Annesinin ayrıntıcılığını, babasının adaletini benimseyen o çocuk “Hakim Bey”, kendi kararlarının sorumluluğunu almayı da öğreniyor. İlkokulda kompozisyon yarışması birinciliği, lisede bando takımında çalması, basketbol oynaması, tiyatro koluna katılması, yetenekleri hakkında fikir verse de annesinin, okul müdürü Bahattin Bey’e “nasılsa benim oğlum tiyatrocu olmayacak; hariciyeci olacak. Derslerini aksatmasın” sözleri yüzümüzde birer gülümseme şimdi. Oysa daha çocukken İlker ağabeyinin yaşayarak anlattığı filmleri, o anlatı üzerinden kendi arkadaşlarına tekrar anlatması, sanatın yansımasıdır. Ve onu siyasal bilgiler okuyacakken, tiyatro sınavlarına sokan da o “üstün yetenek”tir. “Merak”, onu bu yolculuğu iten en belirgin dürtü. Kişiler arası iletişimin doğru olması için, birini diğerine nesnel bir perspektifle anlatmaktan vazgeçmemiş. Bu da “gözlem”ciliğinden geliyor. “Farkındalık” ise anahtar kelimesi. Daha anlaşılır bir dünya için uğraşıyor hep. Aristo’nun sözüne kadar iz sürdüğüne göre, sanata süreç demekte haksız olamaz. Yaşama değer katan Tamer Levent, bu gidişle hepimizi sanatçı yapacak. Çünkü insanların sanatta birleştiğini biliyor. Bilgece…
Atatürk’ün “cumhuriyetin temeli kültürdür” sözünden güç alan Tamer Levent, bize özgü sanat felsefesini Yunus Emre’nin düzgün odun toplamasında bulmuş. Çünkü sanat bir şeyi özenli yapma yetisidir. Bir aklıevvelin “ne gerek var, nasılsa yanmayacak mı” lafı yıldırmamış onu. Ne de olsa sanatçısına densiz diyen bir Kültür Bakanı oldu bu ülkenin. Bu ülkenin Başbakan’ı, eğer isterse, 2500 yıllık tiyatro-devlet ilişkisine son vermeye yeltenebileceğini gösterdi. Tamer Levent, devletin sanatı ezen tavrını yakından biliyor. Onun derdi, sanat kavramını hep felsefi bir yere oturtmakta. Onu, akılla buluştuşmakta. Kaliteli yaşamı talep ettirmekte. O, dürtüleri harekete geçirmek istiyor. Kendine misyon edinmiş: Tüm bu kavram kargaşasından gelen kafa karışıklığı ile kaybedilen vaktin üzerine yeni bir başlangıç inşa ediyor.
Gençliğini “edeb-i mektep”i fazlaca düşünerek geçirdiğinden cebinde somut önerileri var. Özerk Sanat Konseyi’nin ve Gençlik Sanat Bakanlığı’nın kurulmasını öneriyor örneğin. Tiyatro kültürünü yaymak için yaklaşık 170 ülkede Türkiye’yi temsil etmiş. Yönettiği oyunlar, Rusya, Kanada, Güney Kore, İran ve Kuzey Kıbrıs’ta festivallere davet edilmiş. Fransa ve Tunus’ta uzun süreli atölye çalışmaları yaparak, sonuçlarını birer gösteri haline dönüştürmüş. Belçika, Lüksemburg ve Macaristan’da Avrupa Parlamentosu’yla birlikte düzenlenen tiyatro buluşmalarının prensiplerinin oluşturulduğu komitelerde ve organizasyonlarda bulunmuş, seri atölye çalışmaları yönetmiş. Çin ve Hindistan belgeselleri gerçekleştirmiş. Dünyanın pek çok ülkesinde drama atölyeleri yönetmiş. Belgrad’ta YUSTAT tarafından 2000 yılında düzenlenen Bienal’de sanat felsefesinin birleştiriciliği üzerine sunum yapmış. Kitaplar, oyunlar yazmış. Başarıları yurt içi kadar yurtdışında da ödüllendirilmiş. Çorlu Belediyesi adına sahne açmış.
Bir insanı tanımakla, bir kültür anlaşılabiliyormuş bazen… Teşekkür ederim! Kim sanata hayır diyebilir ki hem!
