´Mouthpiece / Sesin Resmi´

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Erdoğan Mitrani

Libby: “Everyone has a story” / Saye “Herkesin bir hikâyesi var”

Declan “Naw, some ay us just have lives” / Arat “Ih, ıh, bazılarımızın sadece yaşamı var.” 

DOT’da 2019 sonlarından beri sahnelenen ‘Mouthpiece / Sesin Resmi’, genç İskoç tiyatro yazarı ve yapımcısı, oyuncu Kieran Hurley’in oyunu. Bir önceki sezonda Hurley’nin

Gary McNair’le birlikte yazdığı ‘Square Go / Çıkışa Gel’i de DOT’da başarıyla yöneten Mert Öner, bir yandan aynı şehirde yaşayan insanların arasındaki kültürel ve ekonomik uçuruma değinen, diğer yandan da öykünün asıl sahibinin onu yaşayan mı, yazarak aktaran mı olduğu ikilemi üzerinden, hikâye anlatıcılığı konusunu irdeleyen ‘Sesin Resmini özgün mekânı Edinburgh yerine İstanbul’a taşıyan bir uyarlama olarak sahneliyor. İyi de yapıyor. Karakter isimlerinin bizden, oyunda sözü geçen semt ve mekânların İstanbul’dan oluşu, ele alınan sorunların evrensel boyutunu seyirciye daha da yakından duyumsatıyor.

Şehrin tepelerinin birinde aşağı atlamak üzere olan bir kadını, yeniyetme bir genç adam yakalayarak kurtarır. Bu olay kendini hâlâ ‘yazar’ olarak tanıtsa da, uzun süredir hiçbir şey yazmamış, hem esinine hem yaşamına inancını kaybetmiş kırklarında Saye ile, maddi olanaksızlıklar ve zorlu yaşam şartları yüzünden okulu bırakmış olan, dayanma gücünü ancak resim yaparak bulan on sekizlik Arat arasında, benzersiz bir dostluğun başlangıcı olacak. arkadaşlık, aşk veya sanat, aralarında oluşan her neyse ikisinin de yaşamını değiştirecektir.

Hurley öyküsünü iç içe geçmiş iki farklı katmanda aktarır. Sesin Resmi, Saye’nin oyun yazmanın kurallarını, oyunun nasıl başlaması, hikâyenin hangi kurallarla geliştirilmesi gerektiğini doğrudan izleyicilere anlattığı bir giriş sahnesiyle açıldıktan sonra kadının kendini tepeden aşağı bırakmaya niyetlendiği asıl anlatıya geçer. Esra Bezen Bilgin, oyun boyunca kâh hem öykünün anlatıcısı ve yorumcusu olarak, hem de bir metnin nasıl zirveye ve etkileyici bir sona ulaştırılacağı konusunda seyirciyle konuşacak, kâh da oyuncu olarak Saye karakterini yaşatacaktır. Hurley büyük başarıyla, bu ikiliği (dualité) oyun akışını kesen bir karşıtlık olarak değil, izleyiciyi hem anlatının iyice içine girmeye hem yaşananları irdelemeye davet eden bir interaktif öğe olarak kullanır.

Saye ile Arat’ın sıra dışı arkadaşlıklarının temelinde genç adamın sorunlarını unutmak için bir başına tepede oturarak çizdiği, değme profesyonellerin işlerini aratmayacak resimler vardır. Tiyatro endüstrisinde oyunların, seyircilerin kendilerini “angaje” hissedecek derecede politik olduklarından, ancak hiç kimseyi herhangi bir eyleme yöneltemeyişlerinden şikâyetçi olan Saye ile, para ve eğitim eksikliği, çok sevdiği kız kardeşinin geleceği, annesinin beraber yaşadığı boktan herif gibi somut sorunlarla savaşmak zorunda olan Arat’ın sadece birkaç mahallenin ayırdığı yaşamlarının arasında öyle bir uçurum vardır ki, dostlukları biraz gülünç, biraz da trajik bir boyutta gelişir.

Saye, toplumsal-ekonomik şartlar yüzünden yaratıcılığını hiçbir zaman ortaya koyamayacak olan Arat’ın hikâyesini anlatmaya, oyunun özgün adındaki (mouthpiece = sözcü) gibi onun sesi/sözcüsü olmaya karar verir. Böylece Arat, kurtarıcısı rolüne soyunup onun yaşamından esinlenen bir oyun yazmaya başlayan Saye’ye yeniden yazma heyecanı aşılayarak, aslında onun hayatını ikinci kez kurtarmış olur. Tabii ki burada madalyonun öteki yüzü, gerçek yaşamdan esinlenen bir metinde, kimin hakkının nerde başlayıp nerde bittiği, başkasının sesi olmanın, başkasının hikayesini anlatmanın aktaranı hikayenin sahibi yapıp yapmadığı soruları ustaca karşımıza çıkar. Saye, metnini inşa etmek için Arat’ın yaşamının ayrıntılarına girdikçe genç adamın hayatı ile kadının yazdığı oyunu ayıran sınırlar bulanıklaşmaya, Saye sesini yeniden buldukça giderek Arat’ın sesi yok olamaya başlar. Sesini çıkaramayanların sesi olmakta sorun yoktur ama, ses çıkaramayanların da kendi sesleri olduğu ortaya çıkınca işler karışır. Oyun, sesi hem Saye hem de karşı durmaya çalıştığı toplum tarafından yenilip bitirilen Arat’ın isyanını yansıtan çarpıcı, ironik ve dokunaklı bir finalle sona erer

Mert Öner’in, tempolu ve çok akıcı sahnelemesi hem başarılı oyunculukları hem oyunun görselliğini öne çıkarır. Duygum Girginer’in dekor ve Cem Yılmazer’in ışık tasarımları, birkaç farklı seviyede bir iskeleden oluşan soyut ancak hem farklı mekânları hem de yedi tepeli kentin bir tepesini çağrıştıracak derecede gerçekçidir. Fonda, mekânların, isimlerin, mesajlaşmaların ve kimi repliklerin yansıtıldığı dijital ekran bu gerçeklik duygusunu daha da pekiştirir.

