Zehra İpşiroğlu
Kadına karşı şiddet izleğini ele alan “Lal Hayal” oyununu ikinci kez izliyorum. İlkinde Aysel Yıldırım ve Ezel Akay’ın yönetiminde Naz Erayda’nın sahne tasarımıyla çok göz alıcı ve görkemli bir sahnelemeydi. Songül Öden’in rolden role geçerek canlandırdığı farklı kadınları zevkle izlemesine izlemiştim ama sahne tasarımının bu kadar ön planda olmasına bir de metindeki kopukluklar eklenince oyun hamuru yeterince tutmamış bir pasta izlenimi bırakmıştı bende. Erkek şiddetinin somutlaştırılarak oyunu neredeyse bir çocuk oyununa ya da korku filmine dönüştüren erk figürü de çok yadırgatmıştı. Gerek sahne tasarımıyla gerek metindeki kopukluklarla iyice geri plana itilen öyküyü anlamakta zorlanmıştım. Oyunun sahne tasarımını devre dışı bırakan ve sadece oyunculukta odaklanan bu çok sade versiyonu hem Songül Öden’in ustalığını daha ortaya çıkarıyor hem de öyküleri daha anlaşılır kılıyordu.
İntihar eden genç bir kadın Lal Hayal, şiddet gördüğü için öldürülen ya da kendini öldüren on binlerce kadının içinde biri. Kendini pencereden atarken gördüğü son anı kırıntılarıyla yaşamına girmiş olan farklı yaşlarda ve farklı toplumsal katmanlardan kadınlar canlanıyor. Nişantaşılı kayınvalidesi, hiphopcu Almancı sınıf arkadaşı, kocası Almanya’ya kaçmış olan kuaför, şiddete tanık olup da kimseye haber vermeyen komşu kadın, babaannesi, jinekolog kadın…
FARKLI KATMANLARDAN KADINLARIN SESLERİ
Kadın oyunlarıyla tanıdığımız Sevilay Saral’ın oyun metninin güçlü yanı farklı katmanlardan gelen kadınların seslerini, konuşma biçimlerini yakalayabilmesi. Bu da oyuncuya rolden role geçerek ustalığını sergileme fırsatını veriyor. Böylece tek kişilik oyun farklı tiplerin zaman zaman iyice karikatürize ederek canlandırıldığı çok kişilik bir oyuna dönüşüyor. Kendini beğenmiş, üstten bakan ve hiçbir özgün, hiçbir sahici yanı olmayan kayınvalideyle, Sütlüce’deki kuaför ya da kaderine ağlayan babaanne arasında dünyalar var; bunu bir rolden diğerine kayarak böylesine rahat bir biçimde canlandırabilmek gerçekten de usta işi. Ama benim her seferinde şaşırarak izlediğim ve en beğendiğim rol hiphopcu Almancı kız. Bu kızın kabasabalığı, saldırganlığı, başkaldırısı ve isyanı belki de oyunun özünü veriyor. Oyunculukta sadece aynı toplumsal katmandan gelen kayınvalide ile jinekolog arasındaki aşırı benzerliği biraz yadırgadım.
PASİF KONUMLARINDAN KURTULAMAYAN KADINLAR
Kadına karşı şiddetin kol gezdiği bir toplumda (Lal Hayal’in annesini de babası öldürmüştür) ataerkil sistemi iyice içselleştirmiş olan kadınların da payı büyük. Bu açıdan da Nişantaşılı kendini beğenmiş kayınvalideyle, kaderine küsmüş olan Sütlüceli babaanne arasında hiç de fark yok, ikisi de bu sistemin vidaları olarak şiddeti doğal saydıklarının, dahası körüklediklerinin bilincinde bile değiller. Öte yandan Lal Hayal’in babası tarafından öldürülen annesinin çığlıklarını duyan komşu teyzenin “ne oluyor diye aşağıdan yukarı baktık” sözleriyle olaylara sadece seyirci kalması da aynı zihniyetin ürünü. Kadınlar pasif konumlarından bir türlü kurtulamıyorlar.
Oyunun kurgusu bir tür yapboz oyunu gibi olsa da parçaları bir araya getirerek bir bütünü oluşturmakta zorlanıyoruz. Bunu ilk izlediğim oyunda çok yoğun hissetmiştim, oyunun oyunculukta odaklanan bu sade versiyonu izleyiciyi biraz daha rahatlatsa da kopukluklar çok yoğun. Bunun üstesinden gelebilmek için laytmotif olarak Lal Hayal’in kendini ikide bir hatırlatması ise amatörce kalıyor. Tek tek kişilerin Lal Hayal’le olan bağlantıları yeterince çıkmadığı gibi, öyküleri de gölgede kalıyor. Songül Öden’in usta oyunculuğu olmasa kişiler hiç canlanamayacaklar. Oyunda en sönük kalan, daha doğrusu hiç olmayan kişi de oyunun baş kişisi Lal Hayal. Kimdir Lal Hayal? Neden şiddet görüyor? Şiddet görmesinin nedeni sadece psikolojik mi, yani annesinin de mi şiddet görmüş olması? Neden oradan oraya savrulan bir çöp parçası gibi bu kadar pasif?
