Pınar Erol
Her 27 Mart’ta yapılan dil sürçmelerine canım sıkılır. Es kaza bunu tiyatrocular yaparsa hepten keyfim kaçar. TDK detektörü gibi “de”leri “da”ları ayıran ısrarcı sevimsizliğime bir de bu seçiciliğim eklenir. Gördüğüm, duyduğum, denk geldiğim her yanlış kullanımında, yalnız o “Dünya Tiyatro Günü”; “Dünya Tiyatrolar Günü” değil demekten, düzeltmekten helak olurum. Sergilenen eser anlamının, eserin sergilendiği bina ile karıştırılmasına razı gelmem. Bunu çoğunlukla içimden yaparım çünkü o gün bulunduğum seyirci koltuğundan sahnedekilere laf atmak çok ayıbıma gider. Evdeysem televizyonla kavga etmekte bir beis görmem ama. Bu huyum yüzünden, yılın en sevdiğim günlerinden birini berbat etmiş sayılmasam da coşkumu gölgelemeyi başarırım.
Bir de Meclis Tiyatrosu vardır. Dikkatimizi “tiyatro yapma” ya da “en büyük tiyatro burada oynanıyor” sözleriyle üzerlerine çekerler. Ama nedense birbirlerinin oyununu beğenmez, -protesto dışında- alkışlamazlar. Yine de en çok oyun, -kendi deyimleriyle tiyatro- orada oynanır. Biz buna Ali Cengiz oyunları deriz. Laf kalabalığı, labarbası çok olur. Genelde kara-mizah türleri seçerler. Komedi-dram da oynarlar. Bu ikiyüzlü seçimlerinde dram hep bize düşerken kahkahayı onlar patlatır. Doğrusu, öyle uluorta kahkahayı kimseye yakıştıramadıklarından ellerini ovuşturup kıs kıs gülmeyi tercih ederler. Bir bakarsınız milletvekilliği düşürmeyi, parti kapatmayı oynarlar, sayıları 600’ün altına düşer. Bir bakarsınız “İstanbul Sözleşmesinin Feshi”ni sahneleyerek kadına yönelik her türlü şiddeti cesaretlendirirler. Neredeyse çarpık zihniyetli erkekleri kadınların üzerine salarlar. Baktılar oyun tuttu, bu sefer “Her Güne Bir Kadın Cinayeti” oyununu koyarlar. Sonra bunun varyeteleri başlar. Affedersiniz -kadın- oyuncu az olduğundan iş, o badem bıyıklarına rağmen erkek oyunculara düşer. Bu Kabile Tiyatrosu (ay bu sefer de benim dilim sürçtü) Kabine Tiyatrosu, adını verdiği sözleşmeden Türkiye’yi çeker. Bu da absürt tiyatroya güzel örnek olur. Taksim Gezi Parkı CHP’li belediyeden alınır, Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredilir. Pera Palas Oteli, Vefa Lisesi, Şişli Etfal Hastanesi ve Sait Halim Paşa Yalısı da peşinden. Bunlar büyük prodüksiyonlardır. Gişeleri iyi olur. Faizleri yükselten Merkez Bankası müdürü görevden alınır. Kaba güldürü olur. Zam üzerine zam yaparak Grotesk biçemi kullanırlar. Tek amaçları gözlerimizdeki ışıltıyı görmektir. Doğaçlamayı sevmediklerinden çoğu zaman prompter kullanırlar. İzleyiciler gelebilsin diye yol, köprü yaparlar. Kostüm olarak pötikare ceketleri tercih ederler. Sponsor bulmak, maddi destek alabilmek tiyatronun bitmeyen çilesi. Kaynak yaratmak için ülkenin ufak ufak satılması bu yüzdendir ve hoş görülecek seviyededir. Burada epik tiyatronun yabancılaştırma efekti kullanılır. Kendimizi, Bücher’in dediği gibi iplerimizin bilinmedik güçlerin elinde olan kuklalar gibi hissediyorsak oyunun içine giriyoruz demektir. Bu da kukla tiyatrosuna mükemmel bir örnek olarak repertuvardaki yerini alır. Bir de göstermeci tiyatroları vardır. Torba yasalar bu türün ürünüdür. Bize gösterdiklerine bakarken; göstermedikleri böyle gecelerde yasadan geçer. Politik tiyatroyu da es geçmezler. Bakınız Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’e açılan dava. Ülke tiyatrosunu önemserler bu yüzden “milli ve yerli”de ısrarcıdırlar. Cumhurbaşkanının canı sıkılırsa soytarılar sahneye çıkar. Saray tiyatrosu yeniden moda olur. Üniversitelerin gençlik tiyatrolarını unutmazlar. Boğaziçi Üniversitesi’nin başına kendi oyuncularını atayarak bunu dosta düşmana izletirler. Tuluatı çok severler. Belli yasa ve kurallara uymak onlara göre değildir. Gerekirse mevzuatı delerler. En önemlisi vizyonları geniştir. Burada tiyatroların kapanacağını öngördüklerinden olsa gerek gözlerini Ay’a dikmişlerdir. Belki de orada şube açmayı gündemlerine taşımışlardır bile. “Mış gibi yapmayı da onlardan öğreniriz. İstanbul Sözleşmesi insan hakları için feshedil“miş gibi”, ekonomi tıkırınday“mış gibi”, demokrasi var“mış gibi”, Batılı bizi kıskanıyor“muş gibi” tiyatrolar açık“mış gibi” yaşar gideriz. Artık vasatın elindeyizdir.
