Pınar Erol
10 Mart 2013’te aramızdan ayırılışının anısına
Ah! Bunu ben istedim! Onları daha yakından tanımayı, söyleşmeyi, o muhteşem neslin her bir değerli kişisinin yaşamına tanıklık etmeyi ben istedim. Onları çok sevdim. Bağlandım… Şimdi de vedalaşıyorum. Sanatçının ölmediğini biliyorum. Bıraktıkları onca eserin yarınlara kalacağını biliyorum. Ama aramızdan ayrılışlarının boşluğunu tarif edemiyorum. Ben büyüklerimi kaybediyorum. Azalıyorum…
2007 yılında Metin ve Nevra Serezli çifti ile söyleşi yapmak için evlerinde buluşmuştuk. Vazolarında Bodrum’dan getirdikleri begonviller… Duvarlarında büyüklerinden kalma elyazmalar… Sevginin ve samimiyetin somutlaştığı iki güzel yüz… Onların aşkını bilmeyen yok. Birbirine çok iyi kaynaşmış bir çift onlar. Nevra hanım ilk, kişiliğine aşık oluyor Metin beyin. Sağlamlığına, dürüstlüğüne, insan ilişkilerine, aileye bağlılığına, tiyatro disiplinine, sert görünümünün altındaki yumuşacık kalbine, yardımseverliğine, iyiliğine, ses tonuna, düzgün konuşmasına ve elbette yakışıklılığına bağlanıyor. Metin bey ise, Nevra hanımı gördüğü an evleneceği kadın olduğunu anlıyor. “Beraber yaşayacağım insanı değil; onsuz yapamayacağım insanı seçtim” diyor. Onlarınki demlenen bir aşk. Tanıdıkça aşkı çoğaltan cinsten. 7 Mart 1968’de Dormen Tiyatrosu’nda evleniyorlar. 45 yıldır sevgiyle, aşkla sürdürdükleri evliliklerinde birbirlerini özgür bırakmak, değiştirmeye çalışmamak ve kavgalarının üzerine güneş doğurmamak ilişkilerinin güzelliği, sağlamlığı. Metin bey, Özdemir Asaf’ın o güzel dizesini hiç unutmuyor: “Gitme dur konuşalım. Yataklara tek kelime kalmasın…”
Onlarla komşuyuz, biliyor musunuz? Buna bile seviniyordum. Çünkü sıklıkla uğradığım bir yuva, bir kütüphaneydi evleri. Metin Serezli müthiş bir arşivci. Hakkında çıkan her gazete kupürünü, oyun broşürlerini, oyunlarının kayıtlarını, fotoğraflarını çok düzenli biçimde saklıyor. Daha sonra onun belgeselini çekerken hepsini dökmüştü önümüze. “Her kim hakkında araştırma yapmak istersen önce bana gel” demişti. Arşivinde dergide yayınlanan röportajımız da yer almıştı. Dediğine göre de en sevdiklerinden biriydi. İnsanı kalbinden yakalayıp, güven vermeyi iyi biliyordu. Sonrasında benim her röportajım hakkında arayıp görüşünü bildirdi. Ben de her seferinde onun da okuyucularımdan biri olduğunu bilerek yazdım yazılarımı.