Yaşamınızda ilkler çok ama ben “ilk”le birlikte “son” kez yapılan bir uygulamayı sormak istiyorum. Devlet Tiyatroları’na seçimle gelen ilk Genel Müdür olmanıza rağmen bu uygulama neden devam etmedi?
TOBAV’ın Mersin’de yapmış olduğu bir kurultayın sonucunda almış olduğu bir karardı seçim. Zamanın Kültür Bakanı’nın da bu karara yakın bir duruş içinde olmasına rağmen bir uygulanamama durumu oldu. O arada yapılan bir Genel Müdür değişikliğinde bana doğrudan Genel Müdür olmam teklif edildi. Ben de kabul etmek yerine; bu kararı uygulamayı teklif ettim. Baktığımızda, Amerika ve Tayvan’daki üniversitelerde bu model uygulanıyor ve seçime kurumun bütün personeli katılıyor. Kurumumuzun atölyelerindeki zanaatkârlarımızın ve teknisyenlerimizin hepsi kadroluydu. Yani kurumun simgesi gibiydiler. Şimdi taşeron firmalar çalıştırılıyor. Bu fikre çok gönül vermeyenler, seçime sadece oyuncuların katılmasını istedi. Bünyemizde 1600 personel varsa bunun 750’si oyuncudur. Kalanı teknik ekip ya da memur olan kadrolu personeldir. Aslında seçim, bir eğilim yoklamasıydı. En çok oyu alan ikinci bir seçime gidilmeden Genel Müdür tayin edilecekti. Bu gerçekleştikten sonra ben Bölge Müdürleri’ni de seçimle tayin etmek istedim. Aynı prensipte anlaşmıştık ama herkesin katılacağı seçim yapılmalı diyenlerden bazıları sonra fikir değiştirip bu seçim herkesin katılımıyla yapılamaz, sadece oyuncular katılsın dediler. Yani karar sabote edildi. O yüzden de karar bir daha tekrarlanamadı.
Bu göreviniz esnasında ülkemizde çok ses getiren “Sanata Evet” projesini hayata geçirdiniz ve hep tiyatro kültürünün tanımlanması ve yaygınlaşması adına teorik ve uygulamalı çalışmalar yaptınız. Yıllardır bıkmadan, usanmadan meslek olmanın ve “Sanata Evet” demenin gerekliliğini anlatıyorsunuz. Ne kadar başarılı oldunuz? Ortak paydada kavramlardan aynı şeyi anlayabiliyor muyuz artık?
Maalesef, bu hâlâ benim en büyük şikayetim. Atatürk’ün dışında bu ülkede sanat kavramını doğru kullanan kimse olmamış. Yeni kurulmakta olan bir ülkenin demokrasi kültürünün gelişmesinde, sanat kültürünün gelişmesinin de son derece önemli olduğunu vurgulamış. “Beyler milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, başbakan olabilirsiniz, reisicumhur bile olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız” diyor ya. Orada demek istediği; bu işlerin, sanat düzeyinde yapılması gereken işler olduğudur. Başka bir yerde de “ben askerliğin sanat halini seviyorum” diyor. “Sanatçı, uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı gören insandır” dediği zaman bir süreçten bahsediyor. Hangi meslek olursa olsun, o mesleği, uzun çalışma ve çabalar sonucu kafa yorduktan sonra anlayabilirsiniz. Yani özgüven sahibi olup, yaratıcı olabilirsiniz. “Sanata Evet” zaten TOBAV’ın kuruluşundan beri söylediği bir şey. Hâlâ antetli kâğıtlarında “daha anlaşılır bir dünya için sanata evet” diye yazar. Ben Genel Müdür olduktan bir süre sonra 5 Nisan kararları çıktı. Bu kararın maddelerinden birinde, kuruluşlar tiyatro yapamaz diyor. Bu ne demek? Bütçelerimizi almamıza rağmen sadece bankamatikten tiyatroculara ödeme yapacağız ama oyun üretmeyeceğiz, festival yapmayacağız demek. Ben bu yazıyı önüme koyup, bir süre odaklanıp okuduğum vakit anladım ki, bu bizi kastetmiyor. Devlet Tiyatrosu, tiyatro yapmak için kurulmuş bir kuruluş; herhangi bir kurum değil ki! Ben düşüncemi zamanın müsteşarına söyleyince başta biraz kızar gibi olduysa da sonradan ikna oldu. Başbakanlığa başvurup tiyatroların üzerindeki tasarruf tedbirlerini % 70’e indirdik. Bu çok önemli bir başarıydı. Ben bunu böyle anlamasaydım Devlet Tiyatroları’nın kapısına kiliti takıp bekleyecektik. Yani bu derece anlaşılmıyor Türkiye’de sanat kültürü! Bizde sanat kavramı yapılan işin adı gibi anlaşılıyor. Oysa dünyada sanat kavramı, yapılan işin kalitesi olarak anlaşılıyor. Dolayısıyla Avrupa’da bu kavram yaşama sanatı olarak da kullanılıyor. Mesela yemek sanatı, konuşma sanatı, politika sanatı gibi laflar var. Eğer sanat sadece müziğe, resme, tiyatroya aitse, o zaman dünya öbür kavramların yanına sanatı eklemekle bir hata yapıyor, değil mi? Yaşama sanatı, zaten kocaman bir felsefe. Avrupa’yı ve dolayısıyla dünyayı etkilemiş olan bu rönesans ve reform felsefesi, sadece resmin, heykelin, tiyatronun takma adı olsaydı, bu kavram dünyayı bu kadar etkilemezdi. Bir yaşama biçimi, bir ölçü haline gelmezdi, değil mi? Sanat bir işi özenle yapmak demektir. Yaşamak da özenle gerçekleştirilmesi gereken bir şeydir. Aristoteles, sanatı “Poetika” kitabında basitçe, bir ürünü iyi, doğru ve güzel olarak incelemek olarak tanımlıyor. Ürünü iyi mi diye incelerken kötüyü görüyor. Güzel mi diye incelerken çirkin yönünü görüyor. Bu ürün doğru mu diye incelerken yanlışı da görüyor. Daha sonra klasik Alman felsefesindeki gelişmelerde sanatın tarifinde gelinen noktada bunu lojik disiplinlerle de buluşturarak etik, estetik ve adalete geliniyor. Mesela kent estetiği dediğimiz zaman kentteki yaşamın sanatsallaşması diyoruz. Benim İngiltere’de de öğrencilik dönemim geçti. İngiltere’de 72 milletten insan var. Orada da burada olduğu gibi açık spor sahaları var ve o sahalar buradakinin aksine tertemiz. Çünkü gelen her millet kurallara uymuş ve orayı temiz tutmuş. Orada okullardaki sanat eğitimi, mesleki eğitimin yanı sıra insanların estetik, iyi, güzel, doğru eğitim almasını, yaşama kaliteli bakmasını, kendisinin de yaşamdan kalite talep etmesini öğretmek adına yapılıyor. İşte bu zihniyet farkı. 17. yüzyıl klasik Alman filozofu Schelling, sanatı, teori ve pratiğin birlikte uygulanması olarak tarif ediyor. Sanatı böyle algılamayan bir toplum, sanatı küçük, elitist bir azınlığın yaptığı bir lüks olarak görüyor. Biz bunu anlatamadığımız sürece; bu toplumda sanat kavramının değeri, anlaşılırlığı, işe yararlılığı, kullanılabilirliği, yaşam felsefesine yol göstericiliği, yaratıcılığı, problem çözmeyi geliştiriciliği, daha üretken insanların olmasını sağlayıcılığı ve daha kaliteli bir yaşamın yaşama girmesi de gündemimize giremeyecek ne yazık ki.
Ütopik gibi geliyor: Toplum, hem demokratik haklarını hem de estetiği yaşamının içinde talep edecek. Mesele bunun gereksinim olduğunu bilmekte.