Tiyatroda boş alanlar her zaman güzeldir. İzleyicinin kendi hayal gücünü kullanarak oyunu tamamlaması çok önemli. Ama bu oyunda sanki havada kalan bir şeyler var. Sararmış, silikleşmiş, buruşmuş, belki de yer yer yırtılmış bir gazetedeki yazıları güçlükle okumaya çalışıyormuşuz gibi bir duygu. Acaba Lal Hayal’i somutlaştıran bir kurgu, Lal Hayal’le kişiler arasındaki örgüyü daha mı iyi örebilirdi?
ACILARIN KADINI OLMAK
Şu sırada kadın oyunları çok rağbette. Kadınlar kendi seslerinin duyulmasını istiyorlar, tiyatroda bu fırsatı yakaladıklarında da çok etkileniyorlar. Bunu kendi kadın oyunlarımdan da biliyorum. Öte yandan kadın izleyicilerin “Bizler neler yaşıyoruz neler, hayatımız bir roman, film ya da tiyatro” duygusuna kapılmamaları gerekiyor. Ne yazık ki bizler acıların kadını olmaya çok eğilimliyiz. Ne çok acı çekmişsek değerimiz o kadar artacak gibi. Kuşkusuz bu da ataerkilliğin bize kendimizi bildik bileli dayattığı bir düşünce biçimi. Ama ben bir oyundan sadece yaşadıklarımıza ayna tutarak bize dokunmasını değil, aynı zamanda hem düşündürmesini hem duygulandırmasını, yarattığı karakterlerin bizi sarmasını, onlarla birlikte yaşamamızı, onlardan kendimizde bir şeyler bulmamızı öte yandan çıkmazları ve çözümsüzlükleri tetikleyen mekanizmaları da çok net görebilmemizi istiyorum. Böyle bir yaklaşımın oyun yazarını ne kadar zorladığını, zaman zaman insanın nasıl sert kayalara çarptığını, başaramayacağım, olmuyor duygusuna kapıldığını kendi deneyimimden biliyorum. Öte yandan tiyatroya can veren oyuncudur. Yine de bir oyundan, hele kadına karşı şiddet gibi güncel ve çarpıcı bir konuyu dile getiren bir oyundan geriye kalan sadece oyunculuk ve sahne performansı olmamalı. Başka bir şeyler daha verebilmeli tiyatro bize. Oyun yazarlığının giderek geri plana itildiği ya da yeterince önemsenmediği bir dönemde bunun altını özellikle çizmek istedim. “Lal Hayal” doğaçlama çalışmalarıyla giderek gelişen bir proje çalışması gibi hazırlanmış. Yazarla oyunu sahneye taşıyanlar arası kopukluk beni oldum olası rahatsız etmiştir. Bu nedenle bu tür bir ekip çalışmasının çok verimli olabileceğini düşünüyorum, ancak tehlikeli yanları da var. Çünkü oyun yazarıyla oyuna can verenler arasındaki dengeyi tutturmak kolay değil. Sonuçta “Lal Hayal”den bende geriye kalan Songül Öden’in dikkatleri bir an bile dağıtmadan sahneyi çoğaltan, bu açıdan da beni çok heyecanlandıran tek kişilik performansı oldu.
Oyun sonrası söyleşi de izleyicinin oyundan ne kadar etkilendiğini gösteriyordu. Oyunla ilgili ilk izlenimlerden oyunun Türkiye’de nasıl alımlandığına kadar çok şey konuşuldu. Theater an der Ruhr Mülheim- İstanbul projesi kapsamında Türkiye’den her yıl birkaç oyun davet ediyor. Oyunlar Recai Hallaç’ın usta çevirisiyle Almancaya çevrilip alt yazı olarak giriyor. Bu proje Almanya’ya davet edilen ve hep küçük bir izleyici kitlesine seslenen diğer oyunlardan çok farklı. Çünkü hem Türkçeden Almancaya yapılan çeviriyle hem de Theater an der Ruhr’un kültürlerarası etkileşimi on yıllardır geliştirmeye çalışan profiliyle Alman izleyiciyi de kazanmayı hedefliyor. Üzücü olan şu ki bu oyunda tiyatronun dramaturgu ve ev sahibi Helmut Schaefer’in dışında hiçbir Alman izleyici görmedim. Theater an der Ruhr’un kendi oyuncuları bile yoktu izleyicilerin arasında. Almanların öteden beri alışık olduğumuz kayıtsızları mı, yoksa yeterince duyuru yapılamaması mı bilemiyorum. Ama bu kadar emek harcandıktan sonra kültürlerarası ve ötesi diyaloğun sadece Türkiyelilerin bir araya gelmeleriyle sınırlandırılması üzücü. Sanırım bu proje de biraz daha emek istiyor. Yoksa kültürlerarasılık dostlar alışverişte görsüne dönüşüyor.