(Ebru D. Dedeoğlu’nun Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşisini okurlarımızla paylaşıyoruz.)
Deniz Yüce Başarır hayatımdaki önemli yere sahip kadınlardan biridir. Özeldir. Büyük bir emekle ve heyecanla yazdığı, tiyatro tarihimize ışık tutan “Perde Kapanmasa Görecektiniz” kitabı için buluştuk ve nezaket günlerini konuştuk. Kitapta hem dünya tiyatro edebiyatının hem de bu topraklarda yazılan metinlerin binlerce seyirciye ulaşmasını sağlayan, günümüz Türk tiyatrosunun önemli isimlerini yetiştiren Kenter Tiyatrosunun hikâyesi anlatılıyor.
Tiyatrocu, şair Kâmran Yüce’nin kızısınız… Babanızı, annenizi ve beraber oluşturduğunuz hayalleri, Kenter’leri, o günkü tiyatro dünyasını ve İstanbul’u büyük bir heyecanla okudum. Adeta tarihe tanıklık etmek gibi. O günlere dönmek ve önemli bir döneme ait çalışma yapmak size neler hissettirdi?
Bir zaman tüneline girip kendini büyülü bir zaman diliminde bulmak gibiydi. Zarif, mücadeleci, mesleklerine aşık, çok çalışkan, gelecekten ümitli insanların yaşadığı zamanların tüm güzellikleri canlandı gözümde. 60lı yıllar Türkiye’de tiyatronun altın çağı olarak adlandırılır hep, gerçekten de öyleymiş. Çeşitli sanat dallarının birleşmesinde, sanatçıların birbirine desteğinde, izleyiciyle olan o yakın ve kopmaz bağda bugün kaybettiğimiz bir sıcaklık var. Çağ değişiyor, elbette insanların beklentileri de bundan bağımsız düşünülemez ama tam bir zarafet dönemiymiş o günler. Öğrenecek çok şey var o insanlardan. Benim tanık olduğum olayları anlatmak, ekibi küçük bir kız çocuğunun gözünden aktarmak ise acısıyla tatlısıyla tüm hayatımın gözümün önünden akıp gitmesine neden oldu. Ve sanırım babama bir kez daha aşık oldum.
Ben söyleyemediklerinizim/ Düşündükleriniz/ Desem inanmayacaksınız/ Ben Gölgeniz… Müthiş etkileyici dizeler… Babanızı nasıl biriydi? Bu özel adamı hadi anlatın bize.
Babamın tüm tiyatro dünyası tarafından benimsenen Gölge adlı şiirinden bu dizeler. Zaten kitap da Perde Kapanmasa Görecektiniz ismini bu şiirdeki bir dizeden alıyor. Babam şairdi işte, oyuncuydu, yayıncıydı, tiyatronun basın ilişkilerini yürüten kişiydi, afişi, broşürü, ilanı her şeyi için çılgınca koştururdu. Büyük bir zevkle, coşkuyla, iştahla… Hayatı da öyle yaşayan bir adamdı. Güldüğünde o masmavi gözleri kısılırdı, içten, sıcak bir pırıltı vardı her daim o gözlerde. Sevmeyi bilirdi, sadakati, şefkati. Dostluğu bilirdi. Kitap için konuştuğum ondan genç tüm oyuncu dostlarının ortak sözleri şu oldu: Kâmran ağbi bize her zaman ağbilik etti, bizi korudu kolladı, o kadar çok iyiliğini gördük ki. Onları eleştirdiğini ama bu eleştirilerin hep yapıcı olduğunu da söylediler mesela. Bir şeyler iyi olsun, doğru olsun diye çabalayan, bunun için de sözünü hiç esirgemeyen biriydi. Titizdi. Bir aksilik olduğunda kıpkırmızı kesilir, öfkelenirdi. Sonra da hemen sönerdi öfkesi. Babam gibi birinin kızı olmaktan hep gurur duydum. Ve onun ve tabii annemin bana yaşattığı o güven duygusunu da hiçbir zaman kaybetmedim. Her şeyden öte verdikleri o sınırsız sevgi için müteşekkirim.
Kitabın kahramanları bugün yaşasaydı kitaptaki bazı ucu açık konular dahil neler sorardınız? Acaba dediğiniz anlar oldu mu?
Yıllarca topluluğun afişlerini tasarlayan grafik sanatçısı Yurdaer Altıntaş’a Kent Oyuncuları logosu için neden ak pelikanı tercih ettiğini sorardım mesela. Ben kendimce bazı çıkarımlar yaptım ama onunla bu konuyu konuşmayı çok isterdim. Ekibin dört kişilik ilk kurucu ekibine, yani Yıldız ve Müşfik Kenter ile babam ve Şükran Güngör’e en çok hangi konularda tartıştıklarını sorardım. Aslında biliyorum biraz ama o tartışmalara bugünden nasıl bakacaklarını çok merak ederdim, ediyorum. Acaba dediğim birçok konu var ama şöyle düşünüyorum, bazı acaba’lar da öyle kalmalı. Çünkü herkesin iç dünyasını keşfetmek mümkün değil. Hayatı ya da ilişkileri bir matematik problemi gibi çözemeyiz. Zaten bu kitabın amacı da bu değil. Ben Kent Oyuncuları’nın sesi yeniden duyulsun, oradan kimler geldi kimler geçti bilinsin, ekip olmanın gücü hatırlansın istedim. Ve babamın arşivi tiyatroyla ilgilenen birilerine ulaşsın…