Pınar Erol
(31 Aralık 2018’de aramızdan ayrılması anısına)
O sessiz vedanızdan beri herkes kendince bir şeyler yazıyor, paylaşıyor. Sizi tanıyan, hayatına dokunduklarınız kadar sizinle hiç bir araya gelmeyenler de yapıyor bunu. Hakları var. Onların da yaşamlarında sağlam izleriniz var çünkü. Etkilediğiniz milyonlara bir bakın. Sizi sahnede izlemeyenlere, her zaman iyi ki yapmışım dediğiniz televizyon oyunlarınızla, yemek programınızla, kitaplarınızla, tweet’lerinizle, paylaşımlarınızla, duruşunuzla, kadınlara önerilerinizle, dirençli muhalefetinizle, zarafetinizle, gençliğinizle, evet edebi gençliğinizle, aklınızla, yol göstericiliğinizle, alçak gönüllüğünüzle, yaşama sanatınızla ulaştığınız insanlar, güzelleştirdiğiniz yaşamlar, yerleştiğiniz kalpler o kadar fazla ki… Herkes çok üzgün, beni sormayın, anlatamam!
Takvime bakıyorum. Tarih 17 Kasım 2018, Cumartesi. Uniq Hall’deyiz, Tiyatro Festivali’nin açılış oyunu “Komik”i izliyoruz. Oyun başlamadan size, “ben arkadaşım Gülriz’i yazmak istiyorum” dedim. “Sahi mi? Yaz lütfen” dediniz. Zeynep Oral’dan, Demet Taner’den bahsettiniz. Ya onlar gibi kadim dostlarım ya da senin gibi genç arkadaşlarım var benim dediniz. Mutlaka siz de biliyordunuz “arkadaşım Gülriz” tiyatrosuz yazılmazdı.
O akşam solunuzda oturan beyefendi dirsekleriyle sizin kollarınızı koyacağınız yeri de kaplayarak oturmuştu, rahatsızlığınızı bana gözlerinizle anlatmıştınız. Ben de kahkaha atalım, kahkahayı jestlerle, kollarımızla büyük büyük atıp hakkınız olan o koltuğun dirsek koyma yerini geri kazanalım demiştim. Bir anlığına kazandık da. Yine aynı beyefendi oyun esnasında telefonunu açıp ışık saçınca dayanamayıp uyarmıştınız. Gözlerinizin rahatsız olduğunu söylemiştiniz. Doğru olanı ok gibi yabana atıp yanlışı yay gibi elinde tutanlara inat, her yanlışı sakınmadan gösterirdiniz. Onu bile zarafetle yapardınız. Sonra “tiyatroda izleyici olmayı” da yaz diye eklediniz. O akşam, sizinle geçirdiğim son akşam olacakmış meğer ve sizin izlediğiniz son oyun da ne yazık ki “Komik” olacakmış.
18 Kasım Pazar günü ne yaptığınızı bilmiyorum. Hiç konuşmadık. WhatsApp mesajlarına bakıyorum en son o gün yazışmışız, benden yazıyı göndermemi istemişsiniz. Ben de size yeni oyunlar önermişim, beraber izlemek için. Hep öyle yapardık. Birbirimize oyun önerir, birlikte izlerdik. Öncesinde de buluşup bir şeyler yer, içerdik. Haftada iki-üç akşamımı sizinle geçirirdim. Arkadaşlarım bana takılırdı, yaşınızdan dolayı. Hepsine cevabım aynı olurdu. Asıl ben onun temposuna ayak uyduramıyorum. Onun her gün programı oluyor, ben uyabildiklerime gidiyorum derdim. Ve her biri benim için hayattan çalınmış zamanlar ve şımarmamak için kendimi zor tuttuğum paylaşımlardı.
