Pınar Erol
Hiçbir sorunun kendiliğinden çekip gideceği yok. Zaman iyi gelmiyor artık. Ataleti hep sırtından ittirmek gerekiyor. Uğruna ölecek dava da kalmadı. Çağlar boyu süren bayrak yarışında, elinde bayrağı olmadan koştuğunu fark edemiyor insan. Ne fena! Biz de insan olduğumuzu ve gerçekten yaşadığımızı iddia edip duralım. Dön-dolaş kendini bulduğu yerde, acaba ne yapsa değiştiremediği dünya yerine; insan önce kendine mi bakmalı?
Dilimize “Öfke” olarak çevrilen John Osborne’un “Look Back in Anger” adlı oyunu, 8 Mayıs 1956’da Royal Court Theater’da prömiyer yapıyor. Eleştirmenleri ikiye bölen bu hırçın dil, modern İngiliz tiyatrosunda tartışmasız yeni bir dönemin habercisi olurken John Russell Taylor’a, “eğer bir patlama ile bir devrim başladıysa bu odur” dedirtiyor. Yeni bir toplumsal bilinç sahneye taşınıyor. Ne ki bu güçlü itiraz, bu alaycı dil, gerçekten bir devrim başlatabilecekse de yanlış anlaşılarak “Öfkeli Genç Adamlar” akımına sebep oluyor. Susan Rusinko adlı eleştirmen bu konuda “Jimmy Porter, öfkesiyle öfkeli tiyatroyu başlattı” diye yazıyor. Bu da bir şey. Hatta büyük bir şey! “Mazeretim var, asabiyim ben” diyenlerin öfkesini yabana atmamalı. Ayşegül Tekin de bu okkalı metni alıyor, temize çeker gibi yeniden yazıyor. Muradı, oyunun ruhunu zedelemeden yaşanan sorunları evrensele, bugüne getirmek. “Bin yıllık hikâye”yi bir de ondan, onun kelimeleriyle dinleyelim istiyor. Altsahne’nin kucak açmasıyla ekip hızla toplanıyor. Bu sefer, yazdığı metnin üzerine titreye titreye rejiyi de yapıyor. Ve 15 Eylül’den itibaren “Sıfırla Bir Arasında” artık seyircinin oluyor.
Öfkeli genç adam rolünde izlediğimiz Çağdaş Tekin, cevherli bir oyuncu. İnsan böyle geniş oyunculuk yelpazesine denk geldi mi keyifleniyor doğrusu. Birbirinin dilinden anlayan karı-kocanın uyumlu üretimine bakın. Elbette John Osborne’a “Öfke”yi yazdıran evliliği ile onlarınkinin birbirine benzediği yok. Yine de evli bir çiftin (sınıfsal) çatışması üzerinden anlatılanları eşlerinin oynaması, her iki yazarın da sahnelenen ilk oyunu olması ve kitap yazma çabası bu iç içeliği besliyor. Aşk-ölüm sarkacının içine sıkışan ve tokmağın her salınışında, gözlerini kapatıp diğer uca kaçanların suretinde iki kez anlatılıyor hayat. Birincisi yaşarken, ilk ağızdan, diğeri o anlatımı çoğaltırken. İşte şimdi okuyacaklarınız hepsinin hikâyesi.
Pandemiyi nasıl geçirdiniz diye sabırsız bir soru soracakken yanıtını oyundaki kesitten alıyorum. Günü spor yaparak, kahve içerek, film izleyerek, okuyarak, yazarak, tamir işleriyle uğraşarak bir rutine bağlayan sıkışmışlığı, içeri tıkılmışlığı, dışarıyla kopukluğu, iletişimsizliği, dışarının tehditlerini anlatan oyunu yeniden yazarak sanırım. Bence oyun, gücünü doğru zamanlamasından da alıyor.
Ayşegül Tekin: Zamanın ruhuyla ilişkili bir oyun olduğu için şimdi yapmak istedim. Yine de buna sadece pandemi oyunu demek istemem. Çünkü oyun, pandeminin öncesinde başlıyor ve sonrasında pandemi patlıyor. O süreç, bizde biriken şeyleri biraz daha ortaya çıkarsa da o sıkışmışlık öncesinde de mevcuttu. Biz zaten bu sıkışmışlık içindeydik. Sadece pandemiyle daha görünür oldu. Hem öncesini hem sonrasını göstermek istediğim için iki farklı zamanı iç içe geçirmeyi tercih ettim o yüzden.
Anadolu Üniversitesi’nde üzerine çalıştığın tez konusu “John Osborne’un “Öfke” Oyununa Bugünden Bakmak ve Klasik Dramın Anlatım Olanaklarının Aşılması Üzerine Bir Yeniden Yazım ve Sahneleme Çalışması” ama yine de sormak istiyorum, bunu sahneleme isteğini tetikleyen ne oldu?