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatro Günü. Sahne sanatları insanları bir araya getiriyordu ve biz aslında bu gücü kutluyorduk. 1961’de Jean Cocteu’nün “tiyatro öldüyse, yaşasın tiyatro” sözleriyle bitirdiği ilk bildiriden bu yana geçen altmış senede belki de en çok son iki yılda kalpleri kırıldı tiyatrocuların. Devlet eliyle yok edildiler. Yarım ağızla açtıkları tiyatro sahnelerinin yarımdan az kapasiteyle çalıştırılmasına göstermelik izin verdiler. Hatta tiyatrolar kapanmadı ki dediler. Alay ettiler. Tiyatrolar (yani içinde her türlü oyunun sahnelenebildiği, sahnesi ve seyirci için oturma yerleri vb. bulunan, özel olarak bu iş için yapılmış yapı anlamıyla kullanıyorum) günümüz kutlu olsun. Yok hükmünde ama açık tiyatrolar günümüz tüm yurtta ve dünyada coşkuyla kutlansın. Bana “tiyatro” yerine “tiyatrolar” gününü kutlatan hayat senin de alacağın olsun!
Tiyatrocular, benim dostlarım, geçen sene sahneye çıkamadılar. Alkış sesini duyamadılar. Perdenin arkasından az sonra buluşacakları seyirciye kaçak bakış atamadılar. Kulis heyecanını, prömiyer telaşını yaşayamadılar. Para kazanamadılar. Mesleklerine devam edemediler. Ruhlarını da kendilerini de besleyemediler. Tiyatro her zaman bir çıkış yolu bulur diye diye yardımsız bırakıldılar. Bize kendimizi yakalatan o estetik anlatımı yaratma yine dönüp dolaşıp onların kendi imkânlarına kaldı. Hani tiyatro insanı insana insanca anlatma sanatıydı ya. Ortada insan kalmadı, insanca koşullar zaten sağlanamadı… Geriye anlatılacak hikâye ve bunu yeryüzünde en güzel anlatacak oyuncular kaldı. Bir de tedirginlikleri… Ama biz buna rağmen onlardan sanat üretmelerini bekledik. Bizi yine şifalandırsınlar istedik. Çünkü tiyatro hepimize iyi geliyordu ve “rağmen” yapılan bir şeydi. Pandemiye rağmen, desteksizliğe rağmen, ikiyüzlülüğe rağmen çözümü nasılsa bulurlardı. Bulsunlardı… Kendimi iyi hissetmeme imkân yok. Biz o duygulu insanları yalnız bıraktık. Onları ipek böceğine dönüştürdük. Görünmez olmalarına ses çıkarmadık. İçlerine neyi aldıklarını, neyi ne ile harmanladıklarını, içlerinde neyi büyüttüklerini merak etmedik. Nasılsa bir yolunu bulurlar adamsendeciliğimize tutunduk. Bu yüzden de “oyunumuz başlamak üzeredir, lütfen telefonlarınızın kapalı olduğundan emin olunuz” anonsunu duymadan ve ışıklar sönmeden neye dönüştükleri, kanatlarının ne biçim olduğunu göremeyeceğiz.
Biz, artık oynamasa da, hasta olsa da, hareket edemese de saat 21.00 oldu mu üzerine tutarlı bir canlılık gelen, gözünün feri yanan, yaşama yeniden bağlanan, sahne perilerinin gözlerinden sakındığı tiyatrocularla aramızda küçük bir kutlama yapıyoruz. Siz de artık tiyatro yapmayın. Sizin perde çoktan kapandı. Yaşasın gerçek tiyatro!