Mehmet K. Özel
Sahnenin ortasında boş büyük bir alan. Zemini turuncu-kırmızı renkte. Alanın odağına yakın bir noktada beyaz bir ayaklı lavabo duruyor. Burası Jude’un alanı. Jude’un acı dolu geçmişi burada canlanıyor, ona acıları yaşatan bütün karakterler burada beliriyorlar. Jude, oyunun geçtiği şimdiki zamanda ise, dönüp dolaşıp tekrar tekrar önüne oturduğu lavabonun ayağına yaslanıyor ve kollarında kesikler açıyor. Kollarından akan kanlar zemine düşüyor; zeminin turuncu-kırmızı rengi Jude’un kanıyla yıkanmasından geliyor. Sahnedeki bu büyük boş alanın etrafında kalan dar uzun alanlar ise Jude’un şimdiki zamandaki dostlarının mekanları; geç yaşta evlatlık edinildiği evin mutfağı, mimarlık ofisi, ressam atölyesi, doktor muayenehanesi. Bütün bu mekanlar ortadaki boşluğu çevreliyorlar, aynı, bütün dostlarının Jude’u çevrelemeleri, sarmaları, ondaki yaralanmışlığı sezip onu sakınmaları gibi. Her biri; biri onun -ilerleyen zamanda- sevgilisi olarak, diğeri ona kırsalda bir ev inşa ederek, diğeri tablosunu yaparak, üniversiteden hocası onu evlatlık edinip bütün mirasını ona bırakarak acılı geçmişinin izlerini silmeye, onu sağaltmaya çalışıyorlar. Jude’a çocukluğu boyunca defalarca tecavüz edilmiş, çocuk fahişe olarak çalıştırılmış. Jude’un bedeni kadar ruhu da çok yara almış. Ve Jude bu ruhsal ve bedensel yaralarla ancak, kendi kendini yaralayarak, kendi bedeninde yaralar açarak başa çıkabileceğine inanmış, ikna etmiş kendisini.
Jude, Hanya Yanagihara’nın Türkçe’ye Değersiz bir Hayat olarak çevrilmiş, 2015 yılında yayınlandığında çok satanlar listesine ve Man Booker Ödülü adayları arasına girmiş 800 küsur sayfalık A Little Life adlı romanının protagonisti. Roman çok uzun bir zaman dilimine yayılmış olarak Jude ve arkadaşlarının 30’lu yaşların başında ve çoğunlukla New York’ta geçen hikayesini şimdiki zamanda anlatıyor. Roman bir süre sonra Jude’a odaklanıyor ve Jude’un geçmişi, şimdiki zamanın içine yedirilerek okuyucuya aktarılıyor. Değersiz bir Hayat‘ı günümüzün en üretken ve saygın tiyatro yönetmenlerinden Ivo van Hove 20 yıldır başında olduğu International Theater Amsterdam (ITA) topluluğuyla 2018 yılında, bir çok gösteride birlikte çalıştığı yazar-dramaturg Koen Tachelet’nin uyarlamasıyla sahneye taşımış. Ara dahil dört saatten uzun süren Een klein leven 2021-22 sezonunda tekrar repertuvara alınıp, Ekim’in ilk günlerinde Amsterdam’ın tarihi gösteri sanatları binalarından biri olan Carré Tiyatrosu’nda sahnelendi. Gösterimlerinden biri, ITA’nın geçtiğimiz sezon pandemi nedeniyle başlattığı sahneden naklen yayın programı ITALive’a devam etme kararı sayesinde, dünyanın her yerindeki tiyatro meraklılarının evlerine kadar ulaştı.
Benim açımdan, Ivo van Hove’nin gösterilerinin karşı konulmaz bir cazibesi var; onun anlatısı beni hikayenin içine ilk 5-10 dakikada sokuveriyor. Belki mimarlık eğitimi almış olmamdan kaynaklanıyordur bilemiyorum; van Hove’nin gösterilerini biraz ünlü modernist mimar Mies van der Rohe’nin mimarlığına benzetiyorum. En ikonik ve bildik yapılarından biri olan Barselona Pavyonu’nu düşünün. Mekanlar birbirinin içine akar; bir mekandayken attığınız bir-iki adımla, fark etmeden bir bakmışsınız diğer bir mekana geçmişsinizdir. Bu akış her zaman devinduyumsal (kinestetik) da olmak zorunda değildir, her daim görsel olarak mevcuttur zaten. Gerek fiziksel gerekse de çevrimiçi seyrettiğim neredeyse bütün van Hove gösterilerinde de benzer bir deneyim yaşıyorum; hikaye çok mekanlı ve çok karakterli olsa da, anlatı kompartımanlardan oluşmuyor, aksine, olaylar, durumlar ve karakterler müthiş bir kayganlıkla birbirlerinin içine girerek akıp ilerliyorlar.