Ayşegül Tekin: Bir ders kapsamında “Öfke” oyununu sahnelemiştim. Hem yönettim hem de Alison Porter rolünü oynadım. Çağdaş da Jimmy Porter’ı oynuyordu. Karışık kurgu fikrini ilk orada denedim ama kurgusunu değiştirmek dışında metne sadık kaldım o sahnelemede. “Öfke” oyununda, Jimmy Porter’ın kendi kuşağından bahsettiği bir yer var. “Öyle sanıyorum ki, bizim kuşağımız artık bir dava uğruna ölemeyecek. 30’larda 40’larda, biz daha çocukken bizim için her şeyi yapmışlar, uğruna ölünecek kadar iyi ve cesur davalar kalmadı artık. Büyük darbe iner de hepimiz öldürülürsek, eski, muhteşem tarzda olmayacak bu. Önemsiz ve budalaca olacak. Kendini bir otobüsün altına atarcasına gayesiz ve onursuz…” Benim oyunda en çok etkilendiğim yerlerden biri burası. Oyunu hâlâ güncel kılabilecek bir şey varsa o da bu cümlelerde gizli diye düşünüyorum. Diğeri de aşktan bahsettiği yer. Çünkü aslında aşk ve ölüm, bize en büyük yüzleşmeleri yaşatan ve bizi en çok değiştiren olgular. Ama artık aşk, hatta ölüm bile kafesleri sarsmaya yetmiyor. “Ellerinizi kirletmeden, kolay bir iş yapar gibi âşık olunmaz. Kuvvet ve cesaret ister aşk. Eğer tertemiz ruhunun beyazlığını azıcık lekelemekten korkacak kadar titizsen, yaşamaktan vazgeç de melaike ol” diyor Jimmy. Benim çıkış noktamı oluşturan dokular bunlardı. Yoksa dönemin İngiltere’si ile ilgili çok veri var orijinalinde. İçerik olarak yeni ama biçem olarak çok klasik yapıda ilerliyor. Ben bu güncel içeriği alıp klasik dramatik yapıyı parçaladığım başka bir oyun üretmek istedim. Tez danışmanım Ümit Aydoğdu oyunu henüz izleyemedi ama öncesinde proje üzerine konuştuk. “Öfke” oyunu bir anımsatma gibi oldu benim yeniden yazımımla. O yüzden buna uyarlama demedik. Provalardan önce, bedenimizde öfkeyi tetikleyen şey ne olabilir diye tamamen fiziksel performansa dayalı egzersizler yaptık. Beden hafızamızdan yola çıkarak, vücudumuzda o duyguyu tetikleyen şeyleri ya da fiziksel olarak öfkeyi nasıl dışa vurduğumuzu araştırdık. Çağdaş’ın kaşınması tamamen oradan çıktı mesela.
O tüm oyunculara sirayet eden kaşınma bana da geçti. Oyunu izlerken o sahnede ben de kaşındım.
Ayşegül Tekin: Gerçekten mi? Çok sevindim. Bunun seyircide de kaşınma isteği uyandırmasını amaçlamıştık çünkü. Tüm oyuncu arkadaşlarım, onları öfkelendiren şeylerin listesini yaptılar. Hatta ekip dışından kişilere de sordum. Aslında öfke çok kıymetli bir duygu. Bir yol haritası, yol gösterici, bize bir şeylerin değişmesi gerektiğini söyleyen bir işaret. Ama şu anda öfkemizi de bu şekilde yaşayamıyoruz. Öfkeyi bir şeye dönüştüremiyoruz, eyleme geçiremiyoruz. Öfke yükseliyor ama bir şeylere dönüşebilecekken ehlileştiriyoruz ve gündelik olanın içinde eritiyoruz onu.
Hamlet’teki gibi: “Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar / Yollarını değiştirip bu yüzden / Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar”
Ayşegül Tekin: Kendi öfkemize de yabancılaştığımızı düşünüyorum ben. O yüzden Alice bir türlü “öfke” kelimesini söyleyemiyor. Öfkesini dile getirmekten çekiniyor. Belki bu duygusunu fark etse ya da kabul etse bir şeyler daha farklı olabilir. Ama o bir türlü aradığı kelimeyi bulamıyor. Brechtyen bir yabancılaştırma olmasa da bu yabancılaşmaya seyirciyi nasıl yabancılaştırabiliriz diye sordum. Amacım dramatik bir etki yaratmak değildi. Bütün karakterlerin bir kriz anı var oyunda. O anlara dışarıdan bir şey verdim. Empati kurup tamamen özdeşleşmek yerine; kendi durumumuza dışarıdan bakabilelim istedim. O yüzden zaten daha parçalanmış bir yapıda, daha performatif ögelere yer verdim. Zamanı parçalamanın ise birden çok nedeni var. Sonrayı önceye göre açıkladığımız algının biraz kırıldığını düşünüyorum. Doğrusal, ardışık zaman algımız çok değişti. Teknolojik aletlerin gelişimiyle, daha çok merkezli, eş zamanlı bir algılama biçimine geçtik. Onun dışında ilerlemeye duyduğumuz inancın sarsılması; toplumsal olayların etkisiyle neden-sonuç bağını kurmakta zorlanmamız; dolayısıyla sonrayı, önceyi ve şimdiyi kaybetmiş olmamız da rejiyi belirledi.
