoğaldı. tek kişilik oyunlarda genellikle çok karakterli hikayelerin anlatısı hayat buluyor. tek bir eyleyen çok karakterli bir hikayede bütün hünerini sergiliyor. hikayelerin kurmaca olanı var, otobiyografik olanı var, uyarlananı da. otobiyografik olanları genellikle tek bir karaktere yoğunlaşıyor.
“on ikinci ev” de otobiyografik bir hikaye anlatıyor. melek ceylan kendi yaşamı üzerinden toplumumuzdaki yarıklardan, çekirdek ailemizde gözümüzün önünde, apaçık olup biten ama görmemeyi, konuşmamayı, gizlemeyi tercih ettiğimiz şeylerden, kent ve kurumlarımızdaki gariplik ve çarpıklıklardan bahsederken, bunları şeffaf camın üzerine çizerek görünür kılıyor, “şeffaflaştırıyor”. sadece içimizi sıkıştıran durumlardan değil, eğlenceli anlardan, keyifli duygulardan da bahsediyor ceylan; aynı hayatın kendisi gibi, acı ve tatlı yanlarıyla…
“on ikinci ev”i hikaye anlatıcılığı üzerine kurulu diğer bir çok tek (veya iki, veya üç) kişilik oyundan ayıran tek bir büyük fark var bana göre: mekan düzeni ve tasarımı. anlatının içeriğine mükemmelen hizmet eden vitrin camı her açıdan; yani fiziksel, anlamsal ve performatif olarak gösterinin odağına yerleştirilmiş. bu da “on ikinci ev”i biricik kılıyor.
başta yöneten salih usta olmak üzere, kendi hayatını anlatıya çevirerek bizzat eyleyen melek ceylan ve kolektif bir anlayışla çalışmış olan ekibin tamamı nefes tutularak seyredilen etkileyici, şaşırtıcı, taptaze ve yaratıcı bir gösteri ortaya koymuşlar. tebrikler!
tavsiyem, “on ikinci ev”i bu sezon kaçıran önümüzdeki sezon mutlaka yakalasın…