Özlem Belkıs
Bu sezon İzmir’de yeniden tiyatro var. Sahne de seyirci de birbirini çok özlemiş, bu görülüyor… Hem özlediğimiz için, alışkanlıklarımızı hatırlamak için hem de sırf destek olmak, orada olmak için gidiyoruz tiyatroya. Bir de şehirde yaşadığımızı hatırlamak için. Çünkü tiyatroya, opera, sinemaya gitmiyorsak büyük kentte yaşıyor olmanın pek bir numarası yok malum.
Bu yıl otuzuncu yaşını kutlayan Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ile perde açtı. 30 yıl, büyük gurur! Darısı, 1 Ekim’de perdelerini Azizname ile açan İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başına. Belediyelerin sanata, tiyatroya olan desteklerinin artarak sürmesini diliyoruz, sezon açılış konuşmalarına bakılırsa öyle de olacak gibi görünüyor. 3 yıldır Mahalle Tiyatroları gibi güzel bir projeyi destekleyen büyükşehir belediyesinin sanat ve kültüre yönelttiği hassasiyeti, bir dönem büyük heveslerle açılan, sonrasında unutulan irili ufaklı güzel içerikli müzelerin yeni dönemle canlandırılmasında da bekliyoruz…
Genelde sanatın özelde tiyatronun desteklenmesi hep bir problem olmuştur. Doğrusu yanlışı yok; konjonktürü, şartları var… Belediye ve tiyatro denilince aklıma tiyatromuzun kurucu isimlerinden Muhsin Ertuğrul’un 1 Ekim 1965 tarihinde İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun dergisi Türk Tiyatrosu’nda yayımlanan zehir zıkkım yazısı gelir. ‘Perde Açılıyor’ başlıklı bu yazının hikayesini bir kenara bırakıp Muhsin Ertuğrul’un işaret ettiği tiyatronun eleştirme, hatırlatma ve gösterme görevine yakından bakalım:
“(…) tiyatro, Aristophanes zamanından beri topluma önderlik eder, devleti, hükümeti idare edenleri denetler. Her konuda yol gösterir. Görevi gerçeği, iyiyi, güzeli tanıtmaktır. Bunu nasıl yapar bilir misiniz? Şöyle: gerçeği yalancıların, mürailerin, hokkabazların, dalaverecilerin gözü doymaz midecilerin ahlaksızlığını, kapkaçlığını, kalpazanlıklarını ortaya koyarak gösterir. (…) İyiyi; kötülükleri arayıp bulup deşerek, teker teker halkın gözü önüne sererek gösterir. İşte bunları görmek istemeyenler, daha doğrusu kendilerini bunlar arasında tanıyanlar aynaya kızarlar, sahneyi basarlar, bu eski bir adettir. (…) Hiçbir devirde tiyatro, bu hükümet dışı eleştirme, denetleme yönünü kaybetmemiştir. Fransa’da Moliere, sahte dindarları mürailikle suçlar, Almanya’da genç Schiller, Haydutlar piyesiyle Manheim tiyatrosunun sahnesinden iktidardaki haydutlara seslenirdi. Alman İmparatoru, Gerhart Hauptmann’ın Dokumacılar piyesini oynadığı için Reinhardt’ın tiyatrosundaki locasını bırakmış, ama tiyatronun hürriyetine karışmamıştı. Hitler’in yüzüne, en parlak devrinde Marquis Posa’nın ağzından, “Efendimiz, düşünce hürriyeti veriniz!” diye bağıran Berlin’de Deutsches Theater sahnesi olmuştu. En koyu istibdat altında bile tiyatro, her yerde, her zaman hürriyetini korumuştur. (…) İstediğimiz zaman biz, İbsen’in Halkın Düşmanı’nı oynar, çoğunluğu aldatan cahil belediye reislerinden örnekler gösteririz. İstediğimiz zaman biz, rüşvet alan memurları, bilgisiz maarif nazırlarını sahneye çıkarırız. Bunlar için ne Şehir Tiyatrosuna ne Devlet Tiyatrosuna dil uzatmaya kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur.” (M. Ertuğrul, Türk Tiyatrosu, 1. Ekim 1965)
Muhsin Ertuğrul’un anlattığı, tiyatronun uyarıcı, eleştirici olma sorumluluğu bu sezon İzmir’deki iki belediye tiyatrosunun repertuvar politikasında kendisini gösteriyor. Bu tiyatroların sezonu açmak için seçtikleri oyunlara bakınca, vurgulu bir şekilde göstermek, altını çizerek anlatmak istedikleri bir şeyler olduğu görülüyor. Bu oyunlarda Türkiye’nin darbelerle bölünen siyasi tarihi, demokrasinin bir türlü içselleştirilemeyişi, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen kurnaz tüccarlar, basiretsiz ve dalkavuk yöneticiler, halkın inanç ve değerlerini sömüren politikacılar aracılığıyla anlatılıyor. Bu oyunlarda bir tarafta bu çirkef gurup sergilenirken diğer tarafta çoğunluğa uyup sessiz kalmayı bellemiş iyi niyetli vatandaş bulunuyor. Haldun Taner bozuk düzenin suçunu büyük ölçüde Vicdani ile somutladığı aferin budalası, ezik, yaşadıklarından ders çıkaramayan ve kolay kandırılabilir vatandaşta buluyor. Taner için dengesizliklerin, haksızlık ve adaletsizliklerin temelinde bu iyi niyetli vatandaşın suskunluğu, itiraz bilmezliği, hesap soramazlığı var. Yani Vicdani olduğu için Efruz var. Benzer bir dikotomiyi Aziz Nesin de kullanıyor, fakat yazarın dünya görüşüne paralel olarak burada insan doğasından kaynaklanan zaafların yerini ekonomik altyapının acımasız araçları, sınıf çatışmaları alıyor.
