Fırat Güllü
Bir şair çevresinde bir millet yaratır, ona görülebilecek bir dünya verir ve o milletin ruhunu bu dünyaya taşımak üzere elinde tutar. / Johann Gotfried Herder
Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi 18. Yüzyılda Almanya’da özellikle Herder’in öncülüğünde gelişen Romantik akımın milliyetçi yorumu şiir sanatını sanatların en yücesi ilan ediyor ve şairi “milli ruhu sözcükler yoluyla açığa çıkarmak”la görevlendiriyordu. Mensup olduğu milletin öncü bir evladı olarak şair, tarih-folklor-coğrafya üçlüsünden hareketle milli ruhu keşfetmek ve bunu en estetik biçimiyle sanat yapıtına dönüştürmekle yükümlüydü. Alman Romantizmi çok kısa sürede başta Kuzey Avrupa olmak üzere çok geniş bir coğrafyada etkisini gösterdi. O dönemde yaşamış pek çok Avrupalı çağdaşı gibi Henrik İbsen de 1854-1856 yılları arasında Bergen’de ana hatlarını yukarıda çizdiğimiz misyon doğrultusunda üç oyun kaleme aldı: Austratlı Leydi Inger ile milli tarih, Solhaug’da Şölen ile folklor (halk şarkıları) ve Olaf Liljekran ile de romantize edilmiş doğaya (doğal güzellikleriyle öne çıkan vatana, Norveç’e) duyulan sevgi konularına el attı.
***
Biyografi yazarı Figueiredo’nun anlattığına göre Henrik İbsen 1854 yılı sonbaharında çalıştığı tiyatronun genç ve idealist yönetim kurulu başkanı Peter Blytt’in kapısını çaldı. Elinde Christiania’daki bir dostu tarafından kaleme alındığını söylediği tarihsel bir tragedyanın taslağını tutmaktaydı. Blytt’ten oyunu okumasını ve görüşlerini kendisiyle paylaşmasını rica etti.[1] Blytt genç yazarın bu ketum halini garip karşılasa da oyunu okumayı kabul etti. Sonrasında verdiği karardan pişmanlık duymayacak ve Austratlı Leydi Inger’in Bergen’deki Norveç Tiyatrosu’nun 1855 yılı açılış oyunu olarak repertuvara alınması konusunda yönetim kurulunu ikna edecekti. İsmini gizleme konusundaki tüm çabalarına rağmen kısa süre içerisinde oyunun İbsen tarafından kaleme alınmış olduğu anlaşıldı. Buna rağmen oyunun afişinde yazarının adına yer verilmedi.
Oyun Norveç tarihini konu edinen “milli bir oyun” olarak değerlendirilmekle beraber yazarın tarihle kurduğu ilişki repertuvar kurulu tarafından çok da fazla önemsenmemişti. Zira oyunda anlatılan öykü ve ele alınan karakterler gerçek tarihi kaynaklardan alınmış olsalar da yazarın estetik ve politik yaklaşımları doğrultusunda özgürce bir araya getirilmişlerdi. Eserin nihai hali tarihsel kaynakların ortaya koyduğu anlatılardan bir hayli farklılık arz etmekteydi.[2] Bu nedenle metni ele alırken 16. yüzyılda Norveç tarihine ait kaynaklara ne oranda bağlı kalındığından ziyade, İbsen’in “kurmaca bir tarih” yaratırken hangi tartışmaları seyircinin gündemine taşımayı amaçladığına odaklanmak daha yerinde olacaktır.
İbsen’in oyununun genel hatlarıyla iki temel meseleye odaklanmakta olduğunu söylemek mümkündür:
- Norveç milli kimliğinin tarihsel komşularından (ve bir dönemin egemenlerinden -Danimarka ve İsveç kastediliyor) hangi unsurlar temelinde ayrıştığını,
- Geçmişte yönetici sınıfların yaptığı hatalı tercihlerin halkın iradesini çiğneyerek Norveç’in bağımsızlığını yitirişine nasıl zemin hazırladığını seyirci nezdinde tartışmaya açmak.