8 sanat dalı olan resim, müzik, heykel, mimarlık, tiyatro, edebiyat, sinema ve fotoğraf hem uygulama hem doğrudan yaratıcılık üzerinedir. Avrupa, 1605 Bern Anlaşması’yla yaratıcılığı telif altına aldı. Bizde ise 12 Eylül’e kadar insanlar bu yüzden hapse girdi. Zaten Türkiye’de demokrasi de çok bölünmeli yaşandı. Tek başına iktidar olanlar hep kendi dediklerini bilirkişi gibi uygulamaya çalıştılar. Toplumun yönetime katılmasını destekleyecek şekilde kalitesinin gelişmesini sağlayacak tedbirleri; eğitimi, bilimi o şekilde dikate almadılar. O zaman sanat felsefesi, bu topluma gereksizdir. Kaliteli yaşam düşünen bir insan, demokrasiyi bekler, nezaketi bekler, inceliği bekler, kent estetiğini bekler, evlerin temizliğini bekler. Yaşam standardı, ekonomik geliri ne olursa olsun bunları bekler. Almanya’da çalışanların maaşlarının yanında sinema, tiyatro ödemesi oluyor, düşünün.
Kendisine “sanatçı”yım diyen “oyuncu”nun meslek tanımlaması ve hakları da tehlikeye giriyor. Tanımsızlık boşluk yaratıyor. İsmail Hakkı Baltacıoğlu tiyatro için “mekteb-i edeb” diyor. Ve sizler aslında zorlu bir mekteplik geçiriyorsunuz. Bir hevesten ibaret değilsiniz ama yine de şahitliğiniz mahkemede kabul görmüyor. Haklarınızı duygusal olarak arayabiliyorsunuz ama yasadan güç alamıyorsunuz.
Tanım yetersizliği olunca kavramları yanlış anlıyoruz. Kavramları yanlış anlayınca da o kavramın içini doldurarak kullanamıyoruz. Mesela uzun yıllar Ortadoğu’da durum çok dramatik denildi. Yani Ortadoğu’da durum çok acıklı demek istendi. Halbuki dramatik; aksiyon demek, uygulama demek. “Oyuncu” demek ayıpmış gibi geldi. Mimarlık, sanat dallarının arasında sayılıyor. Peki siz hiç bir mimarın kendisine “sanatçı” dediğini duydunuz mu? Diğer sanat dallarında da bu böyle söylenmiyor. Bir tek “oyuncu” kendisine “sanatçı” diyor. Oyuncu kelimesinin yaşamda kullanılma biçiminden rahatsızlık duyuyor çünkü. Halbuki oyuncu lafını meşrulaştırmak gerek. İşte bu yüzden oyuncuların meslek hakları yok, meslek odaları yok. Oyuncular Meslek Birliği’nin kurulması son derece gecikti. Ancak oyunculuk dediğiniz andan itibaren bu mesleğin çalışma yasalarında, tanımı yapılabilir. Bunun heves olarak algılanması Osmanlı’dan gelen kültürel bir kalıntı mı acaba diye düşünüyorum. Ben 5 yıl konservatuvar eğitimi aldım. Üniversiteden sonra İngiltere’den ve Almanya’dan burs aldım. Demek ki oyuncu olmak için 7 yıl okumuşum.
UNESCO üyesi IATA (International Amateur Theater Association)’nın Genel Başkanı 22.si Ankara’da yapılan IATA Dünya Genel Kurulu’nda alınan karar doğrultusunda UNESCO Paris merkezine, 1997 yılının “Sanata Evet” yılı olmasını önermişti. Ve sizin bu öneri çerçevesinde gerçekleştirmek istediğiniz somut proje çalışmalarınız olmuştu. Önerme yapmak yaratmanın somut hali değil midir? Şikayetle olmuyor, çözümle gelmek gerekiyor.
Ben o zaman Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği’ndeydim. Biz bunu IATA bünyesinde uygulamaya başladığımız zaman bütün IATA camiası buna sarıldı. Dünyada çok hızlı bir gelişme gösterdi. UNESCO’ya gittik. O dönem UNESCO Genel Müdürü çok yoğundu. Hemen yapalım gibi laflar söylese de bize bir itimat telkin etmedi. Başkan zaten değişmek üzere olan dönem başkanıydı. Mesela Sırbistan’da savaş sonrası müthiş bir moral bozukluğu vardı. Ben de savaşın ortalarında gidip orada katıldığım konferansta “Sanata Evet”i anlattım. Daha sonra Belgrad’a bir kaç kere daha gittim. Onlar savaşın yaralarını sarmak, şovenizmden vazgeçmek ve dünyayla kaynaşmak istedikleri bir dönemde o virane yerde “Sanat Evet Festivali” yaptılar.
