“Goodbye” Yıldız Kenter

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Hep aşk vardı Yıldız Kenter’in hayatında. Annesi Olga Cynthia ve babası Ahmet Naci Bey’in birbirlerine duydukları aşk feda edilmeyecek kadar sağlam. Ne babası, hariciyecilerin yabancılarla evlenmesi yasaklanınca, İsmet İnönü’nün “boşan ama yine birlikte yaşa” önerisini dinliyor ne de annesi İngiliz sefaretinden gelenlerin himayesini kabul ediyor. Yarı aç-yarı tok ama kocasıyla ve Türk olarak yaşamayı seçiyor. Babası da bu teklifi, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor ve “mesleğimden vazgeçerim ama karımdan vazgeçmem” diyerek istifa ediyor. Yıkım başlıyor. İngiliz gâvur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile.

21 Haziran 1934’te soyadı kanunu çıktığında aile kendisine “Kenter” ismini seçiyor. “Şehir efendisi” anlamına gelen bu isim ailenin fertlerine çok uyuyor. Babası Ahmet Naci Bey, Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş. Dedesi Bağdat kadısı.

Sahneye ilk kez on yaşında çıkıyor. Ankara Halkevi’nde bir oyunun düğün sahnesinde, “kızlar Allah size de koca nasip etsin” sözlerine birden boş bulunup “âmin” diye karşılık veriyor. Bu doğaçlamasıyla ilk alkışı alıyor. Aslında balerin olmak istiyor ama Konservatuvar’da bale bölümü olmadığı için tiyatro okuyor. Cebeci’de otururken okulun bahçesine gidip gelip, bir gün bu kapıdan içeri girebilecek miyim diye iç geçirdiği günler geride kalıyor. O kapıdan dayak yiye yiye de olsa giriyor. Onun bu mücadelesi, kardeşi Müşfik Kenter’e de yolu açıyor. Yıldız Kenter, üstün başarısı sayesinde dokuzuncu sınıftan on birinci sınıfa atlıyor. Hocalarının, özellikle Muhsin Ertuğrul ve Carl Ebert’in gözdesi oluyor. Ebert, onun için “kambur yürüyor, ciğeri zayıf olabilir, sağlığına dikkat edilmeli, çok parlak bir öğrenci” diye not düşüyor. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim dediği okulunda ona palto veriyorlar. Yıllar sonra, Prof. Suat Özturna’nın “biz hepimiz Yıldız Hanım’ın mantosundan çıktık” sözleri bana o paltoyu düşündürüyor. Dostoyevski’nin “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” sözü aklıma daha sonra geliyor.

12 Aralık 1948’deki ilk profesyonel oyunu Shakespeare’in “On ikinci Gece”si. Orada Olivia rolünü oynuyor. O artık resmen Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı. Muhsin Ertuğrul, Yıldız Kenter’e yazdığı mektupta, o günün sanatçı adayını yüreklendiriyor: “Yıldız, İki gözüm, kızım, bugün senin meslek hayatına ilk adımını attığın mübarek bir gündür. Mübarek diyorum çünkü Shakespeare gibi bir dâhinin “On İkinci Gece” kadar güzel bir eserinde baş kadın rolü oynayarak sahneye atılmak, şimdiye kadar çok az bahtiyara nasip olmuştur. Fakat sakın bu başlangıç seni gurura sürüklemesin, bilakis daha çok çalışmaya ve daimi bir tevazuya bağlasın. Esasen ben, senin dürüst ve kuvvetli şecerenden bunu bekliyorum. Bugünün hayatında çok uğurlu olmasını bütün kalbimle diler, sana Tanrı’dan muvaffakiyet, sıhhat ve saadet temenni ederim evladım.”