2013 yılının başlarında telefonla aradım onu. “Metin bey, sizden bir ricam var…” dedim. Henüz cümlemi bitirmeden “olmuş bil Pınarcım” dedi. “Peki, ne istediğimi bilmek ister misiniz?” diye sordum ve konuyu anlattım. Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Niko Guido, Irak savaşının onuncu yılında “Savaşa Hayır” demek için bombalardan zarar gören masumların fotoğraflarını çekmiş, açacağı sergide savaş mağdurlarının yaşam öykülerini tiyatro sanatçılarının seslendirmelerini istemişti. Benim ilk aradığım kişiyse Metin Serezli idi. Ses kayıtlarını almaya başladığımızda tekrar aradım Metin beyi. Tarih 4 Mart 2013. “Çok mahcubum, keşke sana söz verdiğim tarihte ses kayıtlarını alsaydınız. Kendimi iyi hissetmiyorum. Şimdi bunu yapmam mümkün değil” dedi. Önemli olmadığını, onun sağlığının daha önemli olduğunu, işimiz biter bitmez kendisini ziyaret etmek istediğimi söyledim. O da bana mutlaka önceden aramamı tembihledi “Bugünlerde doktor, hastane işlerim oluyor, kapıda kalma” dedi. Aradan 6 gün geçti… Haberi geldi… İnsan, o dinçliğin, dinamizmin, enerjinin, gürül gürül sesin, yaşama, tiyatroya, Nevra hanıma bu kadar yakışan birinin… İnanamıyor işte…
“Ben çok şanslı biriyim” diye başlıyor kendi belgeseli. (Ne yazık ki “Sahnede Bir Ömür adı altında yaptığımız bu belgesel izleyicilerle buluşamadı, bekliyor.) Haldun Taner, Haldun Dormen, Tunç Yalman, Avni Dilligil, Şirin Devrim, Jean Vilar, Mrs. Welsh, hatta kendinden küçükler, rol arkadaşları hocaları oluyor. Onlardan aldığı eğitimin konservatuvar eğitimine denk olduğunu söylüyor. Hocalarından, aydın ve Atatürkçü bir ailenin mensubu olmaktan, eşinden, çocuklarının onun ilerisinde olmalarından, köpeğiyle birlikte yaşamaktan, hobilerinin olmasından dolayı çok şanslı olduğunu söylüyor. Asıl Metin Serezli, Türk Tiyatro’sunun şansıdır. Çağı yakalamak, güncelle birlikte kalmak için öğrenmeye olan isteği ve benliğindeki coşkuyla biçimlendirdiği oyunculuğu özeldir.
12 Ocak 1934’te ailenin ikinci çocuğu olarak doğan Serezli, sanatla iç içe büyür ve ailenin ilk sanatçısı olur. Spora yatkınlığı öğrencilik yıllarında başlar. 1951-54 yılları arasında Fenerbahçe genç takımında oynar. Futbolda profesyonelliğe, takım değiştirmeye inanmaz, o Fenerbahçeli doğar, öyle de ölünür der. Lazslo Szekelly tarafından A takımına çağrılır ancak kuruluşundan bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatro’suna girer. Ekibin en gencidir. Sahneye ilk adım attığında heyecandan kalp atışları gömleğinin dışından görülür. Ona 19. yaş günü hediyesi olan o gün, Türk tiyatro severlere de hediyesini sunmuştur aslında.
Şans ve tesadüflerle başlayan tiyatro, hayatı olur. Tiyatro tüm vaktini aldığı için Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini tamamlayamaz. Aktör olmaya karar vermiştir. Ancak eğitimsiz, kültürsüz aktör olunamayacağının da bilincindedir. Böylece Hukuk Fakültesi’ndeki hocalarının ders verdiği İktisat Fakültesi’ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü’ne geçer. Burhan Felek hocasıdır. Edebiyat Fakültesi’nde ise Haldun Taner’in tiyatro kürsüsüne devam eder. “Dünya”, “Vatan” ve “Tan” gazetelerinde ve “Türk Sanatı” dergisinde oyuncularla röportajlar yapar, tiyatro kritikleri yazar. Profesyonel olduğunda ise kritik edilmek üzere işi diğer eleştirmenlere bırakır.
İkinci Erlangen Tiyatro Festivali’nden döndüğü günün gecesi, Amerika’daki tiyatro eğitimini tamamlayıp, Türkiye’ye yeni dönmüş olan Haldun Dormen’den teklif alır. Dormen’in, Türk Tiyatrosu’ndaki havayı tanımak için seçtiği “Papaz Kaçtı” oyunu için kadro tamamlamaya çalıştığı günlerdir. Tam da tiyatroyla çok vakit geçirdiği için derslerinin biraz zayıfladığı zamanlar. Babasına, tiyatroya ara verip derslerine önem vereceğine söz verdiği anda gelir telefon. Hiç tereddütsüz kabul eder. Ertesi sabah provadadır. Böylece Dormen oyuncularından biri olur. Haldun Dormen, Metin Serezli’de yönetmen kumaşı görür. Ancak Serezli, koskoca Dormen’de bunu yapamam, kendi tiyatromda pişeyim deyip Talebe Birliği’nde “Ayyede Kapo” ve “Kahraman” oyunlarını sahneye koyar önce. Sonrasında ise yönetmenliği de oyunculuğu kadar kıymetli olmuştur.