Oyun, yaşadığı dönemde Norveç’te oldukça güçlü bir siyasi bir figür olan Leydi Inger’in halk arasındaki imajını ortaya koyan bir halk şarkısıyla başlar:
Austrat’ta sarayında yaşar Leydi Inger,
Pahalı kürkler giyer,
Kadifeyi ve samuru pek sever,
Saçına kızıl altından değerli boncuklar takar,
Ama gece yatağında huzuru mumla arar.
Para karşılığında hizmet eder Danimarka kralına
İzin verir halkına yabancı boyunduruğu vurulmasına.[3]
Halk elde kılıç isyan etmeye hazırlanırken liderlerinin siyasi evlilikler, lobi faaliyetleri ve diplomatik entrikalar yoluyla mücadele ve müzakere etmeyi seçmesinden çok da memnun görünmemektedir. Bizzat kendisi de Norveçli yerel bir soylu aileye mensup genç bir kadınken Danimarkalı bir soyluyla evlilik yaparak egemen sınıflar içerisinde güç ve servet edinmeyi başaran Leydi Inger, gücünü pekiştirmek adına öz kızları için de benzer evlilik planları yapmaktadır. Oyunda (tarihsel kaynaklarda aktarılan bilgilerle uyumlu olmayacak şekilde) ortanca kızı Lucie onun politik hesaplarının kurbanı olarak lekelenen onurunu temizlemek adına hayatına son vermiştir. Bir anne olarak yaşadığı bu trajik olaya rağmen Leydi Inger, küçük kızı Eline için de benzer gelecek planları yapmayı sürdürmekte, onu Danimarkalı asilzade Nils Lykke ile evlendirmenin hesaplarını yapmaktadır. Ancak Eline annesinin tersine “milli ruhun cisimlenmiş hali” olarak çıkar karşımıza. Annesinin yalan dolu entrikalarından hoşlanmamakta ve halk şarkılarında dile getirilen eleştirileri doğru bulduğunu açıkça ifade etmekte, daha da ötesi ablasının intiharından annesini sorumlu tutmaktadır.
Oyunda egemen gücün temsilcisi Danimarkalı asilzade Nils Lykke ve taşralı bir Norveç soylusu olan Olaf Skaktavl yan yana sunularak seyircilerin milli kimlikler üzerinden bir karşılaştırma yapmasını amaçlanmaktadır: Hegemonik Danimarka’nın temsilcisi Nils insanlara karşı emredici bir dil kullanan, entrikacı ve bencil bir karakter olarak temsil edilirken, Norveç’in bağrından koparak Austrat’a gelen Olaf cesur ve güçlü, onurlu, sıcak kanlı, naif bir karakter olarak resmedilmektedir.[4] Bu iki karşıt erkek karaktere beklenmedik şekilde bir kişi daha eklenir: Babasından kalan tahtı Danimarka yanlısı rakibine kaptırarak canını kurtarmak için Austrat’a sığınan ve kendisini ölen İsveç kralının taht hakkına sahip meşru oğlu olarak tanıtan Niel Stenson. Bu genç ve deneyimsiz adam gerçekte Leydi Inger ile ölen kral Sten Sture’un gayrı meşru oğullarıdır ama bu gizli bilgi annesi yerine Nils Lykke’nin eline geçince trajik bir entrikanın kurbanı olmaktan kurtulamaz. İsveç tahtında söz sahibi olmak adına kimliğini bilmeden öz oğlunu ölüme yollayan Leydi Inger, bu eylemi sonucunda hem egemen gücün entrikacılarına yenik düşmekten kurtulamaz hem de politik amaçlar uğruna ortanca kızından sonra biricik oğlunu da kaybeder. Oyunun finalinde egemen sınıfların bitip tükenmek bilmeyen politik entrikalarının yarattığı yıkım ve acıları sembolize eden trajik bir final hazırlayan İbsen, “ilk sahnedeki ayaklanma girişimi başarıya ulaşsa tarihin seyri değişir miydi” sorusunu gündeme getirmekten geri durmaz. Oyunun tümüne belirgin bir Danimarka karşıtlığı damgasını vurmuştur. Danimarka egemenliğinde geçecek “400 yıllık karanlık bir tarihin ”başlangıç yıllarını mercek altına almayı amaçlayan İbsen, ustası Shakespeare’in izinden giderek eleştiri oklarını halkının çıkarlarına yabancılaşmış, güç sarhoşu olmuş politikacılara doğrultmuştur.
Oyun psikolojik derinliğe sahip kadın karakterler yaratma arzusundaki genç yazarın kendini geliştirme fırsatı bulduğu bir deneme olarak da görülebilir. Gerek Leydi Inger gerekse kızı Elise’nin, Tümülüs’ün tek boyutlu kadın protagonisti Blanka ile karşılaştırıldıklarında iç çelişkiler ve çatışmalar yaşayan, belli bir psikolojik derinliği olan karakterler olduklarını söyleyebiliriz. Leydi Inger belli sınırlar içerisinde kaldığında, diğer bir deyişle hegemonik gücün bahşettiğinden çok daha fazlasını talep etmediğinde elinde tuttuğu politik gücü korumasına izin verilmiştir. Ancak kırmızı çizgileri aşıp büyük oyunda söz sahibi olmak istediğinde buna izin verilmediğini görecek ve yıkım yaşamaktan kurtulamayacaktır. Oğlunu İsveç kralı yaparak Danimarka’ya meydan okuma yolundaki hedefi onun yegâne oğlunu kaybetmesine yol açacaktır. Diğer yandan oyunun başında Danimarka yanlısı İsveç Kralı’nı tahttan indirmek için yapılan hazırlıklara sırtını dönerek gerçek bir halk lideri olma şansını da tepmiştir. Oyunun ana karakterinin içinden geçtiği bu karmaşık ve çatışmalı gelişim çizgisi, genç oyun yazarının daha gelişkin karakter tasarımları üzerinden çalışmaya başladığının bir göstergesi olarak görülebilir.
Bununla birlikte oyunun aşırı uzun monolog ve diyaloglardan oluşan, fazlasıyla edebi kaçan yapısı seyirci nezdinde oyunun takibi açısından bir zorluk yaratmıştı. Aynı zorluk oyuncular için de geçerliydi: “Leydi Inger eski tip idealist gerçekçilikle yeni gerçekçi yaklaşım arasındaki üslupsal savaşın kesişim noktasında yer alıyordu.”[5] Bu nedenle eski tip oyunculuk ekolünün içinde yetişmiş oyunculardan da bu uzun monologları ya da diyalogları gerçekçi bir üslupla yorumlamalarını beklemek çok da mümkün değildi. Oyun seyircilerden yeterli ilgiliyi görmese de tiyatronun yönetim kurulu çıkan üründen memnundu. Bu anlamda oyunun yazarına hakkettiği prestiji kazandırdığı söylenebilir: Oyun sonrasında Bergen Edebiyat Topluluğu onun Shakespeare konusunda konuşacağı bir etkinlik organize etti.[6] Buna rağmen İbsen sahnede kullanılan ağır dilin seyirciyi yorduğunun farkındaydı ve seyir zevkini arttırmanın yolları üzerine düşünmeye başlamıştı bile.
***
İbsen’in bir sonraki oyunu halk şarkılarından hareketle hazırlanan Solhaug’da Şölen’di. Oyunun 1883 yılında yapılan ikinci baskısına yazdığı önsözde yazar Landstad’ın Norveç Halk Şarkıları adlı eserinin o dönemde kullandığı gözde başvuru kaynaklarından birisi olduğunu açıkça belirtmiştir.[7] Bu eserde yer alan ve oyunun yazılmasına ilham kaynağı olan halk şarkısının adı “Küçük Kirsten”di:
Tepenin Kralı sürdü atını denize
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
Evlilik yüzüğü takmak istiyordu genç bir geline
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle
Tepenin Kralı ulaştı Efendi Hakon’un mülküne
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
Küçük Kirsten taç taktı altın buklelerine
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle
Gümüş kemer takmalıydı beline
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
On beş altın yüzük ellerine
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle
Üç yaz derken geçti beş yazdamadın köşkünde
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
Küçük Kirsten canlıyken gömülüydü tepede
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle
Beş derken dokuz yaz nasıl geçti bilmedi
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
Küçük Kirsten hiç gün yüzü görmedi
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle
Vadiyi süsler çiçekler, şarkılar söyle kuşlar
Ah geçiyor günlerim üzüntü ve hüzünle
Tepede altın kaplı köşklerde uzun sürer akşamlar
Bekliyorum seni sevdiğim hasretle[8]
Şarkı bir yandan küçük yaşta feodal bir beyin sarayına gelin giden Kirsten’in hikayesini anlatırken, aynı anda onun iç duygularını yansıtması açısından ilginç bir yapıya sahiptir. Yılları hiçbir zaman kavuşamayacağı gençlik aşkını bekleyerek geçen Kirsten, İbsen’in oyununda Margit karakterine dönüşmüştür. İbsen dramatik yapıyı, kendisinden yaşça büyük güçlü bir adamla isteği dışında evlendirilmiş kadın karakterle, yıllar sonra ayrıldığı ülkesine geri dönen onun gençlik aşkı Gudmund’un yeniden karşılaşması üzerine kurmuştur. Şarkıda sürekli beklendiği hatırlatılan gençlik aşkının dönüşü bu evli kadın için yıkıma gitmek dışında ne ifade edebilir? Üstelik İbsen öyküyü daha gelişkin bir boyuta taşımak ve çelişkileri derinleştirmek adına diğer oyunlarında kullandığı bir tekniğe başvurarak öyküye yaşça daha genç ikinci bir karakter eklemiştir: Margit’in genç ve hayat dolu kız kardeşi Signe. Üstelik yıllar sonra dönen gençlik aşkıyla genç ve güzel kız kardeş arasında bir aşkın filizlenmesini sağlayarak Margit’in trajedisini daha da güçlendirme yoluna gitmiştir. Tüm bu gelişmeler sonrasında duygusal bir buhran yaşayan ana karakter, kocası Knut’u zehirlemek için bir planın hazırlığına girişir ama planı uygulamaya koyamaz. Zaten feodal beyler arasında çıkan bir çatışma sonucunda kocası öldüğünde bunu yapmasına da gerek kalmayacaktır. Sonuçta Gudmund ve Signe arasındaki aşkın kutsayarak manastıra kapanmayı tercih edecektir. Şarkıda anlatıldığı gibi tepenin kralının sarayında olmasa da kilisenin kadınlara layık bulduğu taştan binaların içine girerek yaşarken gömülmeyi tercih edecektir.
Oyunun 1883 yılında yapılan yeni baskısının önsözünde İbsen hem yazarı hem de yönetmeni olduğu bu oyunun büyük başarısından söz eder. Oyun ve özellikle sahnede oyun sırasında icra edilen şarkılar o denli beğenilmiştir ki gösteri sona erdiğinde seyirciler salonda kalarak orkestra ile şarkıları tekrar tekrar söylemeyi tercih etmişlerdir. İbsen onların bu coşkulu halini nitelendirmek için “Bergen duygusallığı” tabirini kullanır. Oyunun yarattığı yankı bir süre sonra Christiania’ya da ulaşır ve başkentteki Norveç Tiyatrosu tarafından da repertuvara alınarak sergilenmeye başlar.
Ancak yazarı mutlu eden bu coşku dolu günler Christiania’da yayınlanan kimi gazete ve dergilerde yer alan bazı eleştiriler nedeniyle sekteye uğrar. Bazı eleştirmenler oyunun Henrik Hertz’in Svend Dyring’in Evi adlı eserinden etkilenerek kaleme alındığını iddia ederek İbsen’i üstü kapalı bir biçimde intihalle suçlamışlardır. İbsen 1883 yılında yazdığı önsözde karakterler ve konu açısından karşılaştırıldığında bu iki oyun arasında hiçbir benzerlik bulunmamakla beraber her iki oyunun da halk şarkılarından hareketle yazılmasından kaynaklı benzerliklerin abartılmasını doğru bulmaz ve fırsattan istifade dönemin tiyatro eleştirmenliği yaklaşımını eleştirir. Tabii tüm bu iddialar ne Solhaug’da Şölen’in İbsen’in gişe başarısı kazanan ilk önemli sanatsal başarısı olduğu ne de onun gelecekte Avrupa tiyatrosunun en büyük yazarlarından birisi olacağı gerçeğini değiştirmeye yetmemiştir.
İbsen’in oyununun başarısının en önemli nedeni Lady Inger’de kullandığının tersine sahnede halk baladlarının dilini anımsatan sade bir dil kullanılması ve zaman zaman sahne üstünde şarkıların canlı olarak seslendirilmesine fırsat sağlayarak gösteriyi zenginleştirmesi olmuştur denebilir. Bu sayede seyir zevki daha yüksek bir oyun ortaya koymayı başarmış ve farklı kesimlerden seyircilerin takdirini kazanmayı bilmiştir.
***
İbsen’in Bergen’de ürettiği bir sonraki oyun olan Olaf Liljekrans iki temel kaynaktan beslenmiştir: Bir halk efsanesi olan Jostedallı Orman Tavuğu ve yine bilinen bir halk şarkısı olan Olaf Liljukrans Türküsü. İlki Andreas Faye’nin Norveç Halk Efsaneleri adlı eserinden alınmıştır. Ortaçağ’da yaşanan bir veba salgını sonrasında yaşadığı köyde hayatta kalmayı başaran tek kişi olan küçük bir kızın doğada canlı kalma hikayesi üzerine kuruludur. Uzun bir süre sonra küçük kızı bulan komşu köyün sakinleri iyi beslenemediği için ufacık kalan bu çocuğu “orman tavuğu” adıyla çağırmaya başlarlar. İbsen oyununun iki protagonstinden birisi olan dağların kızı Alfild karakterini bu efsaneden yararlanarak yaratmıştır. Olaf Liljekransise yine Landstad’ın Norveç Halk Şarkıları adlı kitabında yer alan bir şarkıdan esinlenerek yaratılmıştır. Orijinal halk şarkısında kendi düğününe giderken yolu bir Elf Kraliçesi tarafından kesilen Olaf’ın kraliçe ile birlikte olmayı reddettiği için onun tarafından vurulması anlatılmaktadır.[9]
İbsen yerel halk kültüründen alınmış bu iki malzemeyi o dönemde İskandinavya’da çok iyi bilinen bir klasikten, Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası’ndan yararlanarak özgün bir çerçevede bir araya getirmiştir. Veba salgınından kurtulan yetim Alfrid, halk ozanı Thorgejr tarafından evlat edinilmiş, Norveç’in eşsiz güzellikteki doğası içerisinde, dağlarda halk şarkıları ve masallar eşliğinde büyütülmüştür. Bu yönleriyle milli kimliğin iki güzide unsurunu, doğa ve halk kültürünü kendi varoluşunda bütünleştirmiş bir karakter olarak tasarlanmıştır. Liljekrans ve Guldvig ailelerinin büyükleri tarafından Ingeborg ile evlenmelerine karar verilen Olaf, dağlarda gezinirken tesadüfen karşılaştığı Alfild’e âşık olur. Ancak bunu annesine ve gelin adayının ailesine anlatması mümkün olmayacaktır. Olaf’ın annesi Leydi Kirsten bu münasebetsiz kızı bir Elf Prensesi olduğuna ve oğlunu büyülediğine inanmaktadır. Aile büyükleri her şeye rağmen iki gencin evlilik akdini gerçekleştirme konusunda kararlı görünmektedirler.
Shakespeare’in orijinal eserinde “orman” ve “kent” ikilisinde belirgin biçimde sembolize edilen “doğa” ve “kültür” karşıtlığının, İbsen’in oyununda da ana temalardan birisi olduğunu görürüz. “Doğa”yı temsil eden Alfrid ve Thorgejr’e karşılık Kirsten Liljekrans ve Arne Guldvig “egemen kültür”ün temsilcileri olarak sunulurlar. “Egemen kültür”ün dünyasında evliliklerin aşka dayandırılması beklenmez: Evlilik kurumunu mülklerin ve prestijin çocuklara devredilmesi ve Hristiyanlık normlarının garanti altına alınması dışında pek bir işlevi yoktur. Oyunda “egemen kültür” alanını temsil eden karakterler düz yazı formunda konuşturulurlar. Oysa “doğa” sevgi ve tutku üzerine kurulu ilişkilerin hayat bulduğu alandır. Bu yüzden Alfrid ve Thorgejr nazım formunda konuşturulurlar. Guldviglerin genç gelin adayı Ingebor ile evin kahyası Hemming arasındaki aşk ilişkisi ise her iki tarafa da ait olmayan üçüncü bir bölgenin varlığına işaret eder: Bu aşk ilişkisi “kültür” dünyasında doğmuş olmasına rağmen onun geleneksel normlarını reddeder ve aileye geleceğin dünyasında farklı bir anlam atfeder.
Oyunun erkek protagonisti Olaf Liljekrans“doğa”, “egemen kültür” ve “karşı-kültür” alanlarının kesişim noktasında durmaktadır. Bir yandan bu alanların her birinde var olur, diğer yandan her birinde var oluş sorunsalları yaşar. Normalde Alfild’e âşıktır ama annesine karşı gelemediği için zoraki de olsa Ingeborg ile evlenmeyi kabullenir. Diğer yandan Ingeborg da ona karşı hiçbir hissetmemekte ve aslında Hemming’i sevmektedir. Ancak “egemen kültür”ün değerleri bu ikilinin aşkının gerçekleşmesini mümkün kılmamaktadır. Oyun bu üç alanın çatışması ve Olaf’ın varoluşsal sorunlarını bir türlü çözüme kavuşturamaması teması üzerine kuruludur. Oyunun sonunda Olaf, nihayet tercihini “doğa”dan yana yapacak ve Alfild’le birlikte olmayı tercih edecektir. “Egemen kültür”e karşı savaş açan iki odak kendi içlerinde bir barış anlaşması yapıp birbirlerinin tercihlerine saygı duyduklarını açıkça ortaya koyacaklardır. İbsen adeta 19. yüzyılın egemen muhafazakâr kültürünün geleceğin dünyasında yerinin olmadığını ima eder gibidir.
İbsen’in Yaz Gecesi Rüyası’nı temel alan ilk denemesi Saint John Gecesi otoritelerce büyük bir başarısızlık olarak görülmüş ve bizzat yazarın kendisi tarafından toplu eserlerinin içerisinden çıkarılmıştır. Olaf Liljekrans’ın bu anlamda çok daha özgün ve dramatik yapı açısından çok daha gelişkin bir çalışma olduğu aşikardır. Yazarımız kaleme aldığı her yeni eserinde sanatsal gelişme kaydetmekte ve kalemi gittikçe güçlenmektedir. Solhaug’da Şölenile rüştünü ispatlamış ve öz güvenini yeni bir Shakespeare uyarlamasın el atacak oranda güçlendirmiştir.
Bergen’de Olaf Liljekrans’a yönelik tepkiler gerek gişe başarısı gerekse eleştirmenlerin övgüleri açısından Şölen’in çok uzağında kaldı. Bununla birlikte oyundan sonra Bergen Edebiyat Topluluğu onun konuşmacı olarak katılacağı “Halk Şarkılarının Şiir Sanatındaki Yeri” başlıklı bir konuşma organize etti. İbsen konuşmasında halk şiirinin bir ulusun en büyük kültürel zenginlik kaynaklarından birisi olduğunu ve milli bir dramanın aradığı ilhamı bu kaynakta bulacağını savunuyordu.[10] Bunlar o dönem için çok da yeni ve orijinal düşünceler olmasa da bu tür etkinliklere davet ediliyor olması genç yazarın artık içinde yaşadığı toplulukta saygı gördüğünü ortaya koyması açısından önemliydi.
***
Olaf Liljekrans İbsen’in Bergen’de yazıp yönettiği son oyun oldu. 1857 yılında Christiania Norveç Tiyatrosu’nun yeni bir sanat yönetmeni aradığı ilan edildi. Görev İbsen’e önerildiğinde yazar bunu hemen kabul etti. Rüştünü ispatladığı ve ilk önemli deneyimlerini yaşadığı şehir olan Bergen’den ayrılması kolay olmayacaktı. Ancak bu yeni görev onun elindeki sanatsal araçların daha gelişkin olmasını sağlayacaktı. Aynı zamanda daha iyi bir maaş alacağı da ortadaydı. Evlilik hazırlıkları içerisindeki İbsen için bu da kararını etkileyen önemli bir etkendi. 18 yaşındaki Suzannah Thoresen ilerleyen yıllarda İbsen’in sadece eşi olmayacak, aynı zamanda ailesinden edindiği kültürel ve sanatsal birikim aracılığıyla onun eserlerinin en iyi eleştirmeni ve manevi destekçisi de olacaktı. İbsen sonraki yıllarda hayat arkadaşını şu cümlelerle tanımlayacaktı: “Çok güçlü karakteri olan bir kadın; mantığa dayalı olmayan güçlü şiirsel içgüdüsü ve geniş görüşlü, liberal kafa yapısıyla küçük hesapçı yaklaşımlardan nefret eden tam ihtiyacım olan kişi.”[11]
İbsen’in hayatında yeni bir dönemeçten geçmekte olduğu ortadaydı. Bir yazar adayı olarak geldiği Bergen’den kendini kanıtlamış ve kalfalık dönemini noktalamış bir tiyatro adamı olarak dönüyordu Christiania’ya.
[1] Ivo de Figueiredo,Henrik Ibsen: The Man and The Mask, Yale University Press 2019, s. 111
[2]Gudleiv Bo, The Young Henrik İbsen: From Nation Builder to Christian Existentialism, Solum Bokvennen 2019, s. 102
[3]Henrik Ibsen, Lady Inger of Ostrat, I. Perde I Sahne,İng. Çeviren: Charles Archer, Project Gutenberg Henrik Ibsen’s Prose Dramas Vol. III, [Türkçe çeviriler tarafıma aittir.]
[4]Gudleiv Bo, The Young Henrik İbsen: From Nation Builder to Christian Existentialism, Solum Bokvennen 2019, s. 111.
[5]Ivo de Figueiredo,Henrik Ibsen: The Man and The Mask, Yale University Press 2019, s. 112.
[6] Y.a.g.e., s. 113.
[7]Gudleiv Bo, The Young Henrik İbsen: From Nation Builder to Christian Existentialism, Solum Bokvennen 2019, s. 135.
[8]Henrik Ibsen, The Feast at Solhoug,The Complete Works of Henrik Ibsen, İng. Çeviren: William Archer and Mary Morrison, Project Gutenberg Henrik Ibsen’s Prose Dramas Vol. III, [Türkçe çeviriler tarafıma aittir.]
[9]Gudleiv Bo, The Young Henrik İbsen: From Nation Builder to Christian Existentialism, Solum Bokvennen 2019, s. 169.
[10]Ivo de Figueiredo,Henrik Ibsen: The Man and The Mask, Yale University Press 2019, s. 122.
[11]Evert Sprinchorn, Ibsen’s Kingdom, Yale University Press 2020, s. 50.