19 Kasım Pazartesi günü Anadolu Tiyatro Ödülleri’nin verildiği törende siz de onur ödülü alacaktınız. Bir ihtimal gelirsiniz, sürpriz olur diye geceye katılacağımı haber vermedim. Ve ben de herkesle birlikte öğrendim o gün hastaneye kaldırıldığınızı. İşte bitmiyor keşke’ler. Keşke boş verseydim sürprizi ve sizinle o gün konuşsaydım. O zaman belki hastane yasağını delmeye ikna ederdim sizi diye yiyip bitirdim kendimi. Sahneden çekilmeye verdiğiniz karardaki sebebiniz neyse, hastanede görünmek istememenizin de sebebi aynıydı, biliyordum. Herkesin aklında en iyi halinizle kalmak istediniz. Son Ekim’inizde Bodrum’dan hasta dönmüştünüz. Hiç keyfim yok diyordunuz. Ve “bu çok doğal artık” diye üstü örtülü cümlelerle aslında beni hazırlıyordunuz. Ben diretiyordum. Siz yaşınızın en güzelisiniz, en sağlıklısısınız, en bakımlısısınız… Sadece tiyatronun değil; yaşamın da yaşsız insanıydınız. Hiç yaşlı olmadınız. Ölüm hiç uğramayacak gibiydi size. Hani dersiniz ya hep “hiç su ve zeytinyağı karışır mı diye”. Ölüm ve siz de öyleydiniz. Karışmazdınız, ayrışırdınız.
Sonra hemen hemen her gün asistanız, şoförünüz, neredeyse oğlunuz olan İlhan’ı arayıp durumunuzu soruyordum. Ameliyat iyi geçti, yoğun bakımda şimdi dedi ilk önce. Sonra servise çıktığınızın haberini verdi. Hatta canınız mandalina istemiş, onu alıp gelmiş. Çorbanızı da içmişsiniz. Can olsun, kan olsun, yarasın. Oh… Nihayet iyi haberler almaya başladım. İlk defa o gün işte, günlerdir tuttuğum nefesimi verebildim. Ama sonrasında sürekli durumu aynı demeye başladı sizin için. Bir türlü rahatlatan şeyler söylemiyordu. Ben her gün hastane yasağını delmeye, sizi görmeye, size sarılmaya karar veriyordum. Ve her gün İlhan’ın duvarına tosluyordum. Ona kızıyor, sonra o kararın size ait olduğunu, saygı duymam gerektiğini söylüyordum kendime. Süre uzadıkça endişem artıyordu ama her seferinde sizin ne kadar güçlü olduğunuzu, geçtiğimiz yıllarda ne büyük hastalıkları atlattığınızı, kendinizin doktoru olduğunuzu kendime hatırlatarak çıkmanızı bekliyordum. Hastaneden çıktığınızda nasıl ölüp ölüp dirildiğimi anlatacaktım size gittiğimiz oyunların öncesinde, aralarında, sonrasında… Birlikte gideceğimiz, listesini yaptığım hiçbir oyuna gitmedim, çıkmanızı bekledim. Biz sizinle oyun arkadaşıydık. Buna iki sene önce Bodrum’daki evinizde birlikte karar vermiştik.
Şimdi bir hafta öncesine gidiyorum. Beni aradınız telefonla, hoş beşten sonra o gün sizi rüyamda gördüğümü anlattım. Şimdi aklımdan uçmuş detaylar ama gece bir yerlerden eve dönmeye çalışıyorum ama işte rüyaların zaman, mekân tutarlılığı olmuyor ya, karşıdan 8 km’lik evime bir türlü gelemiyorum. Aradan iki saat geçiyor, ben başka ilçelere, beldelere gidiyorum, yanımdaki kişiler değişiyor (bir ara Mert Fırat oluyor yanımdaki, sonra Bülent Emin Yarar) derken en son sizin kucağınıza yatmış tuhaf, her yanı açık bir takside eve gelmeye çalışıyorum. Ama bir yandan da rüyaya dışardan bakıp hem mahcup oluyorum hem size kıyamıyorum ya bacakları başımı taşımaktan uyuştuysa diye, hem de ilk defa bu kadar huzur buldum diye kucağınızdan kalkmak istemiyorum. Siz de arada “Allah Aşkına” diye diye güldünüz dinlerken. Rüyalarında bile tiyatrocuları görüyorsun diye eklediniz. Bak kalp kalbe karşıymış, ben de seni aramak için seni düşünüyormuşum dediniz. Ve iki şey teklif ettiniz. İlki 16 Kasım’da Metin Zakoğlu’nu tekrar izlemek, diğeri de yukarıda yazdığım festivalin açılış oyununa gitmek. Zaten sizden gelen teklifleri hep havada kapıyordum. Sizinle beraber geçirilecek hiçbir fırsatı kaçırmamaya çalışıyordum. Bu nasıl ayrıcalıklı bir mutluluk. Her anını tarihe mühürlemek geliyor içimden. Bu kadar özel bir dostluğu nasıl hak ettim bilmiyorum ama değerini biliyorum. Öpüp kokluyorum.