Tiyatro yaşamının en mutlu dönemini, 1957-1962 yılları arasında Küçük Sahne’de geçirir. İsmi Dormenler ile özdeşleşmiştir. “Kamp 17” on yılda bir gelecek, özel oyunlardan biridir ve uzun süre oynanır. Ardından “Zafer Madalyası” gelir. Bu oyunla ünlenmeye başlar. Bilet kuyruklarında gişelerin yıkıldığı günlerdir. “Cengizhan’ın Bisikleti” ilk kompozisyon rolüdür. “Fare Kapanı”, “Çikolata Asker”, “Müfettiş”, “Beş Parmak”, “Ben Bir Fotoğraf Makinasıyım” o dönemin oyunlarıdır. “Çıplak Ayaklar” ile Dormenler’de komedi oyunculuğuna kayar. “Hayvanat Bahçesi” çok sevdiği oyunlardan biridir. “Montserrat” da öyle. Tüm oyuncuların çok iyi olduğu ve kendisinin de iki başrolden birini oynadığı oyun yani. “Gazebo”, “İkinci Baskı”, “Sokak Kızı İrma”, “Pasifik Şarkısı”, “Cinayetin Sesi”, “Şairin Mektupları”, “Sevgilime Göz Kulak Ol”, “Altın Yumruk”, “Ayı Masalı”, “Alamanyadan Bir Yar Gelir Bizlere”, “Şahane Züğürtler”, “Puntila ve Uşağı Matti” devamında oynadığı oyunlardan bazılarıdır.
Halikarnas Balıkçısı’nın “sanatçı topluma borçlu doğar” sözü Metin Serezli ve Altan Erbulak’ı harekete geçirir ve 1971’de Kocamustafapaşa’da Çevre Tiyatrosu’nu kurarlar. Bu, Muhsin Ertuğrul’un üzerinde önemle durduğu bölge tiyatrolarının devamı niteliğindedir. İllüzyon tiyatrosuyla epik tiyatroyu bir araya getirmeye çalışır. 1978 yılında Çevre Tiyatrosu kapanıncaya kadar “Yüzsüz Zühtü”, “Deli Deli Tepeli”, “Elemterefiş”, “Kim Kime Dum Duma”, “Işıklar Neden Karardı” “Necati Bey’i Görmek İstiyorum”. “Olur Böyle Vakalar”, “Nalınlar”ı sahnelerler. 1980 öncesi tırmanan olaylar yüzünden belki de kâr ederken kapanan tek özel tiyatro olur Çevre Tiyatrosu.
1958’de ilk filmi “Son Saadet”ten 2001’de oynadığı “Son” filmine kadar 50’e yakın filmde rol alır. Aynı zamanda radyo oyunları, seslendirme, televizyon programları ve sunuculuğu, dizi ve film çalışmaları yapar. “Olacak O Kadar” adlı parodi programı 10 yıl sürer. Ancak tiyatroyu hiç bırakmaz; Onun mesleği tiyatro oyunculuğudur.
