Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel
Çıplak Ayaklar Kumpanyası, 21 Şubat 2022’de Moda Sahnesi’nde Taşıdıklarımız isimli dans gösterisini tekrar sahneye taşımaya hazırlanıyor. Bu sefer de gösterinin yaratım ve performans ekibinden Mihran Tomasyan, Leyla Postalcıoğlu ve Berke Can Özcan’la sohbet ettik.
Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın EIRA iş birliği ile gerçekleştirdiği ve Portuguese Republic – Ministry of Culture | Directorate-General of Arts; Camões Institute ve Embassy of Portugal in Turkey tarafından desteklenen Taşıdıklarımız isimli dans gösterisi, 21 Şubat 2022’de Moda Sahnesi’nde yeniden seyircinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Bizlerde ikinci kez Çıplak Ayaklar Kumpanyası ekibini, bu sefer de ekipten bu gösteriye dahil olmuş diğerlerini On soruluk sohbetler serimizde misafir ettik.
Avrupa’nın en Batı ve en Doğu uçlarını temsil eden iki dans kumpanyasını; koreograf Franscisco Camacho ve organizasyonu Eira ile, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndan dansçılar Leyla Postalcıoğlu, Mihran Tomasyan ve müzisyen Berke Can Özcan’ı bir araya getiren Taşıdıklarımız, gezginliği, göçebeliği, hem hayatta kalmak için, hem de zaten alışılmış olunan hayat tarzı modeli için şartlar yaratma pratiğini ele alarak ilerliyor. Daha önce hakkında yazarlarımızdan Ecem Arslanay’ın da bir yazı kaleme aldığı bu dans projesinde, kökleri iki farklı liman şehrine dayanan bir yaratıcı ekip bir araya gelerek, birbirine uzak gelenek ve milliyetler, taban tabana zıt sosyo-kültürel gerçeklikleri yansıtan bir yapıt ortaya çıkarıyorlar. Bizi “Taşıdığımız şeyler aslında ihtiyacımız olan şeyler mi? Bizi hayatta tutan şeyler mi bunlar? Yoksa hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz hayatı devam ettirmemizi sağlayan şeyler mi? Sonucu olmayan hareketleri, ne kadar keyfi olduklarını fark etmeden yapıp duruyor muyuz, yoksa onlar olmadan boşluğun yavaşça içeri süzüleceğini bildiğimiz için mi tekrar ediyoruz bunları? Hayat laboratuvarının ipleri tamamen elimizde mi, yoksa kararlarımız, bütün tecrübemizi sorgulamamıza sebep olacak yüzleşmeyi erteleme biçiminden başka bir şey değil mi?” gibi sorularla yüzleştiren Taşıdıklarımız’ın yaratım ve performans ekibinden Mihran Tomasyan,[1] Leyla Postalcıoğlu ve Berke Can Özcan’la sohbet ettik.
Dansın özü sizce nedir?
Berke Can Özcan: Hareketsizlik, müziği müzik yapan şeyin aralara giren sessizlikler olmasındaki gibi yani.
Leyla Postalcıoğlu: Kalp atışı demek geliyor içimden, sonra nabız. Nabzın harekete dönüşmesi ve ritimlerde buluşmak.
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
BCÖ: İnanıyorum elbette. Yaratma yetisi elle tutulabilir bir şey değil ama onun verdiği haz hiçbir şeyde yok. Yanlışlar yapıp, düşüp takılıp, bir şeyi berbat ettiğinde bile yeni bir yol belirebiliyor ve kendini hesaplamadığın yeni bir düzlemde bulabiliyorsun. Dolayısıyla ham maddesi ve mayası bu bahsettiğim tür bir “yaratma” olan sanatın dokunduğu gözler ve kulakların bir dönüşümden nasibini alması kaçınılmaz bence.
LP: İnanıyorum hem de çok. Yüzleşmesi zor olana bakabilmemi, yaklaşabilmemi sağlıyor, görünürde olmayanı duyumsamama, düşünmeme, hayal etmeme yardımcı oluyor. Paylaşmak istememi sağlıyor. Bu dönüştürücü gücün tek başına yeterli olmadığına sanatın dışındaki başka güçlerle birleşmesi gerektiğine de çok inanıyorum.
—
“Bırakalım üzerimizdekileri de dans edelim, sonra devam ederiz.”
–Leyla Postalcıoğlu
—
Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
BCÖ: Rastlantılar, hikâyeler, dil, kelimeler, serbest çağrışımlar, tepkiler, titreşimler, anılar, hafıza. Rüyalarımın işlerime etkisini bilemiyorum ama rüyalarımın müzikleri benim midir hep merak ederim.
LP: Anlardan, anılardan, arkadaşlarımdan, dinlediğim hikâyelerden, tanıklıklardan, tanıdık tanımadık hayvanlar, bitkiler, çocuklar ve yaş alanlardan, doğada olan desenler, düzenler, arızalar ve felaketlerden. Bazen bir fotoğraftan, bir haberden, cümleden, bazen sokaktaki bazen de bir filmdeki birkaç saniyeden, bazen bir sesten, bir şarkıdan. Bir nevi çarpılma anları oluyor bunlar ve peşimi bırakmıyorlar. Rüyalarım işlerimi hiç etkilemiyor ama işlerin dili rüyaların diline çok benziyor.
Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
BCÖ: Yapıtın gerçek adı genellikle kendiliğinden beliriverir, onu özellikle düşünmediğim bir anda gelip kendini mevzuya iliştirir, bu zaten işin olgunlaştığı anla eşzamanlı bir durumdur.
LP: Kimi zaman çalışma aşamasında bir ismi oluyor, değişir diye düşünürken ve yeni isim türetmeye çabalarken dönüp dolaşıp aynı isimle kaldığı oluyor. Bazen de isimsiz kalabiliyor. Bir süredir ise aklımda bir isim var ama ortada henüz hiçbir üretim yok. İçerik ve o dönemde hissettiğim netlik ya da belirsizlik adlandırmayı etkiliyor.
“Ustam” olarak tanımlayabileceğiniz veya size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
BCÖ: Dönem dönem öğreten olmaktan öğrenen olmaya ve tam tersine değişip duruyor yolculuk. Öğrenmeye açık ve istekliyken gerçek anlamda bir “usta”ya bile gerek yok bence, her şeyden ve herkesten almaya hazır kıvamdasınızdır zira. Böylelikle öğrenciniz olacak yaşta birinden ustalık öğrendiğiniz durumda da bulursunuz kendinizi ve bu çok zevklidir. İlham veren isimlerden şöyle biraz karıştırayım: John Cage, Meredith Monk, Kenny Wollesen, Huerco S. (Brian Leeds), Kara-Lis Coverdale, Julian Sartorius, Billy Martin, Arve Henriksen, Daniel Lanois.
LP: Usta olarak tanımlamıyorum kimseyi. Yollarımızın kesiştiği insanları bir bilgi ve deneyim aktarıcısı olarak uçsuz bucaksız geniş bir ağın parçası olarak görüyorum. Sanatsal olarak ilham vermeleri yetmiyor, insan olarak hayatla kurdukları ilişkiden besleniyor ya da çekiniyorum, en azından artık böyle. Geçmişe bakarsam Pina Bausch’un yapıtlarıyla karşılaşmam bir çıkış noktası oldu, beni yollara düşürdü. John Berger’in dile getirdiklerinin, kitaplarının düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi çok oldu.
Söyleşinin devamını okumak için tıklayın.