Dikkat çeken bir başka nokta da Muhsin Ertuğrul’un vurguladığı tiyatronun eksiklikleri, yanlışları gösterme işlevinin günün gerçeğinden hareketle değil de geçmişin hatalarını irdeleyerek, hatırlayarak yerine getirilmesi. Ertuğrul’un işaret ettiği, dünyaya meydan okuyarak çarpıklıkları açıkça gösterme tutkusu, burada geçmişle yüzleşmeye, acıları hatırlamaya dönüşmüş. Belki böyle olduğu için de etkili bir güçlenme yerine bir dayanışma hissi üretiliyor. Geçmişin siyasi yaşantısı içinde ses çıkaramayan, çoğunluğa uyan, çıkarlarını gözeten bireyleri aracılığıyla bugünün sessiz ve umursamaz olduğu düşünülen bireyine açık bir eleştiri gönderiliyor.
Perdesini bu sezon açan İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda Aziz Nesin’in aynı adlı eserinden uyarladığı Azizname’yi Yücel Erten yönetmiş. İki perdeli şarkılı danslı, seyirciyle göz göze ilerleyen açık biçimdeki bu oyunu Erten ilk olarak 1995’te Azizname’95 adıyla Almanya Tiyatrom’da ve aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koymuş. Daha sonra 2005’te Üsküp’te, 2008’de İzmit’te, 2015’te Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen Azizname, Yücel Erten’e 1996’da İsmet Küntay En İyi Yönetmen Ödülü kazandırmış. Kısacası yazarı yanında yönetmeniyle de özdeşleşmiş bir oyun… Oyun, askeri darbelerle her on yılda bir sarsılan, fakat yaşadığı siyasi depremlerden de ders çıkaramayan bir Türkiye fotoğrafı anlatıyor. Aziz Nesin’in keskin toplum ve birey gözlemi, aynı anda hem sevecen hem çıkarcı hem dinin gereklerine son derece bağlı hem de bunları kolayca yok sayabilecek oyun kişilerini gözler önüne seriyor. Bunlar eskide kalmış uzak bir figür değil, bugünün kanlı canlı tüccarları, politikacıları, dalkavukları. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün bilinen eleştirileri iki perdede oyuncuların iyi bir uyum yakaladıkları şarkılı danslı sahnelerle sunuluyor. Bu prodüksiyonun en önemli özelliği, hep niyette olan, bir dönem Özdemir Nutku yönetiminde kamyon tiyatrosuyla temsiller veren İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun açılış oyunu olması. Her şey bir yana, tarihi bir değeri var bu prodüksiyonun, bu sanatçıların…
Haldun Taner’in 1964 tarihli Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyununu ise Hakan Taner Yıldırım yönetmiş. Ayşegül Yüksel, bu oyun için “değişen güncel görünümlerin gerisindeki değişmezliğin öyküsüdür” diyor. Taner, oyunu 1964’te yazmıştır ama 1979’da sahnelenirken 31 Marttan başlattığı tarih cetvelini 12 Mart’a kadar getirir. Bornova Belediye tiyatrosunun dramaturgu Arzu Leylak ise 12 Eylül’ü, 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun öldürülüşünü, 1993 Sivas katliamını, 28 Şubat ile yakın tarihin önemli ve acı deneyimlerini metnin yapısını bozmadan eklemiş. Böylece ortaya 31 Mart 1909’dan 28 Şubat 1997’ye uzanan bir Türkiye tarihi çıkmış. Bu anlamda dramaturgi oldukça iyi bir iş çıkarmış. Bu oyunun aynı zamanda yarı belgesel bir nitelik taşıdığı da düşünülebilir, çünkü sahne gerisindeki ‘film şeridi’ne yansıyan gerçek görüntüler bir süre sonra rol çalmaya, oyunda ağırlık kazanmaya başlıyor. Haldun Taner’in ifadesiyle ‘yanlış koşullanmanın kurbanı küçük, ezik bir adam olan Vicdani ile her devirde gemisini yüzdüren Efruz, toplumdaki değişimlere direnen iki değişmez olarak oyunda yer alıyor. Taner’in eleştirisi tam da burada. Taner’e göre Vicdani değişmedikçe, itiraz etmedikçe, susup kabullendikçe hiçbir şey değişmeyecektir. Efruz’u yaratan, düzene dur demeyen, Vicdani’dir.