İşte o beraber geçirdiğimiz son akşamımızda, bir gün önce Kader ile Metin’in arasında yaşanan gerilimden dem vurdunuz. Ne oldu öyle diye sordunuz. Sonra biz de aslında bel altı esprileri hiç sevmediğimizi ama artık yüzgöz olduğumuzdan belki, çok keyif aldığımızı konuştuk. Yine güldük. Ne tatlıydınız ilk gösterime gittiğimizde. Nüktedanlığınızla, nice tiyatro insanının burun kıvıracağı türden bir gösteriyi yumuşatmış, heyecanı yatıştırmıştınız. Gösteriye yaşadığınız anekdotları katmış, herkesin hayranlığı ve sevgisiyle ayrılmıştınız oradan. İsteyen herkesle fotoğraf çektirmiştiniz. Bakın sizin kadınlığınıza da bayılıyorum. Her fotoğrafa nasıl çıkmışım diye bakardınız. İyi görünmek isterdiniz. Bakımı, hoşluğu hiç boş vermediniz. Sanki aksi mümkünmüş gibi. Kameralar da size aşıktı.
Geçen sene kuzenimi acı biçimde kaybetmiş ve aynı gün bir röportaj yapmıştım. Akşam eve dönerken sizi yoldan aramış ve o röportajı niye yaptım bilmem, onlara da haksızlık ettim, zıpkın gibi sorularla yapabileceğim bir sohbeti harcadım diye sonradan ne kadar üzüldüğümü -ama tuhaf biçimde röportaj esnasında gerçek kahkahalar attığımı anlattığımda, “en doğrusunu yapmışsın, beni de acıdan uzaklaştıran, hiçbir şey düşünmememi -Engin’in (Cezzar) yokluğunu bile- sağlayan tek şey tiyatrodur” demiştiniz. Onun gidişinden sonra kimseyi eve kabul edemediğinizi fakat tiyatroya gitmeye başladığınızı, sizi orada görenlerin belki de sizi ayıpladığını ama olaylardan, acılardan koptuğunuz tek anın, konsantrasyona girebildiğinizin tek anın sadece tiyatro olduğunu söylemiştiniz. Tiyatro apayrı bir şey demiştiniz. Yani bir oyun izlerken sizin tüm benliğinizle o oyunda olduğunuzu çok iyi biliyorum. O yüzden sizin oyun esnasında birden kolumu okşayıp “üzülme” diye fısıldamanızın bendeki karşılığı öyle kolay dile gelecek türden değil.