Hocalarının yakışıksız biçimde uzaklaştırılmasını hazmedemeyen Kenterler istifa edip İstanbul’a taşınıyor. Muhsin Ertuğrul, bunu Muammer Karaca’ya mektupla bildiriyor. “Hele Yıldız’la Müşfik’e gelince, onların yapmak istedikleri tamamıyla deliliktir, Türkiye’de bir sanatçıya sağlanan en yüksek mevki ve parayı, üstelik garantili bir istikbali bırakıp böyle akıbeti meçhul bir işe atılmak, sırf sanat yapmak için de olsa, aklın kabul edemeyeceği bir harekettir” diye yazıyor. Yaptıkları şövalyelik. Vedat Nedim Tör’ün çok güzel bir yazısı var bununla ilgili. “İstanbullular sevinin, övünün, bayram edin. Şehrimizin kültür kesafetini yükselten iki artist kazandık: Kenter kardeşler…” diyor. Başarılı meslek hayatlarındaki ilk olumsuz eleştiriyi “Kapıcı” ile alıyorlar. Sadece bir kere Brecht oynayabiliyorlar bu yüzden. Ayrıca yeterince solda kalmadıkları, yeterince toplumsal oyunları seçmedikleri için de eleştiriliyorlar. Yıldız Kenter’in yanıtı çok net. “Tiyatro zaten başlı başına eleştiridir. Bu oyunların hepsinde devrimin ta kendisi var. Ben artık her şeye tiyatronun penceresinden bakar oldum” diyor. Oynadığı roller hayatını katlıyor. Babasının ölümünde dökemediği gözyaşlarını “Pembe Kadın”da döküyor. Antigone, Nina ağlıyor annesi için, Nedim abisi için. Çocukluğunun yoksulluğa isyanını, özlemlerini “Çöl Faresi”nde dile getiriyor. “Ben oyuncuyum, yok başka kimliğim” diyor. “Türkiye’de zaman zaman sayıları artan, dönem dönem de çok seyrek olarak, her dalda büyük sanatçılar yetişmiştir, yetişmektedir, yetişecektir de… Ben bu büyük sanatçıları, en kötü ve en uygunsuz koşullarda bile yaşamasını bilen, üremesini beceren, çiçeklerini açmasını başaran aslanağzına benzetirim… Bu Yıldız Kenterler tıpkı o en uygunsuz koşullarda yetişen çiçek gibi kendi toprağını da kendisi yaratır. Onlar yüzeceği suyu yaratan balıklar, uçacağı havayı yaratan kuşlar gibidirler. Önce uzamı, mekânını yaratır. Sonra o mekânda yaşarlar.” 20 Aralık 1983 tarihli bu yazı, Aziz Nesin’e ait ve Yıldız Kenter’in Belediye Konservatuvarı’ndan istifası üzerine kaleme alıyor. Çünkü o hocaların hocası, sarılıktan kurtulur kurtulmaz doktor muhalefetine rağmen öğrencilerine, “caniko”larına koşuyor. Ne kadar öğrencisi varsa o kadar çocuğu var gibi hissediyor. Hepsinin meslek annesi oluyor. Hepsinin arkadaşı oluyor. Rusya’daki turnede Tilbe Saran ile lunaparka kaçıp eğlenmesini de biliyor.

Bana Satenik’in replikleri en çok Kenter Tiyatrosu’nda fısıldaşıyor gibi geliyor. Onunla röportaj yaptığımız kulis, yani Kenter Tiyatrosu’nun arka bahçesi, köhnemiş gelmesin kimseye. Dökülen alın teriyle, gözyaşının nemi var her bucağında. Rutubet oradan geliyor. Karaca Tiyatrosu’ndan Site Tiyatrosu’na, oradan Ses Tiyatrosu’na geçen göçebe bir hayat ve Ergun Köknar’ın Site Tiyatrosu’na fazladan otuz seyirci kazandıran amfi tiyatro inşaatı, Yıldız Kenter’in zihninde, kendilerine ait bir tiyatroya sahip olma fikrini ateşliyor galiba. Hayat zaten tesadüf dediğimiz kesişmelerle ilerlemiyor mu? Tiyatroya meraklı olan mimar Orhan Pekin, Uludağ’da, Yıldız Kenter’in ağabeyi Nedim Kenter ile sohbetine kulak misafiri oluyor. Kenter kardeşler de onu Harbiye’deki inşaata davet ediyor. Yanılmıyorsam Yıldız Hanım’ın yolu ikinci kez Uludağ’a düşmüyor. Sanki sırf bu tanışma gerçekleşsin diye orada buluşuyor hepsi. Bir de bu salonun yapılabilmesi için Talat Halman’ın önerdiği koltuk satma serüveni var ki insanın içi sızlıyor. Kızı Leyla bile onu, tiyatro yapabilmek için kompradorların ayaklarına gidip koltuk satmakla suçluyor. Öte yandan Cevat Fehmi Başkut, haklarında “ateşböceğinin maceraları” diye yazarak yüreklendiriyor. Nezihe Araz, Yıldız Kenter’i Ulviye Bengisu’ya götürüyor. Yıldız Kenter, derdini anlatırken kapı aralanıyor, bir baş uzanıyor. Erol Simavi, dinliyor ve on koltuk alıyor. O aldı diye arkası geliyor. Sonra bir Ankara turnesinde, İsmet İnönü’ye de gidiyor. Dedesinin ayan azası olduğu, babasının Lozan anlaşmasında adına delegasyon sekreterliği yaptığı İnönü ise, “sen 450 koltuk istiyorsun ha, ben bir tanesini zor tutuyorum elimde” diye şakaya vuruyor ve hiç koltuk almıyor.