Ivo van Hove’nin anlatılarının biçemini destekleyen en önemli öğelerden biri mekan tasarımı. Van Hove’nin hem iş hem hayat partneri olan Jan Versweyveld, bu gösteride örneğin, bir çok mekanı (ve zamanı) aralarında hiçbir sınır olmadan, sanki hepsi tek bir büyük mekanı, örneğin bir New York loft’unu, oluşturuyormuş gibi bir arada, bütünsel ele almış. Böylelikle mizansendeki akıcılığı desteklemiş. Een klein leven‘in sahne tasarımının en kritik öğelerinden biri de sahnenin karşılıklı iki yanına konumlanmış sinemaskop boyutlu perdeler. Bunların üzerine gösteri boyunca kesintisiz olarak, yavaş bir hızda ilerleyen ve göz hizasından çekilmiş, New York’tan sokak, park, meydan görüntüleri yansıtılıyor. Bu görüntülerin her an karakterlerin arkasında akması, anlatının atmosferine girmemde önemli rol oynayan etkenlerden bir diğeriydi. Sahne üzerinde ve hareket halindeki kameramanların çektiği canlı yayını, gösterinin dramaturjisinin, estetiğinin ve anlamının bir parçasına dönüştürmekte usta isimlerden biri olan van Hove bu gösteride sahneden kaydedilen canlı yayınları iki yandaki sinemaskop perdelere değil, sahnenin çeşitli noktalarına yerleştirilmiş küçük monitörlerden vermeyi tercih etmiş. Gösteriyi çevrimiçi izlediğim için bu monitörlerin konumlarını tam olarak fark etmedim, ancak Van Hove’nin bu sayede sahnenin karşılıklı iki tarafına konumlanan seyirciyi Jude’un yaşadığı ve sahnede -kelime anlamıyla da- bütün çıplaklığıyla aktarılan acılara belli bir mesafede tutmayı başardığını söyleyebilirim.
800’ü aşan sayfa boyunca 30 yıllık bir zaman dilimine, üç farklı şehre ve bir çok mekana yayılan olaylar barındıran ve başlangıcında dört karaktere eşit ağırlık verirken giderek tek bir protagonistin, Jude’un psikolojisine odaklanan bir romanı, bütününe sadık kalarak sahneye taşımak imkansız. Ve sadece Jude’un işkence ve istismarla geçen çocukluğundan, kendinden nefret ve güvensizliğe uzanan hikayesini anlatmak bile öylesine ince bir denge gerektiriyor ki, mizansen ancak van Hove’nin yönetmenlik ustalığını konuşturmasıyla ajitasyondan, röntgencilikten veya melodramdan sıyrılıyor. Van Hove’nin mizanseni öyle de incelikler içeriyor ki, örneğin Jude’u baştaki tek bir kıyafet değişiminin ardından bütün oyun boyunca aynı beyaz gömlekle bıraktırıyor. Ancak Jude’un kollarını tekrar tekrar jiletlemesiyle beyaz gömleğin üzerindeki kırmızı lekeler giderek artması Jude’un yaralarının her şeye rağmen hep orada, o bedende ve o ruhta kalmaya devam ettiğini imleyen basit ama çok etkili bir görüntüye dönüşmesini sağlıyor.
Van Hove’nin başarısında, yıllardır birlikte çalıştığı ITA’nın, istisnasız bütün oyuncularından çıkardığı doğal ve zorlamasız oyunculukların payı büyük. Jude rolüyle Hollanda’nın tiyatro ödülleri Louis d’Or’da En iyi erkek oyuncu ödülü alan Ramsey Nasr başta olmak üzere, Jude’un sevgilisi Willem’i canlandıran Maarten Heijmans, üç tecavüzcüsünü adeta bir ölüm meleği gibi canlandıran Hans Kesting, sosyal görevliyi canlandıran Marieke Heebink ve diğer oyuncuların hepsi oyunculuk dersi veriyorlar. Gösterinin atmosferinin kurulmasında, bir yaylı çalgılar dörtlüsü tarafından canlı icra edilen, Mahler’den Schubert’e tekinsiz melodilerin ve Eric Sleichim’in bu gösteri için yazdığı bestelerin etkisi de yadsınamaz. Dolayısıyla bütün öğeleriyle Een klein leven Ivo van Hove’nin ustalığını konuşturduğu yapıtlarından biri, her anlamda tatmin edici bir tiyatro şöleni.
ITA’nın 2021-2022 sezonunun ilk yarısında sahneden naklen yayınlayacağı diğer gösterileri kaçırmamanızı öneririm. Bunlardan bazıları; 27 Kasım’da Ivo van Hove’nin yönettiği ve başrolünde benzersiz Isabelle Huppert’in oynadığı Théâtre de l’Odéon yapımı Tennessee Williams’ın ünlü yapıtı Sırça Köşk ve 5 Aralık’ta Avrupa’nın sıradışı koreograflarından Alain Platel ve Frank van Laecke’nin yönettikleri NT Gent ile Les Ballets C. de la B. ortak yapımı Gardenia.