Şimdi size bilmediğiniz bir şey anlatacağım. Yine beni aramıştınız ve geçtiğimiz yaz Pürtelaş Tiyatro’nun “Martı”sına gitmeyi önermiştiniz. Ben de oyunu daha önce gördüğümü, tekrar gitmeyi düşünmediğimi söylemiştim şuursuzca. Siz, öncesinde de bir şeyler yeriz diye düşünmüştüm deyince elbette size katılmak istedim. “Martı” o gün son kez oynanacaktı ve o gün günlerden pazardı. Yani İlhan’ın izinli olduğu tek gün. Benim de onun yerine şoför olduğum gün. Geldim, sizi aldım evinizden. Her zamanki şıklık, güzellik ve inceliğinizle hazırdınız. Elinizde kulise göndereceğiniz ve kendi yetiştirdiğiniz güllerden bir demet. Hediyeleriniz de böyle incelikliydi hep. Bazı insanlar dünyayı güzelleştirmek için varlar. Siz onların başındasınız. Sizinle birlikte girdiğim her ortamı gözümün önüne getiriyorum. İnsanlarda o “aura” doğuştan var, ne kadar çabalarsanız çabalayın sonradan edinilmiyor. Siz öylesiniz işte, her zaman ışıklı, her zaman ortamın doğal yıldızı. Dalga dalga hayran bakışlar yayılıyor sizden etrafa. Buna her keresinde tanık oldum. Gelip size bunu dile getirdiklerine bana dönüp “yaşlarından dolayı hiçbirinin beni izlemiş olma ihtimali yok ama işte onlar benim kişiliğime, cumhuriyet sevgime, muhalefet etme biçimime, aktivist kimliğime saygı duyuyorlar” derdiniz. Fazlasıydı söylediğinizden. Adalet yürüyüşü için Bodrum’dan geldiniz bir günlüğüne! Gitmesem olmazdı dediniz. Hiçbir zaman, benden sonra tufan demediniz. Hep ben buradayım dediniz. Okur, araştırır, dayanaklarını bulur, öyle söylerdiniz söyleyeceğinizi. O pırıl pırıl bilinçle bize verdiğiniz güçle, vatandaş olmanın güzelliği kadar sorumluluğunu da hatırlatırdınız hep. Bir anlık yılgınlığa düşecek olsak o gümbür gümbür inancınız bizi dürterdi, kendimize getirirdi. İyimser düşler görmediniz, gerçekçi analizlere inandınız.
Başkaldırmanın tüm haklılığını her seferinde hatırlattınız. Aziz Nesin’in “Barış Bildirisi”nde paçayı kurtarmak isteyen oyuncular, biz sanatçılar sitesi kuruluyor diye imza verdik derken size de aynını yapmayı önerenlere köpürdünüz. Ne münasebet, ben hiçbir şeyin altına üç defa okumadan imzamı atmam diye tavrınızı koydunuz. Onurunuzu her şeyin önüne koydunuz. İlkeli olmayı gösterdiniz.
Ah Gülriz Hanım, başlayınca susulmuyor. Ama ben yine o güne dönüyorum. Park ettik. Güllerinizle hemencecik orada fotoğrafınızı çekmemi istediniz. Sonra AVM güvenliğinden geçerken “sana bir şey anlatacağım” dediniz. Ne olduğunu sorunca, böyle ayaküstü olmaz, oturalım yemekte anlatırım dediniz. Mecburen Zorlu’yu içerden baştan sona yürüyüp yemek bölümüne geçtik. Asla yaşlılıktan değil ama kalça kırığından bu yürüyüşler ama özellikle merdivenler sizi zorluyordu. İlhan’ın her oyun öncesi büyük titizlikte mekânın merdiven ve mesafesini öğrenip yönlendirmeleri sizin için çok kolaylaştırıcı oluyordu. Bu sefer bu, benim görevimdi. Yemekten kalkarken kuzenim de bize katıldı. Ve siz doğal olarak benden sahneye giden en kısa yolu öğrenmemi istediniz. Sordum, kolaydı, biliyordum da zaten. Sağa dön, asansöre bin, bir kat aşağı in… Neyse asansöre bindik ve anonsu duyduk “asansör bu kata hizmet vermemektedir”. İşte o zaman aksilikler zinciri de başladı. Sizi çok yürütmemem lazım. Ben de sizi kuzenime emanet edip önden bir koşu alternatif tarifi öğrenip bizi oraya götüreceğim. Yani niyetim bu. Dönüp baktığımda sizin farklı