Homo-Ludens’in Var Olma Borcu; “Oyuncu, Ben Feuerbach

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Serpil Canalan

Feuerbach, Hepimizi Temsilen Delirendir

Karanlık; saklayan, eylemsizlik ve sessizlikle eksilten, uzam ve zamanın anlam ve hakimiyetini yitirdiği, ölümün imlendiği sonsuz bir “hiçlik”tir. Oysa aydınlık; yaşamdır, umuttur, sestir, eylemek ve yeniden başlamaktır.  Bir oyuncu için ise; “ışık” her şeydir. Bundan sebeptir ki; Feuerbach, kaybolduğu kuşatıcı karanlığın içinden, aidiyet duyduğu tek yer olan sahneye (yaşama) kavuşmak umuduyla seslenir; “Biraz ışık…”  Bu, aslında hepimizin içinde yaşayan “homo-ludens”in, var olmaya tutkulu sesidir. 

Alman yazar Tankred Dorst’ un kaleme aldığı, “Oyuncu; Ben Feuerbach” adlı tiyatro oyunu şu sıralar İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmekte.

Dorst’un bu eseri; Goethe, William Shakespeare, Alfred Jarry gibi önemli yazarların güçlü metinlerine atıfta bulunarak metinlerarası ilişki kuran ve tiyatro tarihinin kült karakterlerinin vurucu monologları, meseleleri ile kendi özgün tematik unsurları arasında organik bir doku oluşturma özelliğine sahip. Farklı anlamlara kapı açan çağrışımlar yaratmayı başaran bu metin; hiç kuşkusuz ki tiyatro tarihinde oldukça önemli bir yere sahip. 

Gürol Tonbul’un yönetmenliğini yaptığı oyunda, İ. Hakan Özgömeç’i unutulmayacak oyunculuk performansıyla Feuerbach rolünde seyrediyoruz.

Oyun ve oyunculuk kavramlarını felsefik, psikolojik açıdan sorgulayan, çarpıcı bir şekilde ele alan ve bir oyuncunun gözüyle tiyatrodaki yaratım hiyerarşisini eleştiren bu oyun; bir zamanlar tanınan ve beğenilen bir oyuncu olan Feuerbach’un gel-git ve karmaşa ile örülü hikayesini, yeniden sahneye dönme çabasını anlatır. İnsan-oyun ve yaşam-sahne ilişkisi üzerinden kurulu diyalektik bir anlam yapısını barındıran oyun; kişisel/biricik bir hikâyeden yola çıkarak yaşama, insanlığa ve varoluşa dokunan sorularla evrenselleşir.

Işık, Feuerbach için normlarla tanımlanmış, sınırları belli gündelik yaşamın sığ gerçeklikleri ve düşsellikten uzak biçimlenmiş olan zindanından kaçıp özgürleştiği o yerin; “oyun” evreninin imgesidir. Feuerbach ’un, kişisel(varoluşsal) hikayesi, toplumsal ve mesleki yaşam deneyimlerinden miras travmaları, onu gerçek ve düşselliğin, geçmiş ve şimdinin iç içe geçtiği, rol kişileri ve öz kimliğin karıştığı, şaşkınlığın eksilmediği bir kaosa sürüklemiştir. Kırılgan ama istikrarlı isyanı, her şeye rağmen kaybetmediği dehası, egosu ve bastırılamayan, kutsallaştırdığı oyun oynama güdüsü, onu direngen ve mücadeleci kılmıştır.  Feuerbach’un yaşadığı psişik tahribat ve kaygan zihninde yitmeyen, karanlığın ele geçiremediği tek şey; sahne ve oyun oynama isteğidir. 

Sanrılı, şizofrenik halleri, bölünmüş ve parçalı benlik sergiliyor olması, mesleki bir deformasyonun sonucunu düşündürse de Feuerbach, sadece bir oyuncunun değil oyun oynamaya yazgılı insanın, yaşam gerçekliği/sıradanlığı karşısında ölmekte olan düş dünyasını, bir özne olarak yaşam karşısında yitirdiklerini ve teslimiyetle alışmakta olduğu çaresizliğini hatırlatır.  “Bizim hayatımızın kuşlara nasıl gözüktüğünü merak ettiniz mi?” sorusuyla, insanlığa çok yukarılardan, çok derinlerden devasa bir ayna tutar.