“Dormenler” 1984’te ikinci kez açıldığında Metin Serezli yine ailededir. Türk yazarların yanı sıra Peter Shaffer, Gogol, Brecht, Moliere gibi yabancı yazarların oyunlarıyla da zenginleştirdiği oyunculuk yelpazesinde sevmediği rol yok gibidir. İftiharla söylediği bir şey vardır. En sevdiği oyunun hangisi olduğu sorulduğunda, “şu anda oynadığım oyun” der her seferinde. Bu lafı çok sever. Araya, “Bu Filmi Görmüştüm”, “Muhteşem İkili” gibi oyunlar da girer ama son 20 yıla bakıldığında hep farslar üzerine yoğunlaşır. Ray Cooney dünyada en hayran olduğu yazarlardan biridir. O, ciğer isteyen, hızlı ve akıcı diksiyon gerektiren, canlı, hareketli, cevap atikliği olan rollerin adamıdır. Geçen yılları umursamadığı bellidir; yorulmaz. “Zor olan, basiti oynamak” der. Zamanlaması her zaman mükemmel olan, seyirciden her zaman kahkahayı almayı bilmiş bir komedyendir. Yine enerjik, yine kıvrak, yine nüktelidir Metin Serezli. Alkış sesleri ve kahkaha iç içedir… O, doğal oyunculuktan yanadır. “Beşten Yediye”, “Hangisi Karısı”, “Kaç Baba Kaç”, “Hastalık Hastası”, “Karmakarışık”, “İkinin Biri”, “Papaz Kaçtı”, “Çılgın Sonbahar” ve “Komik Para” bu dönemde oynadığı oyunlardan bazılarıdır. Dormenler’in en çok oyununda yer alan oyuncusu açık ara Metin Serezli’dir. En çok karşılıklı oynadığı kişiler ise Haldun Dormen ve Erol Keskin’dir. Serüvenine Tiyatro İstanbul’da “Kaçamak”, Tepe Taklak”, “Pembe Pırlantalar”, “Çılgın Haftasonu” ile; Tiyatrokare’de ise “Kim O”, “Bu da Benim Ailem” oyunlarıyla oyunculuk ve yönetmenlik yaparak devam eder. Ne yazık ki “Büyük İkramiye” oyununda prova yapar ancak rahatsızlanınca oynayamaz.
İzlediği ilk oyun “Cyrano de Bergerac”tır. Bütün rollerini çok sever ancak hep “Cyrano de Bergerac”ı oynamak ister. Şöyle bir hayali vardır: 30’lu yaşlarında… Hisar’da yirmi kişilik düello sahnesini 4-5 dakika oynayıp hemen ardından nefes nefese kalmadan romantik konuşmayı oynayıp herkesi şaşırtmak… Fiziği ve kondisyonu çok müsaittir ama olmaz işte. İçinde ukde kalır.
Ustalarla çalışılmadan iyi oyuncu olunamayacağını ve oyuncuyum demek için de en az 10 yılın geçmesi gerektiğini söyler. Altan Erbulak’ın dediği gibi “aktörlüğün ilk 35 senesi çok kolaydır”. İş ondan sonra zorlaşır. Ödüller ise yoldaşıdır. Kendisine teşekkür etmenin arayışıdır. O belki de iki kişinin yapacağı işi tek başına yaptığı için tiyatronun havarisidir. Duygularını şöyle anlatır: “Hangi ödül, oyun bittikten sonra seyircinin siz önlerine yürüdüğünüz zaman hep birlikte ayağa kalkmasından ve sizi alkışlamasından daha büyük olabilir? İlk defa tek başıma selam verdiğim zaman, salondaki bütün seyircinin ayağa kalktığı gün, inanılmaz bir sevinçle dedim ki eyvah, ben yandım. Evet, ben bu oyunu güzel oynadım. Onlar da bunun için beni iltifatlarıyla alkışlıyorlar. Ama bundan sonra oynayacağım oyunu daha güzel oynamam lazım. Ben ne yapacağım, mahvoldum dedim ve her ödülden sonra da daha çok çalışmak zorunda kaldım”.
Şu sözlerle bitiyor belgesel: “Hayatı seviyorsanız mesleğinizi çok sevmek zorundasınız çünkü mesleğiniz giderek hayatınız oluyor”. Epik tiyatroyla illüzyon tiyatrosunun bir araya gelmesi gibi. Bütün hayat öyledir zaten. Bütün hayatta neşeniz, nefretiniz, kininiz, aşkınız, ihtirasınız, iyilikseverliğiniz, merhametiniz neyiniz varsa kavram olarak hepsi zaten bir arada…”
Ben çok şanslıyım. Metin Serezli’yi tanıdım…