bir yere gittiğinizi görüyorum dehşetle. Arıyorum açmıyorsunuz, sesleniyorum duymuyorsunuz. Sizinle buluşabildiğimizde ise o tarif güncelliğini yitiriyor. Uzatmayayım, bu böyle birkaç sefer sürdü. En son tablo şu: Kuzenim ve siz kol kola girmiş Zorlu’nun metro girişine kadar uzaklaşmışsınız. O noktadan sonra tek yapılacak şey, yürüyen bantla aşağıya inmek. Sizin ne kadar yorulduğunuzu görüyorum ve mahcubiyetten ölüyorum. Olur şey değil, yürüyen bant da yürümüyor. Kâbus gibi! Siz canınızı dişinize takmış, merdivenlerden aşağıda iniyorsunuz ve bana söyleniyorsunuz. “Sana söylüyorum, görünüşe aldanma, benim kalbim var, bu beni zorluyor”. Ama haklısınız, ben görünüşe aldanıyorum. Hatta aldanmıyorum, gördüğüm kadın yaşlı, hasta falan değil. Ah diyorum içimden, sebebi olacağım Gülriz hanımın, ona kalp krizi geçirteceğim. Aşağıya indiğimizde hepimizin alı al, moru mor. Bankoya geliyoruz ve ismimizi söylüyoruz. Bankoda duran kulaklıklı koruma kılıklı kişiler belli ki tiyatrodan çok uzaklar. Sizi tanımadıkları gibi, isminizi de Hulriz anlıyorlar. Bir beceriksizlik sinsilesidir gidiyor. Gitmek ne kelime; bitmiyor. Ben hemen oyunculardan Tilbe Saran’ı arıyorum, açmıyor. Bu sefer Gonca Vuslateri’yi arıyorum. Açınca hemen anlatıyorum skandala ramak kalan problemi. Görevli kişi gelinceye kadar yirmi dakika geçiyor. Sizi yirmi dakika ayakta bekletiyorlar. Hem de o yorgunluğun ve gerginliğin üzerine. Gelen kişi sizinle tanışmak, davetiyenizi elden vermek için bankoya bırakmadım deyince, siz haklı olarak ben mi sizin ayağınıza gelmeliydim diye ayar veriyorsunuz. Bu sefer sinir krizine sebep olacaklar diye içten içe dövünüyorum. Yetmiyor, zarfı açtığımda bir de ne göreyim. Davetiye bir kişilik! Hemen durumu anlatıyorum. Bakın ben oyunu gördüm, ikinci kez izlemeye, Gülriz hanıma eşlik etmeye geldim. Lütfen bunu düzeltin diye fısıldıyorum. Sonra o görevli size dönüp “zaten Pınar hanım oyunu izlemiş” demez mi! Sanki ben zorla oradaymışım gibi. Neyse bizi daha fazla bekletmemek için salona alıyorlar ama asla rahatlatmıyorlar, yer bulabilirsek Pınar hanımı da oturturuz diyorlar. Siz, ben çok iyi biliyorum telefonda iki kişilik yer istediğimi diyorsunuz. Ben de çok iyi biliyorum sizin haklı olduğunuzu. Ama aynı görevli bu sefer siz tek kişilik yer istediniz diye inat ediyor. Neyse sizin yerinizi öğreniyoruz, ben de geçici olarak yanınıza ilişiyorum. Sonra tam dört kez yerinizi değiştiriyorlar. Dördüncüsünü oyunun müziklerini yapan Çiğdem Erken yapıyor. A sizi buraya mı oturttular deyip oturduğunuz yerden hop kaldırıp başka bir yere yerleştiriyor. Benim artık tüm yaşanan aksiliklerden başım dönüyor. Utancımdan konuşamıyorum bile, yüzümde gergin bir sırıtış, aklımda daha beter ne olabilir sorusu. Oyun başlamak üzere, bana arkalarda bir yer buluyorlar. Hemen dışarda kalan ve İstanbul’un yabancısı olan kuzenimi arıyorum. Allahtan arabanın yerinin fotoğrafını çekmeyi akıl etmişim. Fotoğrafı ona gönderip buradan arabaya giden en kısa yolu bul, ezberle, zira benim nevrim döndü, mümkün değil ben yapamayacağım diyorum. Ben ikinci kez oyunu izleyemiyorum bile. Bu kargaşa çok fazla. Bu sefer de sizin kolunuza girip yürümek için aceleyle arabadan fırladığım içim otopark giriş kartını arabada unuttuğumu hatırlıyorum. Hay aksi! Yok artık! Neyse, siz arabaya yerleşirken bir koşu kartı alıp halledip dönerim, daha da aksilik olmaz herhalde diye geçiriyorum içimden. Oyun bitiyor, alkışlar, çiçekler derken Çiğdem bu sefer bizi kulise yönlendiriyor. Kuliste sizinle konuşanlar nasıl mutlular. Siz Gonca’yla ne kadar benzediğinizi söylüyorsunuz. O genç oyuncu Boran Kuzum’a “Vatanım Sensin” ile her hafta evime konuk oluyorsun, seni çok beğenerek izliyorum diyorsunuz. Evet siz, iyi dizilerin de takipçisiydiniz. Tüm alçak gönüllüğünüzle siz ona hayranlığınızı dile getiriyorsunuz. Gençlerle başka bir ilişkiniz var. Siz çok gençsiniz, beyniniz çok genç, algınız çok genç. Tam arabaya gitmek için kuzenimle buluşacakken Çiğdem kulisten dışarıya daha kısa bir çıkış olduğunu söylüyor ve bizi önüne katıyor. Ve biz bambaşka -hiç önceden çalışılmayan- bir yere çıkıyoruz. Ben artık gözüne far tutulmuş tavşan kadar şaşkın ve hareketsizim. O kal geldi denilenden. Arabaya biniyoruz, ters yönden AVM girişine sürüyorum. Hemen oradaki” kartmatik”ten otopark ücretini ödeyeceğim. Ama bir terslik var, ödeme gerçekleşmiyor. Üst kata koşturuyorum. Olur şey değil! Bu sefer de o saatlerde giriş yapan “bazı” araçların kartının bozulmuş olduğunu, sistemin okumadığını öğreniyorum. Peki ne yapmalıyım diyorum. Yeniden kart almalısınız diyorlar. Neyse bir görevli aheste aheste yeni kartı getirirken elinden kapıyorum, ödemeyi yapıyorum ve tekrar arabaya yanınıza dönüyorum. Siz oyunu çok beğendiğinizi, kast’ın çok doğru olduğunu söylüyorsunuz. Ben biraz karşı çıkacak olsam da sohbeti kuzenimle size bırakıp hiç olmazsa doğru dürüst şoförlük yapmaya çalışıyorum. Her ne kadar önce -kazasız belasız- sizi bırakıp sonra otelden kuzenimim eşyalarını almak konusunda karara varsak da, yol üstünde otelin önünden geçerken duruyoruz. Kuzenim bavulları bagaja koydururken otel görevlisinin nasıl şaşırdığını coşkuyla anlatıyor, arabaya tekrar bindiğinde. Siz önde yanımdasınız, kuzenim arkada oturuyor. O şokla olacak, durmamacasına anlatıyor. “Kızım siz ne karanlık tiplersiniz öyle, geceleri adam falan mı gömüyorsunuz, bagajda çamurlu kürekler var” diyor. Ah, evet iki gün önce kedimiz öldü ve biz gidip ormana gömdük onu ve siteden ödünç aldığımız alet edevat da bagajda unutulmuş demek. Nefessiz bunları anlatırken sizin “bir şey oluyor, bir şey oluyor” demenizi de duymuyor, elinizle emniyet kemerini rahatlatmaya çalıştığınızı da görmüyor haliyle. Of! Bunların hepsi oluyor mu gerçekten! Benim sebep olduğum kalp krizinin ardından görevlilerin sebep olduğu sinir krizi ve şimdi de kuzeninim sizi boğmak suretiyle canınıza kast edişimiz… İlk defa sizinle geçirdiğim bir anın hemen bitmesini istiyorum. Sizi sağ salim evinize teslim etmek ve bu saçmalıkları unutmanızı sağlayacak kadar gün sizi aramamayı düşünüyorum. Evinizin önündeyiz şimdi. Tam vedalaşacakken Ah, Gülriz hanım az kalsın unutuyordum siz bugün yemekte ne anlatacaktınız dediğim de, “sorma” dediniz bana, “az kalsın canımdan oluyordum. Evimde üç yıldır çalışan kız (yatılı) meğer şizofrenmiş. Makasla saldırdı, parkeleri çizdi, sorma sorma…” Arkada duran ve oyunda size de takdim edilen çiçeklerinizi hatırlatınca sende kalsın, benim güllerim var dediniz. Ah hep dersiniz ya iyi şeyler de, kötü şeyler de yalnız dolaşmaz diye. Yaşar Kemal’in deyimiyle de7 yıl darlık, 7 yıl bolluk. Ben de sizin gibi Satürn’e yükleyeceğim suçu. Yoksa bu mahcubiyet bana çok fazla.