Yıldız Kenter, savaşın âlâsını tiyatroda öğreniyor. Sıra özel tiyatrolara devlet desteğine gelince, onların tiyatro salonu var diye es geçiliyor. Ceza gibi… “Dün olandan iyisine kavuşmak için” tiyatro kurması, kusur sanki. Kazandığı her kuruşu tiyatroya yatırması akılsızlık. Ya da herkesi bu tiyatroya ortak etmesi enayilik. Bir de ortakların açtığı davalarla yıllarca uğraşması var. Gün geliyor gişeye oturuyor, gün geliyor kulisi kendi temizliyor. Bir başına, ödenekli tiyatroların cesaret edemediği oyunlar koyuyor. “Neye tutunsam çat çöküyor, neye dayansam pat düşüyor ama sanat umut demek, onu kaybetmiyorum” diyor. Elini taşın altına koyup üzerinde yükselen bir kent belleği oluşturduğu için bırakın destek vermeyi; korumaya almak, pamuklara sarmak gerekir diyeceğim ama ülke o ülke değil.

2000’de kendini sakınmadan kaleme aldığı “Hep Aşk Vardı”da yüreği ortada bir Yıldız Kenter var. Olga Cynthia ailesini, çocuklarını; Yıldız Kenter tiyatroyu; Leyla devrimi savunuyor. Hepsi aşkla… Leyla, annesine “nasılsa sen gelemezsin, senin tiyatron var. Seni de tiyatronu da çok seviyorum. Öyle yakışıyorsunuz ki birbirinize” deyip anneannesini Oslo’ya, yanına çağırıyor. Yıldız Kenter ise “ben o kadar önemli değilim, mesleğim için sadece bir aracım. Mesleğini kendinden çok sevmek, mesleğe saygı duymak, yüce bir şeyin karşısında eğilir gibi onun karşısında eğilebilmek; güzelliğini, bedenini, zamanını, her şeyini ona vermek” diye bahsediyor tiyatrodan. Ama benim kulağıma küpe olan “iki şeysiz tiyatro olmaz, seyircisiz, oyuncusuz” sözü oluyor. “Yaptığımız her şey yarımdır, seyirci tamamlarsa bütünleşir. O yüzden seyirci de sanatçı sayılır” sözü hele, aklımdan geçirdiğim ama söylemeye çekindiğim fikrimin en güzel dile gelişi oluyor. Oh be! Aynıyız işte, hepimiz bir tuhafız yani.

Sözü yine ona bırakıyorum:

“İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım. Karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak… Utanıyorum, midem bulanıyor. Ölmek istiyorum. Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum. Sonra bir ara, cebimdeki kabarıklığı hissediyorum: Kabak çekirdeklerim!

Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim. Mahmut’la eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü’nün orada. Bahardı… Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş. Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler. Hadi be sen de! Ne diye ölecekmişim… Mati’ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!

Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum. Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma! Değer mi? “Bir şey yap, Met”i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin’i… İçim ısınıyor yeniden. / Kalk hadi diyorum, durma koş, bir şeyler yap. Yaşa… / Dur diyorlar bir yandan da, koşma… Yeter dinlen artık.

Koşma…

Öl artık!

Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha… ”

*

“Biz olsak da olmasak da dünya dönüp gidecek ama bir gerçek var; biz dünyayı daha iyi, daha güzel bir dünya yapıyoruz. Olduğum sürece dünyayı daha iyi, daha güzel, insanları daha düş gücüne sahip, bedenine sahip, kendini iyi idare eden, kendini gören, değerlendiren, kendini işe yarar kılan hale getirmek istiyorum. Bunun için işte ne kadar zaman bahşedildi ise bana, o zamanı değerlendirmek istiyorum. Sonra goodbye…” diyen sanatçı 17 Kasım 2019’da diğer yıldızlara karışıyor.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla