Erdoğan Mitrani
– Buradan bakmak çok güzel.
– Çok yakın ama çok uzak gibi.
– Oralara da gidilebiliyor. Görüyorsan o kadar uzak değildir. İstersek olur.
– Olur mu dersin.
– Olur tabii. Çekmeceden yıldızlara bir vesait.
Koronavirüs salgınının henüz pandemiye dönüşmediği 2020 başlarında, K! Kültüral’da, ‘Oda Komşum Richard Wagner’in prömiyerinde oyun sonrasında yanıma gelen iki genç beni bir oyuna davet ettiler. Ufak tefek olanı dokuzonbeş adlı yeni bir tiyatro topluluğu kurduklarını, yanındaki uzun boylu sarışın gencin yazmış olduğu ‘Çekmeceden Yıldızlara’ oyununu izlememi çok istediklerini söylediler. Ben de İstanbul’da tiyatronun hasını onlar gibi gençlerin yaptığını, yeni bir yazarımızı ve yeni bir topluluğu keşfetmekten çok mutlu olacağımı belirterek en yakın zamanda oyunu izleyeceğime söz verdim. Araya pandemi kısıtlamaları ve aylarca süren ev hapsi de girince “en yakın zaman” neredeyse iki yıl sonra gelebildi. İçiçe devam eden İKSV Tiyatro ve Yeni Metin Yeni Tiyatro festivallerinin arasına, pandemi sonrası yeniden sahnelenmeye başlayan Oda Komşum Richard Wagner’in yeni galasını sıkıştırdığımda genç oyuncu Şakir Güler, iki yıl önce verdiğim sözü hatırlattı. Ben de ikili festival biter bitmez oyunu izleyeceğimi söyledim. Birkaç gün sonra Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında Yağmur Yağmur’un Kültüral’da yönettiği olağanüstü ‘Düşenler’in dört dörtlük ekibinde izlediğim Şakir ve henüz adını bilmediğim oyunun yazarıyla bir hafta kadar sonraki gösterim için mutabık kaldık. Arada, festivalin son sahnelenmiş okuma tiyatrosu ‘T-34’ü izleyip, distopik bir gelecekte gelişen oyuna hayran olmuş, ancak COVID-19 sonrası nekahat ve karantina döneminde olduğundan söyleşiye zoom aracılığıyla katılan oyunun genç yazarı Halil Yağız Şanal’la şahsen tanışıp konuşma fırsatım olmamıştı. Yeşim Özsoy’dan da hem iletişime geçmek hem de sağlam metaforik yapısını derinlemesine incelemek için yazarın mail adresini aldığım gün, seyredeceğim oyunlara ön hazırlık yapmadan gittiğim için, her zaman yaptığım gibi ‘Çekmeceden Yıldızlara’ oyununu, hakkında hiçbir şey bilmeden izlemeye gittim. Tanıtım föyesine göz attığımda yazarının adının Halil Yağız Şanal olduğunu gördüğümde nasıl şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz.
Bu uzun girişin sebebi, aslında bir rastlantı silsilesi olarak neredeyse teğet geçeceğim bir oyunu ve de en önemlisi, geleceği çok parlak genç bir oyun yazarlarımızı kaçırmamış olmanın sevincini sizlerle paylaşmak.
Yağız Şanal’ın dört dörtlük metni, günümüz Küçükçekmece’sinin varoşlarında hayallerini keşfetme, o hayallere ulaşmanın yollarını bulmaya çalışan üç gencin, varoşun çıkmaz karanlığına direnme çabasına odaklanır. Torbacılıkla geçinen Haşim (Musa Can Pekcan), babasının ikinci karısından olma, birkaç kez ikiledikten sonra lise son sınıfa gelmiş hayta ve kavgacı kardeşi Fatih’e (Şakir Güler) elinden geldiğince abilik yapmaya çalışmaktadır. Bir köpek çiftliği kurmuş olan, köpek döğüşlerini uyuşturucu paravanı olarak kullanan babaları hapistedir. Uyuşturucu sevkiyatını üstlenen, Haşim’in teyzesinin kocası Celo 5,5 kilo ‘mal’la ortadan kaybolmuştur. Sevgilisi Melek’i hamile bırakan, onunla evlenip Antalya’da sakin bir yaşam sürdürmeyi düşleyen Haşim’in şimdilik asal görevi, babanın kurmuş olduğu ‘tezgâhın bozulmamasını’ temin etmektir. Pis işleri çözmek, pislik kişilerle mücadele edebilmek için tek çaresi çözümü benzer pisliklerde aramaktır. Haşim’in kuzeni, Celo’nun kızı Çiğdem’e (Merve Güran) âşık bıçkın Fatih, sevgilisine yanaşan genci hastanelik ettiği için her an başını belaya sokmak üzeredir. Annesinin baskısından bıkmış, Fatih’in aşkına da karşılık veren Çiğdem, Fatih’le birlikte Eskişehir’de üniversiteye gitmeyi hayal etmekte, hayalini gerçekleştirmek için de Suriyeli bir mülteciden ders almaktadır.