Büyük oyuncu Esra Bezen Bilgin’in, umutsuzluktan umuda, kaybolmuşluktan kendine güvene tüm duyguları benzersiz bir inandırıcılıkla aktaran Saye yorumu çok başarılı. Tiyatro dünyasıyla ilgili o uzun monoloğu sarıp yaktığı “cıgara”yı söner gibi oldukça canlandırarak büyük doğallıkla aktarması, modern tiyatroda tirat okuma konusunda ders olabilecek düzeyde.

Orijinal metinde Declan İskoç argosu konuşurken, Mehmetcan Micinozlu’nun başarıyla aktardığı hafif külhanbeyi tarzında bir varoş dili kullanan Yağız Can Konyalı, Arat’ın iğneleyici alaycılığının maskelediği ciddiyeti, afra tafrasının ardında gizlemeye çalıştığı kırılganlığı, sevme ve sevilme ihtiyacını büyük ustalıkla aktarır.

Hem komik, hem ciddi, hem sert hem duygusal, hem heyecan verici hem düşündürücü bir metin. Usta işi bir sahneleme ve dört dörtlük bir ikili. Mutlaka izleyin derim

9 Nisan Oyun Atölyesi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde…

Tiyatro Oyun Kutusu’nda çığlık gibi bir anımsama ritüeli

‘Ölü Kadınlar Diyarı’

“Bir insan, onun ismini bilen ve onu hatırlayan son kişi öldüğünde gerçekten ölür…”

Serdar Saatman’ın 2003’te İzmir’de kurmuş olduğu Tiyatro Oyun Kutusu, 2014’ten bu yana gösterimlerini İstanbul’da sürdürüyor. Bugüne kadar oyunlarını birçok sahnede sergilemiş, kimi zaman boş alanları kullanmış, kimi zaman alanları tiyatro sahnesine çevirmiş, kimi zaman da buldukları mekâna uygun oyunlar sahnelemiş genç, cesur ve sıra dışı bir topluluk. Sezonun başından beri, erkekler tarafından öldürülmüş kadınları anmak ve onların sesine nefes olmak amacıyla, ülkemizde ürkünç bir şekilde artmakta olan kadın cinayetlerine karşı ‘Ölü Kadınlar Diyarı’ adlı bir hatırlama ritüeli gerçekleştiriyor.

Öldürülen kadın sayısının son dönemdeki müthiş artışı, artık isimlerini bile anımsamamamıza ve böylece onları bir kez daha kez ölüme mahkûm etmemize yol açtığından Ölü Kadınlar Diyarı, onları seyircilerle birlikte anmayı ve bu cinayetlere karşı bir çığlık olmayı, “Yeter artık!” diye haykırmayı amaçlıyor.

Çağla Canbaz’ın yazdığı, Serdar Saatman’ın yönettiği “Ölü Kadınlar Diyarı”, erkekler tarafından öldürülen kadınların özgür bir şekilde yaşadığı anaerkil bir dünyada geçer. Bu “öteki” dünyayı, çıplak ve bomboş bir mekânda, Oğuz Şahin’in usta işi kostüm, çok başarılı ışık tasarımı ve, ölü makyajları büyük inandırıcılıkla var eder. Oyun kadınların, Kam Ata’nın müziği eşliğinde, şaman ritüellerimi ve büyü ya da wodoo ayinlerini anımsatan devinimleriyle başlar (koreografi Taner Güngör). Dünyalarına eski kocası tarafından tabancayla vurulmuş hamile bir kadın gelir. Giysisi de makyajı da farklı, daha aydınlık ve daha canlıdır. çünkü, karnındaki bebek onu “şimdilik” hayata bağlamaktadır. Doğum gerçekleştiğinde çocuğu canlıların dünyasında kalacak, kadınsa tamamen bu dünyaya ait olacaktır.

Kadın, doğuracağı bebeğe annelik yapmak, belki de onu kendininki gibi bir gelecekten korumak için dünyaya dönmek istediğinde ölü kadınların düzeni alt üst olur ve kadınlar, “hayati” bir karar vermek zorunda kalırlar.

Işık, duman efekti, müzik ve dansların yarattığı görsel işitsel dünya ve Rüçhan ÇalışkurBurcu Karakayaİpek Sevenler ve Tuana Sunar’ın nefes kesici performansları bu 50 dakikalık gösteriyi müthiş etkileyici bir tiyatro olayına dönüştürür.

Mutlaka izleyin, izlemekle yetinmeyip izletin de. Bu çığlığın bir nebze umut dolu finalinde ise, siz de sevgili dost Rüçhan Çalışkur’la beraber “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” demeyi unutmayın.

Hepinize sağlıklı seyirler.

Şalom

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Erdoğan Mitrani

Yanıtla