Günlerce kendime gelemedim. Hatırladıkça utanıyorum, utandıkça gülüyorum. Alın size kora komedi! Ah bunu size anlatamadım hiç. Sonraki günlerde sessizliğe gömüldüm. Sizi bir türlü arayamıyorum, yüzüm yok. Aradan üç dört gün geçti, doktordayken aradınız beni. Bu sefer Mert Fırat’ın “Bütün Çılgınlar Sever Beni” oyununa davet ediyorsunuz. Oyun pazar günü! Yine benim şoförlüğümde yani! Şakasını yapıyoruz kuzenimle. Öldürmeyen Allah öldürmüyor diyoruz. Ben her seferinde tövbe tövbe deyip tahtalara vuruyorum. Ömrüne bereket diyorum. Şakası bile ürpertiyor beni. Sonra diyoruz ki demek ki adrenalin seviyor Gülriz Hanım. Ama bu sefer kararlıyım size yeni bir gerilim yaşatmayacağım. Birlikte gider miyiz deyince doktoru da bekletmemek için evet demiş bulundum ama Moda’nın, dolayısıyla trafiğin göbeğinde yaşatacağım bir fiyaskoyu daha kaldıramam. Beni arayıp niye doktorda olduğumu, sağlığımı öğreniyorsunuz önce. Hatta doktorunuz Selçuk beyi ayarlamak istiyorsunuz benim için. Ben de söz vermiş bulunduğum için ne diyeceğimi bilmiyorum ama bu şoförlük işlerinin sebep olacağı gerginlikten çekiniyorum. Ve hayatımda ilk defa size beyaz bir yalan söylüyorum. İnanmayacaksınız ama Barış o gün için servisten randevu almış, ben uzun yol yapacağım için arabayı bakıma sokacakmış diyorum. İnanması güç zira Barış’la yaşadığım süreci dertleşmelerimden çok iyi biliyorsunuz. Arabayı sakındığımdan değil elbette ama kendimce önlem alıyorum işte. Yani öyle sanıyorum. Ta ki sizin “hiç problem değil, benim araba kapının önünde, İlhan’dan yedek anahtarın yerini öğrenirim, sen onu kullanırsın” demenize kadar! Uzatmayayım sonuçta Mert size bir araç temin ediyor. Siz her zaman yaptığınız gibi beni de almayı öneriyorsunuz. Hep çok incesiniz. Tiyatroda buluştuğumuzda anlatıyorsunuz jest olsun diye Uber’den ayarlanan araca tırmanarak binmenin ne kadar zorlayıcı olduğunu. Dönüşte taksideyiz. Oh hiç telaşsız. Evinizin önünde iniyoruz taksiden. Sizi çok seviyorum diyorum, sarılıyoruz. Ben de seni diyorsunuz bana.