Bildik insanlar, bildik yaşamlar, bildik çıkış yolları ya da bildik çıkışsızlıklar…
Bildik olmayan Yağız Şanal’ın ustalıklı ve akıcı anlatımıdır. Son derece ekonomik bir dille üç inandırıcı karakter yaratan Şanal, onların ağzından babayı, Celo’yu, Çiğdem’in annesini etkileyici biçimde var eder. Bunun için de çok başarılı repliklerle, üç oyuncusunun hem kendi kişiliklerine can vermelerini hem de anlatıcı rolünü üstlenmelerini iç içe geçirir.
dokuzonbeş topluluğunun Merve Güran, Şakir Güler ve Musa Can Pekcan’dan oluşan kurucu ekibi, oyunun yönetmenliği de birlikte üstlenmiş. Ferhat Kaya’nın varoşun dökülmüşlüğünü yansıtan minimalist ve yarı soyut dekorunda, Yasin Gültepe’nin ışık tasarımı, Alper Aytekin’in müziği, Metin Küçükyılmaz’ın ses efektleri ve Gizem Erdem’in hareket yönetiminin desteğiyle, su gibi akan tempolu bir iş çıkarmışlar. Oyuncu olarak üçü birbirinden iyi.
Sonuç olarak çok sağlam bir metinden yola çıkan, ustalıkla yönetilmiş, müthiş iyi oynanmış, katiyen bir ilk oyun izlenimi bırakmayan, son derece profesyonel bir çalışma. Geleceğin önemli bir Türk yazarını keşfetmek için de çok iyi bir fırsat.
12 ve 27 Ocak K! Kültüral Performing Arts’da. Sakın kaçırmayın derim.
Germinal Tiyatro’nun yeni oyunu
‘Bir Istakozu Öldürmenin En İnsancıl Yolu’
Sormak istediğin onca soru varken boğazına düğümlenen bir yumru. Anlatamadığın, anlayamadığın bir anı. Bu anı yaşandığında ya anlatsaydın? Ya da anlasaydın? Birçok şeye engel olabilir miydin? Sonuçta bir olayın önemli olup olmaması seni nasıl etkilemiş olduğuyla alakalıdır, hayatını nasıl etkilemiş olduğuyla. Bir olayın önemi ya zannettiğin kadar önemsiz değilse?
2019’da oyuncu Ahmet İlker Ergin tarafından İstanbul ve Berlin ekseninde kurulan Germinal Tiyatro, pandemi yüzünden Fringe kapsamında çevrimiçi izlediğimiz ilk oyunu ‘Pasaport or Passport oder Reisepass’ı hâlen İstanbul’da sahnelemeyi sürdürürken ikinci oyunu ‘Bir Istakozu Öldürmenin En İnsancıl Yolu’ da oynanmaya başladı.
Kabuklu deniz canlılarının en leziz etlilerinden ıstakozun canlı pişirilmesi şarttır. Canlı canlı kaynar suya atılan ıstakozun en az 1-1,5 dakika acı çektiğini söyleyen hayvan hakları savunucularının eylemleri sonucunda, ıstakoza işkence etmeme yöntemi düşünüldü. Istakoz 30 dakika dondurucuya koyulursa, çıkartıldığında komaya yakın bir uyku hâlinde olur. Kaynayan suya bu durumda atıldığında, uyanmadan önce beyin ölümü gerçekleşir.
14 yaşındaki kızına güzel bir doğum günü yemeği pişirmek için markete giden Loretta, ödeme sırasını beklerken sebepsiz yere ağlamaya başlar. Kısa bir süre içinde kendini karakolda bulan kadın durmaksızın konuşarak geçmişine, 14 yaşında kendi isteğiyle yaşamış olduğu cinsel deneyime doğru yolculuğa çıkar. Hiçbir zorlama olmamıştır ama, ilk cinselliği yaşadığı adam bir ergen değil 24 yaşında bir erkektir. Loretta, aynen pişirmeye niyetli olduğu ıstakoz gibi o yaşadığını ‘cinsel istismar’ olarak adlandırmaksızın buzluğa atmış, arada evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur. Ama içinde donmuş tüm anılar içine atılacakları suyun sıcak buharı yüzlerine çarptığında, erimeye ve çözülmeye başlarlar. Zincirinden kurtulmuşçasına akan bir sözcük seliyle, Loretta’nın yeniyetme kızının sorunlarından, geçmiş, bugün ve gelecek hakkındaki tüm korkularına tüm bastırdıkları açığa çıkmaya başlar.
1980 doğumlu genç İngiliz yazar Duncan Macmillan, görünüşte zarif ve yumuşak, ancak içine girildikçe bıçak kadar keskin, tokat gibi sert metniyle, orta yaşa yaklaşmış, ruhî çöküntü eşiğinde bir kadının dünyasını ustalıkla yansıtır. Bastırılanlar açığa çıktıkça, cinsel istismarın ürkünç tarafı, taciz edilenin bunu bedensel ve ruhsal bir saldırı değil, bir sevgi olayı sanmış olması da hissedilir.
Oyunu Türkçeye kazandıran ve bence çok başarılı bir dramaturgi çalışmasıyla çok karakterli metni tek kişilik bir oyuna dönüştüren Deniz Ekinci yönetiyor. Bu radikal değişiklik ancak, hem bir meddah gibi bir kişilikten ötekine ustalıkla geçen, hem de hep Loretta kalmayı başaran Evrim Doğan’ın olağanüstü yorumundan güç alıyor. Loretta’nın tüm sıkışmışlığını oyuncusunu metre genişliğe sıkıştıran görsellikte Ayşe Sedef Ayter’in benzersiz ışık tasarımı ise tüm mekânları var ediyor.
Çok sağlam bir metin, müthiş bir oyuncu. Mutlaka izlenmeli. 13 Ocak Kültüral Performing Arts, 26 Ocak Kadıköy Emek Tiyatrosu ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. İyi seyirler dilerim.