“Öfke” yazarın ilk sahnelenen oyunu (ilk yazdığı oyun olmasa da). Osborne’a göre oyunundaki “devrimci” söz sanatı yanlış algılanmış. Dildeki retoriği ve sarkazmı öncelemiş yazar. Öfkeden ziyade alaycı tavrın öne çıkmasını istemiş. Kendi benliğinde hissettiği sorunların bir yansıması olarak Jimmy Porter karakterini yaratmış ve rahatsızlık duyduğu şeyleri onun aracılığıyla sahne diline tercüme etmiş. Bu bağlamda senin oyununda Jimmy’nin John’a dönüşmesi kasıtlı mı? Bir nevi sahibinin sesi mi?
Ayşegül Tekin: Kesinlikle bu düşünceden yola çıkarak John adını seçtim. Metni ve yazarı bilmeyen bunu böyle düşünmeyecektir tabii ama bir-iki kişinin bile bunu yakalaması benim için çok önemliydi.
Çağdaş Tekin: Oyunun yazıldığı gündeki John (Osborne), Jimmy imiş. Jimmy bugün yaşasa nasıl olurdu diye düşünürken, yazarına göz kırptık, o yine John oldu. Jimmy Porter’ın kadın düşmanlığına kadar giden eril bir dili var, bunu da kırmak istedik. “Hiçbir şey kalmamış bize, kadınlar tarafından paramparça edilmekten başka” diye bir repliği var mesela Jimmy’nin.
Karakterlerin geçmişlerini pek bilmiyoruz. Sahne üzerinde haklarında fikrimiz oluşuyor ama yine de John’u merkeze alıyoruz. Sen nasıl konumlandırdın o kişileri? Osborne, Jimmy’e o kadar odaklanmış ki, onunla karşılaştırıldığında diğer karakterleri daha belirsiz resmetmiş. Oyunu anlamak için Jimmy’yi yani John’u anlamak önemli. John nasıl biri? Niçin öfkeli? Neden geçimsiz? Katmanlarına da bakmak gerekir, bu öfke içindeki kırılganlığını, hassasiyetini, duyarlılığını örtmesin.
Ayşegül Tekin: Bu oyundan çok etkilendiğimi ve “Öfke”den yola çıkarak bir şey yapmak istediğimi söylediğim zaman, benim kafa yapımı bilen arkadaşlarım biraz şaşırdılar. Çünkü Çağdaş’ın da dediği gibi oyun eril bir dille yazılmış. Zaten oyunlarda çok uzun süre erkeklerin varoluş bunalımını izledik. Dolayısıyla bu handikapa düşmeden bunu nasıl aşabilirim diye düşündüğümde Jimmy’nin yaşadığı şeyi, John ve diğer karakterlere yansıtmak ve hikâyeyi dört kişinin varoluş mücadelesine dönüştürmek istedim. Ve sadece John için değil; diğer karakterler için de öfkenin farklı biçimlerini, farklı katmanlarını aramaya çalıştım.
Çağdaş Tekin: Tabii ki John’u doğru anlamak önemli. “Öfke” oyununda yazarın söylemek istediğini, bugünden bakarak John’un üzerinden analiz etmek, oyunu anlamayı kolaylaştırıyor. Ama onun dışında, diğer karakterlerin etkisinin de ön plana çıkması aynı şekilde önemli bence. Toplumsal cinsiyet rolleri o günden bugüne çok değişti. Klasik bir İngiliz ev kadını olan, rutininde önemli bir yer tutan ütüleme işiyle çok meşgul ve başka şeylerle pek ilgilenmeyen Alison, bizim oyunumuzda akademik kariyerinde ilerlemeye çalışan ve entelektüel bir kadın olan Alice artık. Ve evet artık öfkeli olan yalnızca John değil.
“Öfke” nasıl “Sıfırla Bir Arasında”ya dönüştü?
