Pınar Erol
Gaye Boralıoğlu’nun “Hepsi Hikâye” (2001) kitabından “Japon İşi” ve “Mutlu Son” öyküleri ile “Mübarek Kadınlar” (2014) kitabından “Mi Hatice” ve oyuna ismini veren “Muamma” öyküleri, İsmail Sağır tarafından oyunlaştırılarak Kumbaracı50’nin repertuvarına bir güzel yerleşti. Boralıoğlu, gazeteciliğin yanı sıra reklam, öykü ve roman yazarlığı gibi yazın türlerinin çeşitliliği içerisinde, bilhassa senaristliğinden gelen görsel anlatım becerisiyle oyunlaştırmaya müsait bir malzeme yaratmış. Yaratılan karakterlerin gerçekliği, mükemmel betimlemelerle güçlenmiş. Bu da onun incelikli gözleminden kaynaklanıyor. Zaten kendisi de yazarken sahnelerin ve karakterlerin gözünün önüne geldiğini söylüyor. Daha okurken canlanan imajinasyonla kendinizi film izler gibi hissediyorsunuz. Aynı zamanda oyunun yönetmenliğini ve ışık tasarımı da üstlenen İsmail Sağır, gözünü ilk önce “Meçhul”e dikse de bu birbirinden “içten” hikâyelerden girift bir seçki oluşturmuş.
Sahnede birbirinden farklı üç sandalye var. Birazdan tren vagonlarındaki yerlerine geçip yolcu koltuğuna dönüşecekler. Arada şekilden şekle girecek olsalar da aslen bir “yol” hikâyesinin dekoru onlar. İstanbul’un siluetinde toplumun orta, alt kesimiyle birlikte bir banliyö trenindeyiz. Tozlu ve nostaljik duraklarda nahif bir yolculuktayız. Gülhan Kadim, Ayşegül Uraz ve Sinem Öcalır da anlatıcı/oyuncularımız. Onlardan Halkalı-Sirkeci hattına sıkışan yaşamlarını öğreneceğiz. Sonra da hep birlikte Menekşe durağında inip kendi yolumuza gideceğiz. O an bizim de ruhumuz gevşeyecek.
Kadınlar of çekiyorsa içlerindeki acıya bir bakmak gerekir. Öyle kolayına sızlanmaz o mübarekler. İşte o iç çekişten sonra dökülüyor kırık dökük hikâyeleri. Başlıyorlar anlatmaya, anlatırken oynamaya. Modern meddahlar olarak “mendillerini” türlü çeşitli şekillere sokuyorlar. O fularlar, ait oldukları karakterleri tamamlarken tanımlıyor da. Bu zaten beklenen bir şey ama bir fuların nasıl seviştiğini, arkasından nasıl toz bezine dönüştüğünü, gerektiğinde militanlaştığını, slogan attığını, kalbi, ayakkabıyı, efendime söyleyeyim bavulu oynadığını gördükçe keyifleniyorum. Soyut, gözümün önünde estetik bir anlatımla somutlaşıyor. Kostümler deseniz her karaktere bir renk verilmiş ve her karakter baştan-aşağı kendi rengiyle giydirilmiş. Böylece tutarlı bir bütünlük sağlanmış.
Öykülerin ritmi, trenin ritmine uyum sağlıyor. O tekdüze hayatlar dur kalk ilerliyor. Her istasyonda inenler ve binenler ile hikâyeler vagon misali birbirine ekleniyor. Lafı biri bırakıyor, diğeri alıyor. Arada doğaldır ki “es”ler oluyor. Birbiriyle konuşurken aslında kendi kendine konuşan, iç sesini ancak hemcinslerine böyle uluorta açan kadınları izliyoruz. İmecenin güzelliği anlatımda da yerini buluyor böylece. Gülhan Kadim’den “Mi Hatice’nin hikâyesini dinlediğimizi sanırken Ayşegül Uraz’ın “Japon İcadı” ve Sinem Öcalır’ın “Mutlu Son” hikâyeleri giriyor araya, derken “Muamma” da kaynaşıyor diğerleriyle. “Mi Hatice”nin o bir cesaret çıkamadığı “mi” sesine sıkışmışlığı, silikliği, ihmal edilmişliği ve var olma çabası aksında “Mutlu Son”daki senaristin(?) seyirciyi mutlu etme kaygısına eşlik eden hayal gücünün “ama”sız ve “keşke”siz ilerleme isteğine; “Japon İcadı”ndaki yalnız ve kendine yetebilmeye çalışan kadının sırtını kaşıyacak anne şefkatine özlemi ekleniyor ve hepsi “Muamma”daki suskunluk, yabancılık, sönen bir coşku ve heba olmuş bir hayatın hüznü ile birleşiyor. Karakterlerin kalbini tek tek yoklayan metin, nicedir esirgenen şeyi soruyor: Hatırlarını, isteklerini.