Sahnelerden yedi yıl boyunca uzak kalan ve bu süreyi bir akıl hastanesinde tedavi görerek geçiren Feuerbach, mesleğine dönme hayaliyle bir oyuncu seçme sınavına başvurur.  Elinde -sonradan içinde kukla/lar olduğu anlaşılacak olan- bir bavul vardır. Çok sesli benliğini simgeleyen bu bavulun içindeki kukla/lar, Feuerbach ‘un dünyasında, benlik ve rol, sahne ve hayat arasındaki sınırların ihlal edildiğini, kimlik karmaşası yaşadığının ifadesidir.  Ve elbette “oyun” suz yaşayamayacağının da… 

Bir hiçim, sıfırım.” Bu cümle Feuerbach’un, her şeyi yaşamaya istekli, her kişi olmaya hazır, roller ve oyunlar aracılığıyla boşluklarını hayatla doldurmaya coşkulu yanının isyanıdır. Uzun zamandır sahneden uzak yaşayan bir oyuncunun ancak hiçlikle betimlenecek halidir.

Feuerbach; seyirciyi, parçalanmış hafızasının içinde şimdiyle bağı kesilmeyen bir yolculuğa çıkarır. Kendisini, oynadığı karakterlerin unutulmaz hikayelerine, trajik anlarına başvurarak, yazgılarıyla kardeşlik kurarak açığa çıkarır. “Ben”i, öteki”lerle tamamlar. Feuerbach’ u tanımak; Tasso, Faust, Kral Übü, Perikles, Kral Lear ve Othello gibi kült karakterleri anlamaktan ya da anlayamamaktan geçer. Ne ki; bütün oyunlar, insanın ve hayatın deşifresidir. Feuerbach ise hepimizi temsilen delirendir.

Psikanaliz Düşüncesiyle Sahnelemeyi Okumak…

Sahnelemeyi, psikoanalitik bir yaklaşımla çözümleyebilmenin mümkün olduğu oyunda; dekor seçimi, tasarımı ve sahne kompozisyonu, iki farklı mekânın yani akıl hastanesi ve Feuerbach’ un oyuncu seçmesi için kendini kanıtlamaya çabaladığı yerin (sahnenin), iç içe düşünülmesini sağlar nitelikte. Akıl hastanesini düşündüren mekân; Feuerbach’ un bilinçaltı, geçmişi, travmalarının göstergesiyken, oyuncu seçme sınavının yapıldığı sahne ise şimdiki zaman, yer yer geleceği sesleyen, bilinçaltı ve bilincin melankolik hatta mani ile dışa vurulduğu, saçıldığı yerdir.  

Her iki mekânı birlikte algılatan sahne kompozisyonunu, sürekli bir deftere notlar alan Asistan ile Feuerbach arasındaki gerilimli iletişimi birlikte düşünerek şöyle değerlendirebiliriz: Hayat hikayesini, çelişkilerini, karmaşasını yer yer acı çekerek anlatan Feuerbach, bir terapi divanında adeta hipnotize bir etkiyle, sıçramalı, duygu geçişleri yoğun olan, sansürsüz bir iç dökümü yaşayan” Danışan”, Asistan ise; ruh analizi için veri toplayandır. Oyun boyunca, Feuerbach tarafından kimi zaman bir tanrı olarak vurgulanan Rejisör ise, Asistan’ nın topladığı verileri değerlendirecek olan Uzman’dır. Bu yüzden Feuerbach’un tanrısıdır. Hâlâ iyi bir oyuncu olup olmadığına, yaşayıp yaşamayacağına da karar verecek, dolayısıyla bu oyunun ve de Feuerbach’ un kaderini bilen/belirleyen tek kişi/mercidir. Oyun boyunca seyirci, bir dış göz olarak psikolojik bir çözülmenin sürecine tanıklık eder. 