Dünya cesurlarındır dersiniz ya hep. Sizin öncülüğünüz bu korkusuzluğunuzdan geliyor. 1984’te “Ben Bir Fotoğraf Makinesiyim” adıyla oynadığınız “Kabere”yi Şehir Tiyatroları ilk kez oynanıyor diye duyurmuştu. Nazım Hikmet’in “Ferhat ile Şirin”ini oynarken de başınıza aynı şey gelmişti. Yıllar sonra yine ödenekli tiyatrolar sanki cesaret istiyormuş gibi ilk defa biz oynuyoruz demişti. Oysa asıl o yıllarda oynamak yürek işiydi. “Kaldırım Serçesi” için alınan devlet desteğini, sizden başka hiçbir tiyatro, oyuncularıyla paylaşmadı. Gönlü geniş, yardım sever Gülriz hanım beni Altkat Tiyatro ile geçen sene siz tanıştırdınız. Onları görünür kıldınız. Bizi birbirimize bağladınız. Bugün Müge (Saut) ile telefonda konuştuk, birbirimizi bırakmayız diye. Oyundan hemen sonra oracıkta bir sohbete koyulduk. Sonradan bunu yaptığınız nice tiyatroya ve oyuncuya denk geldim. Onları yüreklendirdiniz. Bir bir aklınızdakileri anlattınız. Heyecanlarına ortak oldunuz. Her zaman meraklıydınız. Oyun hakkında ayrıntılara hakim oluncaya kadar kimin kim olduğunu, sorar öğrenir ve eğer beğendiyseniz mutlaka sosyal medyada paylaşırdınız. Sessiz sedasız çekip gittiğiniz oyunlar da oldu. Ertesi gün sizi arayanlara ise azaltmadan çoğaltmadan anlattınız sebeplerini, niye beğenmediğinizi. Hep açık sözlü oldunuz. Sonradan rastladım bir çekimde benden bahsetmişsiniz. Önce bir gazeteci dostum, sonra Pınar diye geçmiş adım. Oyun arkadaşlığımızı anlatmışsınız. Ben nasıl bu kadar şanslı oldum! Binlerce teşekkür…
Uzun hikâye, şimdi burada başkasını sıkmayayım -siz biliyorsunuz sebebini-bir atkı ördüm eşime hesapları kapatmak adına. Siz de “bana örgü örmeyi bırak, tiyatronun birinde bir iş bul kendine. Tek üzüntün derdin tiyatro olunca hiç derdin kalmaz. İnsandır tiyatrocular” dediniz. Tiyatro nasıl sizi bir ana gibi sarıp sarmaladıysa siz de aynını bana yaptınız.
Öyle seviniyorum ki 25 Ocak 2018’de Dot’ta yapılan okuma tiyatrosunda sizi son kez alkışlayabilmiş olduğum için. Öykülerinizden üçü “Oyun/Aktör/Aynen Film Gibi” adıyla sahnelenmişti. Bunu o çok sevdiğiniz tiyatro sihirbazı Tuğrul Tülek yapmıştı. Karakterlere can veren Gizem Erdem, Ünal Silver ve Eylül Güntekin’e öyle minnet duyuyorum ki gözlerinizin içini parlattıkları, sizi sahneye çıkarttıkları için.
Son dönem verdiğiniz birçok önemli kararı ilk ağızdan duyacak kadar şanslıydım. İKSV Gülriz Sururi-Engin Cezzar Teşvik Ödülü fikrini ilk kez sizden duyduğumda ağladım. Hâlâ ağlıyorum. Bu hiçbir ödüle benzemez bir değerde. En güzeli ben öldükten sonra da sürecek dediniz. İKSV ve jüriyle yaptığınız toplantılarla sürdürülebilir olması için önlemler aldınız. Aziz Nesin’in demesiyle varınızdan çok yoğunuzdan verdiniz. Hep tiyatroyu düşündünüz, yaşamınızda öyle, ölümünüzde bile öyle…
Canım Gülriz Hanım, kendinden endamlı sesinizi özledim. Sesinizi değil, sözünüzü yüceltmenizi özledim. En güçsüz zamanınızda bile bugün sadece 30 dakika yürüyüş yapabildim dediğiniz azminizi özledim. Her şeyi özel yapan, dokunduğunuz her şeyi güzelleştiren yaratıcılığınızı özledim. Bir simidi bile ziyaret sofrasına dönüştüren özeninizi özledim. En sevdiğiniz yemeğin işkembe ve kokoreç olduğunu öğrenmem gibi sürprizli hallerinizi özledim. Ya tiyatro sizin hayatınızdır ya da tiyatro yapmayınız demenizdeki tutkuyu özledim. Tiyatroya pasta muamelesi yapılıyor onu ekmek gibi gerekli gördüğümüzde bir yere gelebiliriz sözünüzün anlamını özledim Hayatı limon gibi sıkan yaşam sevincinizi özledim. Omzumdaki elinizi özledim. Sizi, arkadaşım Gülriz Sururi’yi özledim. Çok özledim. Çok…