Ayşegül Tekin: Oyunu yazmaya çalışıyorum ama bir türlü oyunun ismini bulamıyorum. “Öfke”de bütün olaylar pazar günleri geçiyor ama bu yeterli gelmedi bana. Bu, kafamı çok uzun süre meşgul etti. John karakterine yakın bulduğumuz bir arkadaşımız var. Hatta Çağdaş role çalışırken bu arkadaşımızı gözlemlemişti biraz. Bir gün oturup muhabbet ederken bize oyunda geçen “o cümleyi” gerçekten kurdu. Sıfır ile bir arasında olma durumu, anlatmak istediğim o arada kalmışlık ve tamamlanamama halini çok güzel anlatıyordu. Ben de bunu oyuna dâhil ettim. Yani tamamen gerçek hayattan alınmış bir cümle. Sonra bu arkadaşımız oyunu izledi ve bana “Sıfırla Bir Arasında” ismine bayıldım, çok güzel bir tespit, oturduğu düzlem çok güzel” dedi. Bunun kendi sözü olduğunu unutmuş. Başka bir arkadaşımız da bir gün ona bir şey sorduğumuzda “bin yıllık soru bu” demişti. Çağdaş’la birbirimize bakıp şu anda oyun repliği, gerçek hayatta kuruluyor diye çok heyecanlanmıştık. Çünkü ben o cümleyi onu duymadan yazmıştım. Oyuna gelirsek, hep bir yarım kalmışlık duygusu var. Bu belki hayat boyu sürecek bir şey ama asıl sorun bazı şeylerin hiç değişmemesi. Dünyada da ülkemizde de çok büyük şeyler oluyor. Biz bütün bu olanların sonrasında büyük değişimler olacağına inanıyoruz ama öyle olmuyor. Artık hiçbir şey aynı olmayacak diyoruz ama yine aynı döngüde buluyoruz kendimizi.
Yalın dekoru ve nüanslı diliyle bugünün oyununa enfes bir örnek. Hepimiz uzatılmış bir pazar gününü yaşadık pandemide. Hayatlarımız tekdüze tekrardan ibaretti. Oyunda gördüğümüz bumerang filtresi gibi hareketler de bu tekrarını mı anlatıyor?
Ayşegül Tekin: Onu anlatan bir şey. Tekrarlar, hep aynı günü yaşıyormuşuz hissini veriyor. Bu oyunda kendi gündelik hikâyelerimizi anlatmak istememin bir nedeni var. Lyotard, “Postmodern Durum” kitabında, büyük anlatılara, üst anlatılara duyduğumuz bir inançsızlık olarak tarif ediyor bunu. Çünkü gerçekten kahramanın etik bir amaç uğruna çalıştığı hikâyelere inancımızı kaybettik. Peki, bütün bu yaşadığımız şeyler, gündelik hayatımızda nasıl karşılık buluyor? Büyük bir tekrar ve içinden çıkamadığınız bir döngü yaratıyor sanırım. Ben bunu çok hissettim. Pandemiden önce de bunu hissetmiştim. Hep aynı günü yaşıyormuşuz hissiyatını estetik olarak nasıl ifade edebilirim, sahne diline nasıl tercüme edebilirim, repliklerle değil hareketlerle nasıl görünür kılarım diye düşündüğümde ortaya bu tekrarlar çıktı. Bu tarz şeyleri çok seviyorum. Böyle performanslardan çok keyif alıyorum. Bir de Çağdaş’ın söylediği bir şey var. Bugünün hepimizde yarattığı o obsesif durum. Bu sadece anksiyete yaşayanlara özgü değil; hepimizin yaşadığı bir şey. Belki de bu yüzden bu fikir hepimizi çok heyecanlandırdı.
Çağdaş Tekin: Takılma-tutulmanın, oyunculara verilmiş bir oyuncaktan öte, herkesin hayatında bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Yani hareket tekrarı, sahnede bir enerji yarattığı gibi gündelik hayatta da var olduğunu hissetme ve güvende olma ihtiyacını karşılıyor bence.
Benzerlikler dikkatimi çekiyor. Orijinal oyunda biyografik yerler var. Osborne, oyunu yazarken Pamale Lane ile evliliğinden de ilham almış. Alison rolünü, (bu oyunda Alice) müstakbel eşi Mary Ure oynuyor. Burada da Jimmy karakterini (burada John) eşin Çağdaş oynuyor. Yazım sürecinde nasıl bir etkileşim içindeydiniz? Oyunda da benzer bir kitap yazma uğraşısı var. Pek destek görmeyen.
Çağdaş Tekin: Oyunu Altsahne bünyesinde oynayacağımız belli olduktan sonra, Ayşegül yazım sürecine hız vermişti. Doğrusu yazma sürecine pek dâhil olmadım. Deneyimlerimden yola çıkarak bunun daha doğru olacağını düşündüm. Profesyonel bir tercihti ve işledi de. Ayşegül’ün hem coşkusunu hem de oyuna hâkimiyetini bildiğimden sadece oyuncu olarak katkı sağlamaya çalıştım. Metni şekillendirmek ve kendi bakışını güçlendirmek için bazı talepleri oldu bizden. Hayata nasıl bakıyorsun? Seni neler öfkelendiriyor? Öfke sende ne yaratıyor? Nasıl bir his senin için öfke gibi soruları oldu. Onları yanıtladım sadece. Yani reji ve yazarlık tamamen Ayşegül’e ait.
Ayşegül Tekin: Sadece Çağdaş’la değil, tüm ekiple çok güzel bir denge tutturduk. Her şeyi soran ve sorularının cevaplarını aldıkça projeye inanan bir ekiple çalıştım. Bu anlamda çok şanslıydım. Bence herkese ilk yönetmenlik deneyiminde böyle bir ekip nasip olmaz. Hem yönetmen olarak bana saygı duydular hem de ekip olarak herkesin fikrinin değerlendirildiği bir süreç oldu. Efektleri bile Altay’la (İçimsoy) sabahlara kadar çalışarak birlikte yaptık. Tuğçe (Çakır) hocama özellikle çok teşekkür etmek isterim. Derdini söylemeyen derman bulamazmış. Tuğçe hoca ile konuşurken bana böyle bir teklif getireceği aklımın ucundan bile geçmiyordu. Benim böyle bir hayalim var ama nasıl yapacağımı bilemiyorum dediğimde oyunu okumak istedi. Sonra da oyunu Altsahne’de yapmayı teklif etti. Bana inanıp hayalimi kucaklaması beni çok mutlu etti. Anladım ki insan bir şeyi yapmayı çok istiyorsa bunu çevresi ile paylaşmalı. O zaman ortak bir yol bulunuyor.
“Sıfırla Bir Arasında” Altsahne bünyesinde 15 Eylül’de prömiyer yaptı. Başlamışken devam edelim. Ekip nasıl bir araya geldi?
Ayşegül Tekin: Daha oyunu sahneleyeceğim belli olmadan çalışmaya başlamıştım metni ama projeyi Altsahne bünyesinde gerçekleştirme fikri doğunca çalışmalarım hız kazandı. Derken geçen sene mayıs ayında ekibi kurmaya başladık. Çağdaş’ın oynamasını başından beri çok istiyordum. Altay İcimsoy’u ve dekor ve kostüm tasarımcımız Ceren Yılmaz’ı çok önceden İTÜ Müzikal Topluluğu’nu çalıştırdığım dönemden tanıyordum. Altay henüz oyunculuk okumuyorken bile bu konudaki yeteneği ile göze çarpıyordu, sonra meslektaş olduk. Sıla (Erkan) ile daha önce “Evin Kokusu”nda çalışmıştık. Çalışkanlığını ve yeteneğini görünce, onunla tekrar çalışmayı çok istemiştim. Tuğçe hocamla çalışmayı da çok istiyordum. O da teklifimi kabul edince ekip tamamlandı ve temmuz ayında provalara başladık. Işık tasarımını, ışıklarıyla oyunun atmosferini kurmamıza büyük katkı sağlayan Ayşe Ayter yaptı. Işık operatörlüğünü Uğur Aksu yapıyor. Ses kumandada Doğan Can Yay var. Elif Leka ve Anıl Yıldırım da oyunumuzun asistanları.
Sahneye adım attığımızda şeritlerin ardındaki çatı katını görüyoruz. Şehrin gürültüsü, kakofonisi duyuluyor açılışta. Biz nasıl bir dünyaya giriyoruz?
Ayşegül Tekin: Bir modern zaman hapishanesine. Oyunu yazarken başından beri kafamda üçgen fikri vardı, parçalı bir yapı/dekor olsun istiyordum ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bu noktada Ceren devreye girdi ve istediğim sıkışmışlık hissiyatını yaratan işlevsel bir tasarım yaptı, kırmızı şerit ve kırmızı objeler fikri de ondan çıktı. Seslere gelince psikologlar tüm sesleri algılarsak delireceğimizi söylüyor. Sesleri seçiyoruz. Bu oyundan sonra, hilti sesleri kulağıma daha çok çarpıyor. Ambulans sesleri, siren sesleri oyunu hatırlatıyor bana. Yani sürekli maruz bırakıldığımız dış dünya. İçerdeki kırılmayı yaratan da aslında o dış dünya. İçinden çıkılamayan o şeritler de o yüzden var. Adımını atsa çıkacak oradan aslında.
Aslında bu bir hiciv metni. John lafazan, yüksek perdeden konuşan biri. Sorunun farkında ve çevresini harekete geçirmek için diğerlerini dürtüyor. Onlara “sıkılmıyor musunuz” diye soruyor. Peki onca esip yağmaya rağmen kendisi harekete geçiyor mu?
Çağdaş Tekin: John’un sarkastik bir tavrı olduğu için belki biraz daha domine gözükse de aslında hepsi “üçgenin içinden çıkmaya” çalışıyor. Oyunumuzun dört karakteri referans alınırsa, hiçbiri öfkesini bir şeye dönüştüremiyor. Tam da hayattaki gibi. Bu öfke, John’un çenesine vuruyor; Alice’in tez yazma, Jeff’in bir şeyleri ve ilişkileri tamir etme, Julia’nın göz önünde olma çabasına.
Oyunda seçilen kitapların “Homo Sapiens” ve “Kappa” olması birer gönderme mi? John’un maymunlaşarak evrimi anlatması gibi.
Çağdaş Tekin: Eksiklik insan doğasının ana parçası. İnsan, eksik olarak doğuyor ve o eksiği asla tamamlayamayacak. Bunu kabul ettiğimizde belki mutlu olmayacağız ama en azından huzuru bulacağız. İşte bu insanlığın “bin yıllık hikâyesi”. İlk insandan beri, insan olmanın laneti, insan olmanın ta kendisi yani.
Ayşegül Tekin: Burada iki yönlü vurgu yapmak istedim. İlki, Çağdaş’ın da söylediği gibi, ilk insandan beri var olan o tamamlanamama hali. Diğeri ise bizim bir şeyleri değiştirebileceğimize olan inancımızın bir şekilde kırılması ile ilgili. Bir kuşak olarak, eyleme geçmekten uzaklaşmamız ile ilgili. Biz bu inancımızı ne zaman kaybettik? Aslında bu, ipin ucunu kaçırmak gibi. Bu inançsızlık nerede başladı? Bu kişisel tarihimizle değil; toplumsal hafızamızda yer eden, verilen mücadelelerin sonuçta bir yere evrilmediğini gördüğümüz durumlarla ilgili bence. Bu yüzden oyun kişilerinin davranış biçimlerini özellikle ailevi geçmiş gibi kişisel psikolojik nedenlere bağlamak istemedim. Bir de John, kendisiyle de dalga geçen bir adam. Üstten bir bakışı var gibi görünebilir ama o sarkastik dil içerisinde, kendisinin de aslında bütün bunların göbeğinde durduğunun farkında. O yüzden sadece öfkeli biri olarak değil; zaman zaman da çocuksu ve heyecanlı biri olarak resmetmek istedim onu. Belki de en kırılganları o. “Kappa” kitabına gelince, oradaki kültürde, bebeklere doğumdan önce bu dünyaya gelmek isteyip istemediklerini soruyorlar. Bebek buna kendisi karar veriyor. Bu benim çok hoşuma gitti, rüya sahnesinde oradan esinlendim. O yüzden John uykuya dalmadan bu kitabı okusun istedim. Belki, “Kappa” kitabı ayrıntısını on seyirciden birisi yakalayacak ama kitabı okumuş olan bir kişinin bile bu paralelliği kuracak olması hoş olacak.
Aslında John’un hiddetli öfkesi ve iğneleyici sözleri, onun zayıflıklarını gizlemek için oluşturduğu bir savunma mekanizması da diyebiliriz.
Ayşegül Tekin: Evet, birçoğumuzda olduğu gibi. Bugün sizi öfkelendiren şeyler nedir sorusuna cevap ararken oyuncularla sadece yazılı değil; bedensel çalışmalar da yaptık. Bir keresinde oyunculara bir top verdim ve onları öfkelendiren bir şey söyleyerek topu bir başkasına atmalarını istedim. Yavaş başladı ama gitgide sertleşti atışlar. Oyun devam ettikçe o kadar çok şey çıktı ki. Ne kadar çok şey birikiyor içimizde. Hepimiz farklı şekillerde başa çıkıyoruz bununla.
Çağdaş Tekin: Çok düşünmenin, derine inmenin, içine bakmanın, sahici ilişkiler kurmanın, üzülmenin, canının sıkkın olmasının, depresyona girmenin ayıp olduğu bir dünyada yaşıyoruz ya. Bir de bunların asla yerinin olmadığını düşündüğümüz bir sosyal medya gerçeği var. En ufak bir zayıflık belirtisi çok kötü! Kendimi kötü hissediyorum; içim sıkılıyor; bir anlam arayışı… Bu dünyada böyle şeylere yer yok. John burada farklılaşıyor. O, öfkeyi kabul ediyor.
En azından bu öfkesiyle enerji yaratan bir antikahraman o. Bu dört benzemeze baktığımızda, sınıf farklılıklarını ve sosyal statüler arası geçirgen bir topluluğu görüyoruz. Buna parmak basıyor mu oyun? Mesela Jeff’le boğuşmaları, oynamaları bir iletişim biçimi mi? Birbirlerini getirdikleri düzey mi? İki arkadaşın boğuşması, hem ilkelliği hem de suni heyecan ve hareketi mi anlatıyor?
Çağdaş Tekin: Evet kesinlikle öyle. Bu, hayvanların bebekliklerinde de erişkinliklerinde de oyun oynaması gibi. Jeff’le sürekli boğuşması çocuksu bir şey. Çocukken oynadığımız oyunlar gibi. Aynı zamanda da libidinal enerjilerini yansıtıyor.
Ayşegül Tekin: John ve Jeff’in boğuşması hem sürekli oynadıkları bir oyun hem de çok gerçek çünkü sözsüz bir iletişim biçimi. Alice’in tez yazma konusuna geri dönmek istiyorum bu noktaya açıklık getirmek için. Çünkü ben de uzun süre akademik çalışma yapmış biri olarak, o süreci iyi biliyorum. Kavramların içinde kayboluyorsunuz bazen. Gerçekten, gündelik hayatla olan bağınızı kaybediyorsunuz. Sonra o rutinin içindeyken, o rutin de yabancılaştığı bir şeye dönüşüyor insanın. John bunu, oyun yazarak anlatmak istiyor. Alice de aynı şekilde, tez yazarak yaptığı şeyi tamamına erdirmek istiyor. Ama mesela Jeff, gündelik hayatla doğrudan ilişki kuran birisi. Hiç birisi bozuk muslukla ilgilenmezsen Jeff ilgileniyor ya da işte sallanan bankı tamir etmeye çalışıyor. Ama o da Alice’e karşı duygularıyla yüzleşemiyor işte, bir noktada o da kendinden kaçıyor. Başka bir yönden bakacak olursak kadınlar huzur bulmaya çalışırken erkeklerin sürekli boğuşup durması da manidar tabi.
Birbirine dokunmayan, tek başına takılan insanları görüyoruz. Hepsinin elinde oyuncağı var. Buradan temassızlığı, iletişimsizliği resmettiğini söyleyebilir miyiz?
Ayşegül Tekin: Evet onu hedeflemiştim. Oyuncak demen özellikle çok hoşuma gitti. Bizim de gündelik hayatta kullandığımız bir sürü şey, bizim oyuncaklarımız değil mi? Zaman geçirmek için, bir şeylerden kaçmak için, saklanmak için kullandığımız oyuncaklar. Burada da aksesuarları gerçekçi bir algı yaratmak için değil; tamamen oyunculara oyuncak vermek için seçtim. Kendi dünyalarında oyuncaklarıyla meşguller ve bir şekilde iletişim kuramıyorlar. Birbirlerinden kopuklar. Alice fotoğraf makinasının arkasına saklanıyor. John’un bir elinde laptop, bir elinde gazete ile o iletişim araçlarının içinde. Jeff sürekli bir şeyi tamir etme peşinde, Julia tartının üstünde, fit kalmaya çalışıyor. Bedeniyle böyle bir derdi var. Bu sadece Julia’nın problemi değil. Hepimiz bir standardın içine sokulmaya çalışılıyoruz. Bunları replik olarak değil de tiyatronun kendi diliyle nasıl anlatabilirim diye düşündüğümde aklıma böyle bir şey geldi. Tekrarları ve döngüyü yaratırken de o oyuncakları kullandım.
Mektup okumaların çapraz kurgusu, şimdinin bölünmüşlüğünü çok iyi vurguluyor.
Ayşegül Tekin: Seyircinin algısını şimdi buraya bakın diye koşullandırmak istemedim. Sahnede eş zamanlı olarak bir şeyler oluyor. Seyirci nereye bakacağını kendisi seçsin. Onlara tamamlanmış cümle sunmak istemedim oyunda. Herkes kendi cümlesini kendi bulsun, seyircinin sadece zihnine değil; duyularına da seslenen bir oyun olsun istedim.
Teknolojinin egemen olduğu şimdide geçiyor oyun. Pozculuk -ama doğal olmaya çalışılan pozculuk- içerisinde Alice ve Jeff durmadan selfie çekiyor. Onlar güne daha uyumlanmış görünüyorlar.
Ayşegül Tekin: Evet bugün insanlar bir yere tatile gittiğinde bile, bunu çekip paylaşmazsa, kendini o tatile gitmemiş gibi hissediyor. Ama detay olarak Alice telefonla fotoğraf çekmiyor, yani sadece imaj peşinde değil. Kullandığı fotoğraf makinesiyle kendi bakışını oluşturmaya, onu yakalamaya çalışıyor. Bu, aynı zamanda bir kaçış, anı dondurma isteği ama bir yandan da kendini ifade etme biçimi Alice için. Ama John bunu fark edemiyor, ona ezbere bir yerden tepki veriyor.
Julia’nın ziyareti Alison’un değişmesine etki yapan bir rol üstlenmiş. Yer değişimi söz konusu.
Ayşegül Tekin: Evet Julia başlangıçta dengeleri bozuyor. Birbirinden farklı iki kadın ve iki farklı ilişki biçimi görüyoruz orada. Ama olay sadece kişilerle ya da ilişkinin kendi dinamikleriyle ilgili değil. Oyuncular değişse de evde durumlar değişmiyor yani. Bu da meseleye daha geniş ölçekten bakmaya çağırıyor bizi. Zamanın zorlu koşullarının, gündelik ilişkilerimiz üzerinde yarattığı tahribata dikkat çekiyor.