Bu izlekte akan oyunda, öznelerin kim olduğunu önemsememem gerektiğine karar veriyorum. Bize hep bir ağızdan kadınların hikâyeleri anlatılıyor. Onların pek de merak edilmeyen hikâyeleri. Hikâye bile olamayacak sıradanlıkları yine kadının kendi gayretiyle büyütmesine, traji-komik soslara bulamasına, giderek birer mesel olarak dikkat çekmesine tanık oluyorum. Bu tam da kadınların yapacağı bir şey. Böyle narin, işlemeli oyunlar tam gönlüme göre. Genel tabiriyle çölde vaha, bana göre işlemeli oya. Bu yalın dilden ne güçlü sözler çıkıyor. Mizahın bu etkisini, benim diyen prodüksiyonlarda bulamazsınız. İnsanı da dramdan bu ironi çekip çıkarır zaten. Kara mizah bu; göz ardı edilenler gündeme gelirken yüzlerimizdeki tebessüm haliyle buruk oluyor. İzleyiciler sık sık kahkaha atsa da yönetmenin emeli anlık gülüşler değil. İçimize işleyen sızıyı, hayıflanmayı yumuşatmak belki. Bu sefer sözü, değeri bilinmemiş, özüne bakılmamış kadınlara vermek belki de…
Yazarın karakterlere yüklediği unsurları, yönetmen de oyunculara yüklüyor. Ne de olsa kadın “unsur” olarak önemli. Oyuncular, söylemi sandalyelerinden taşırarak mekânlarını genişletiyorlar. Kendilerine yer edinmeye çalışan kadınları canlandırırken onların muradına aracı oluyorlar. Bunu da dürüst, sahici, özümsenmiş oyunculuk güçleriyle başarıyorlar. Bunu doğru anlatmalıyım. Başarmanın çok ötesinde, izleyiciye haz veren bir hünerle, özenli, nüanslı oyunculularıyla içtenlikli bir seyir sunuyorlar. Mimikleri ve jestleri yerli yerinde. Başak Özdoğan’ın tasarladığı o üç sandalyeye sıkışıp kalmıyorlar yani. Onlardan hapishane de yaratıyorlar, köprü de, meydan da, kalkan da, gırç gırç sallanan sandalye de. Hem bu ev hapsini kim reva gördü kadınlara? Bunu da konuşalım. Müzikler yine Burçak Çöllü’nün ve yine çok güzel. Özlemlerine, dirençlerine, yaralarına, gönül çöküntülerine, suskunluklarına, hayallerine, özgürleşmelerine yoldaşlık ediyor.
Bu dişil edalı oyunu, içimize işleyen hikâyeleri, ötelediğimiz kadınları, onların dirayetini, umudunu nasıl sevmem! Nasıl bağrıma basmam onları! Kadınlar “daha çok kelime edebilsinler” diye böyle oyunlara yer veren Kumbaracı50’yi nasıl alkışlamam! Bu oyunu onlara nasıl yakıştırmam!
*
Yazar: Gaye Boralıoğlu
Oyunlaştıran/Yöneten: İsmail Sağır
Yönetmen Yardımcısı: Ceyda Akel, Serra Aybars
Dekor Tasarımı: Başak Özdoğan
Işık Tasarımı: İsmail Sağır
Kostüm Tasarımı: Kolektif
Müzik: Burçak Çöllü
Oyun Fotoğrafları: Ozan Yelçi, Ömer Dişbudak
Oynayanlar:
Ayşegül Uraz
Gülhan Kadim
Sinem Öcalır