Bu iki oyuna belediye tiyatroları ve repertuvar seçimleri ortak paydasından bakarsak sosyo-ekonomik ve toplumsal sorunların neden ve sonuçlarını belirlenmiş bir açıyla ele alıp irdeleyen politik tiyatro bağlamında biraz durup düşünmek iyi olacak.
Siyasi taşlamanın karikatürde, televizyonda, tiyatroda hareket alanı oldukça daraldı. Bu, otoritenin ya da iktidarın eleştiri ve muhalefete tahammülsüzlüğünün bir uzantısıdır ve dönem dönem dünyanın her yerinde görülür, bizde belki daha fazla… Bunun bir nedeni çeşitliliği kaos, farklı görüşleri tehdit olarak algılayan otoriteryen muhafazakâr yaklaşımlarsa bir başka nedeni sorunların ve çözümlerin artık tamamen bireye odaklanması ve bütüncül toplumcu yaklaşımların biraz eski, biraz demode, yaşlı bulunması. Objektifin odağında birey var deyince, bireyin hayatı ya da toplumu dönüştürmek üzere bir gayreti olduğu, mücadele hikayelerinin yazıldığı düşünülmesin. Bu meta öyküler fantastik dizilere, ütopya anlatılarına kaydı; gerçekçi anlatılarda bu mücadele hikayelerinin yeri yok. Son dönem tiyatrosunda gördüğümüz ölmeyecek kadar yaşamaya çalışan, nefes alacak kadar özgürlük alanı oluşturan, başkasının özgürlüğünü idealist tutkularla değil de kendi yaşam alanını garantilemek üzere savunan bireyler.
Perspektif böyle olunca politik tiyatroya daha çok ihtiyaç duyulduğu düşünülebilir, fakat kimin ihtiyacı var? İşte burada İzmirli bu tiyatroların oyun seçimleri, niyetlerini açıklıyor aslında. Yaşı yetenlerle geçmişi hatırlayarak bugünün hatalarını yeniden değerlendirmek, yaşı yetmeyenlere geçmişte yaşananları ana hatlarıyla sunmak. Seyirci olarak benim durduğum nokta ise bu iki kuşağın aynı oyunda buluşamayacağı gerçeği. Bu oyunlarda yaşı yetenlerle bir ortaklık kurup bir güçlenme oluşturabiliriz, ortak belleği harekete geçirip seyirci koltuklarından hiç değilse bir dayanışma ve bir ortak geçmiş ruhu üretebiliriz. Fakat yaşı yetmeyenler için sorunların belirlenme ve tanımlanma yolları, bunların anlatıldığı araç ve estetik bütünlüğün çok farklı bir yerlerde gezindiği apaçık ortada. Biri diğerinden daha iyi değil, fakat farklı, hem de oldukça farklı. Kısaca bu politik tiyatro örneklerinden bir dayanışma, ortak belleği harekete geçirme üretebiliriz, fakat yeni bir direniş modeli çıkarmak, kanımca pek mümkün değil. Belki de bu yüzden her izlediği özde daha önce görülmedik bir şey görmeyi arayan jenerasyon için bu politik oyunlar biraz didaktik görünüyor. Temsil sonrası genç çiftin ‘epey didaktikti’ yorumuna öfkeli bakışlarla karşılık veren önceki kuşağın, içinden şu cümleleri geçirdiğini sanıyorum: senin didaktik bulduğun şey, bizim gençliğimizde tanıklık ettiğimiz ama durduramadığımız olaylardı. Gençler, önceki kuşağı zamanında önlem almamakla, sessiz kalmakla suçlarken yaşı yetenler gençleri ilgisizlik ve bilgisizlikle suçluyor. Belki buluşmak, uzlaşmak şart değildir, belki farklı politik tiyatro araçları, biçimleri üretmek daha işlevsel olur…
Bu sezon #İzmirdeTiyatroVar diye heyecanla başladı. Pandemi sürecinde duraklayan, dijitalde süren çalışmalar yeniden kanlı canlı buluşmalara ulaştı. Dijital tiyatro aklımızdan çıkmış değil, o deneyimi de seyirci olarak sürdürmek isteriz. Fakat maskeli de olsak tiyatroda olmak, seyirci olmak canlandırıcı bir etki yaratıyor.