Atalet içindeki Alice, yitik bir dava olabilmenin bedelini kayıpla ödüyor.
Ayşegül Tekin: Atalet içinde olan bir tek o değil aslında ama evet en büyük kaybı o yaşıyor. Bu kayıptan sonra da eski hayatına dönmek istemiyor hiçbir şekilde. O yüzden “Ben buraya bir şeyleri değiştirmek için gelmedim. Lütfen gitme” diyor Julia’ya. Bence o yokken orada ne olduğunu merak ediyor asıl. Bir şeylerin değişip değişmediğini görmek için dönüyor.
Osborne, 1957 yılında yazdığı bir makalede, “Öfke” oyununu yazma nedenini şöyle açıklamış: “İnsanların bir şeyler hissetmesini istiyorum; amacım, onlara hissetmek konusunda bir ders vermek. Daha sonra düşünmek için zaten yeterli zamanları olacak.” Oyunlarının gerçek zevkleri ve gerçek acıları hatırlatmasını istemiş. O yüzden o başa dönüş gibi görünen mizansen, oyunun çıkış sebebiyle çelişmiyor.
Ayşegül Tekin: Oyunu izleyen bazı seyirciler, oyunu çok beğendik ama moralimiz de bozuldu dediler. Ama bence biz bu ümitsizliği sanata dönüştürdüğümüz anda bir şey yapıyoruz demektir. Alice o tezi bitirebildiğinde, kendini o soyutlanmadan çıkmış hissedecek. John, oyununu yazmayı bitirebildiğinde kendi sesini, kendi kelimelerini bulduğunda, bir şey üretmiş olacak. O döngüden çıkış yolumuz bu gibi geliyor bana: Bize sunulan dilin içerisinde kendi dilimizi üretebilmek. O yüzden bu oyunu yapabilmiş olmak bile bir şekilde bizim sesimizi çıkarabildiğimiz yer. Deprem de bir metafor benim için. Zeminin kırılmasıyla, bir şeylerin yerlerine daha çok yerleştiği bir sarsıntı yaşanıyor. Ben bu anlamda umutsuz değilim. O kırılmaların yaşana yaşana başka bir şeye evrileceğine inanıyorum. Zaten inancım olmasa oyunu yapmazdım. Dolayısıyla bunu, içinde umut barındıran bir umutsuzluk olarak görüyorum.
John Osborne’nun son oyununun adının “Déjàvu” (1991) olması ve “Look Back in Anger”ın devamı niteliğinde olması oldukça ironik.
Ayşegül Tekin: Bu “déjàvu”yu üreten ve bozan üç önemli şey var oyunda. Aşk-doğum-ölüm. Aşkın bir şeyleri değiştirmeye yetmediğini görüyoruz. Doğum -buna üretim de diyebiliriz- gerçekleşemiyor. Alice teyze ise, genç kuşağın bağ kuramadığı bir önceki kuşağı, o kuşağın inançlarını, değerlerini temsil ediyor. Yani orada hasta bir kadına bakmaya gitmemeleri değil konu, ölümle yüzleşmeye cesaret edememeleri.
Bir oyunu yönetmen olarak yüklenmek, kucaklamak nasıl bir duygu?
Ayşegül Tekin: Benim hep reji yapma hayalim vardı. Sanatta yeterlik yaparken yaptığım rejilerde bundan çok keyif aldığımı fark ettim. Yazarken de başından beri, oyunu kendim yönetmek istiyordum. Çünkü bu bir sahneleme metniydi. Ancak sahnelenirse tamamlanacaktı. Başlarda oynamak da istiyordum ama o zaman dışarıdan bakamayacağımı anladım. İlk yönetmenlik deneyimimde bu çok zor olurdu. İyi ki Alice’i Sıla oynamış. Sonuçta ben de oyuncuyum ve izlerken içim gidebilirdi. Hiç öyle olmadı, sadece oyuncularla çalışırken o kimliğim devreye girdi. Bu süreçte oyun yönetirken düşünülmesi gereken çok fazla şey olduğunu fark ettim. Herkes sana soru soruyor. Bütün cevapların sende olduğunun düşünülmesi büyük sorumluluk veriyor insana. Ben de o sorumluluğu severek üstleniyorum bu oyunda.
Çok teşekkür ederim size de, ekibe de. Oyunu izlemek isteyenler için oyun tarihleri:
16 Aralık Kadıköy Boa Sahne, 20.30
25 Aralık Koma Sahne, 19.00
5 Ocak K! Kültüral Performing Arts, 20.30
29 Ocak Hann Sahne, 20.30