Seyirci hem bir tanık hem de oyun boyunca gücünü hissettiğimiz, Feuerbach’ un hayatı ve mesleği üstünde bir otorite olarak gördüğü; Rejisör/Uzman/ Tanrı konumundadır. Feuerbach’ un tanrıdan (seyirciden) istediği şey; “görülmek”, alkışlanmak değil midir? Hayatı, onun ve oynadığı karakterlerin gözünden sorgulamak, insanlığa, insan olmaya, rol kişilerinin çatışmalarıyla, hikayeleriyle, cümleleriyle yaklaşabilmek değil midir?  Feuerbach ‘un istediği; yaşamı, bavulundaki kuklarının/hikayelerin/oyunların penceresinden gözlemlemek, hesaplaşmak ve kendimize, Feuerbach’ un deliliğiyle bakmak, değil midir?

Sahnenin ortasında hem bir kulisi hem bir terzihaneyi hem de bir akıl hastanesini hatırlatan ve çok sayıda beyaz kıyafetin asılı olduğu merdivenli bir mekanizma vardır. Bu mekanizma; Feuerbach’ un anlatıcılığını zenginleştiren, devinimini yaşamasına yardımcı ve oyunun soyutlamalarına aracı olan yönüyle oldukça işlevsel bir buluş. Özellikle kuşların uçurulduğu sahnede her bir kıyafete kanat ya da kuş olarak anlam kazandırılması; mekanizma ve asılı kıyafetlerin sadece dekorun bir parçası olmadığı, oyunun dramaturgisine, anlam dünyasına katkıda bulunduğu anlaşılıyor. Sahnede imkânsız diye bir şeyin olmadığını ve oyunun, hayale olan inancın yaşamın gerçekliğinden daha güçlü olduğunu kanıtlıyor.

Öte yandan askıdaki her bir kıyafeti; bir oyuncu için, giyinilmek üzere bekleyen kostüm ve rol olarak düşünebiliriz. Askılıktaki kıyafetler; Feuerbach’ un yaşattığı ve yaşatmak için can atığı rollere, hikayelere ve imajlara aittir. Geçmiş ve gelecektir… Feuerbach, o kadar kalabalıktır ki; kendi benliğine yer kalmamıştır. Öyle ki bavulunda ona özel, kişiliğine, kendiliğine ait tek bir kıyafet, eşya, iz ya da kanıt yoktur.  Bu noktada belki de Feuerbach ’un bir “hiç” olduğunu haykıran ironik itirafına inanmalıyız. 

Bir oyuncu için çok önemli olan ve sahnede bir metafor olarak kullanılması beklenen ışıklarla çevrelenmiş aynanın işlevsizliği ise tam bir hayal kırıklığı. Hiçbir anlama ve oyuna eşlik etmeyen bu işlevsiz aynanın; sadece bir eşya olarak sahnede bulunuyor olması; meselesi oyunculuk kavramı olan ve bu mesele üzerinden seyirciyi bir yüzleşmeye davet eden oyunun, derin yapısını maalesef ki boşa çıkarıyor. 

Oyunculuk kavramını içsel ve güçlü pratiklerle sorgulamış olduğu, meslekle çok yönlü hesaplaşmış ve bu bitimsiz hesaplaşmayı sürdürmenin önemini hissettiren, sezgisel ve düşünsel anlamda sınırları olmayan potansiyelde bir oyuncu olduğu izlenimi yaratan; İ.Hakan Özgömeç ‘in bu oyun için isabetli bir seçim olduğunu özellikle belirtmek gerek. Bir oyuncuyu ancak iyi bir oyuncu anlayabilir ve yansıtabilirdi. Özgömeç’in, karakterin giderek daha belirginleşen ruh halindeki aşınmayı; tırmanan bir ritim içerisinde, tutarlı, abartısız, patetiğe kaçmayan bir şiirsellikle sergilemesi ve iç aksiyonu kuvvetli bu performansı adeta bir oyunculuk dersi gibi.

Çok katmanlı ve oyunculuk kavramı şemsiyesi altında varoluş gibi felsefik, psikolojik birçok meseleye, gündelik olana dallanan, gerçeklerden şüphe duyan bu oyun; edebi ve yazınsal estetiği güçlü bir metin olma itibariyle, seyircisini bir okur olarak da kendine çağırıyor. Seyredilmesi, okunması öneri ve dileğimle…

 İyi seyirler, keyifli okumalar.

                                                                                                                                                                     

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Serpil Canalan

Yanıtla