Amerika’da suç oranının yüksek olduğu bölgelerde insanların enerjilerini sanat disiplinlerine ve becerilerine yöneltmeleri için çalışmalar yapılmış. Sanatçı olsunlar diye değil, yaşamlarını sanatsallaştırsınlar diye. Harlem’de 1970’li yıllarda bu uygulamayla suç oranı azalmış. İşte bu da yaşama yerleştirilecek bir sanat felsefesi örneği.
Bu da zihniyet farkı işte. Harlem, giriş ve çıkışı tellerle kaplı, izole edilmiş bir mahalle. Giriş kapılarının dışında da beyazların oturduğu yerler var. Orada bir getto yaşamı var. O gettoculuktan çıkan kavgalar oluyordu. Siyahlar da tepkiliydiler ve Harlem’in dışındaki dükkânların camlarını kırıp yağmalıyorlardı. Civarda oturanlar buna çare aradılar ve dediler ki, eğer müzik yapmak istiyorlarsa onlara zimmetli enstrüman verelim, sahne biçimi alacak kamyon verelim, onlara sanat için olanak sağlayalım. Bu fikir hızlıca yayıldı ve çok iyi müzisyenler çıktı ve orada suç oranı düştü. Edinburg’da ve Glasgow’da suç oranı çok yüksekti. İngiliz Kültür Heyeti’yle İskoçya Sanat Heyeti’nin işbirliğiyle mahallelere sanat merkezleri açılmaya başlandı. Bu çok özendirici oldu çünkü insanlara proje getirmeleri söylendi ve projenin gerçekleşmesi için olanaklar sağlandı. Sonuçta suç oranı düşürüldü. Orada hem uygulama, hem icra imkânı veriyor, hem de yaşam kalitesini arttırma felsefesini, sanat kültürünü öğretiyorsunuz. Sanat felsefesi kültür halini almaya başlıyor. Bu, onların yaşamını düzeltmeye başlıyor. Yaşamları düzelince karamsar, içe dönük, tepkili insanlarda değişim başlıyor.
Yine sizinle birlikte anılan bir diğer kavram; yaratıcı drama. Türkiye’de yaratıcı drama 1980’lerde sizin ve Prof. Dr. İnci San’ın çalışmaları sonucu, ilköğretim okullarında bir eğitim metodu olarak uygulanmaya başlamış.
İnci ile askerden döndüğümde tanıştık. İnci, Sanat Eğitimi Bölümü’ndeydi. Sonra profesör oldu orada. Onun yaklaşımı tiyatro kursu açmaktan yanaydı. Ben, onun yerine drama kursu açmayı önerdim. Eğitimde dramatizasyon diye bir kavram var. İnci de bu fikri çok benimsedi. Ben yaratıcı oyunculuğu geliştirmek için, bunu yaygınlaştırmaya çalıştım. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde İnci’nin büyük desteğiyle yaptığımız çalışmalarla Türkiye’de dramanın gelişmesini ve Çağdaş Drama Derneği’nin kurulmasını sağladık. Ve bugünün şartlarında da sivil bir hareket olmasına rağmen fena gitmiyor. Buna çok övünüyorum.
Tiyatro yani sanat, eğitime dokununca oluyor bu.
Evet, o da sanat eğitimi. Ben o zamanlar, İngiltere’de, Cardiff Üniversitesi’nde düzenlenen eğitimde dramatizasyonla konulu bir haftalık bir atölye çalışmasına katılmıştım. Orada bu işlerden sorumlu Ken Robinson isminde bir profesör vardı. Ben de bizim grupta birçok şeye önayak olduğum için dikkat çekiyordum orada. Ken Robbinson’la da çok iyi ahbap olduk. Bir gün bana, “Tamer, sen eğitimde drama kavramını nasıl değerlendiriyorsun?” diye sordu. “Ben bunu bir metod olarak değerlendiriyorum” dedim. O, “hayır, ben bunu eğitim sanatının kalitesinin arttırılması olarak görüyorum” dedi. Ben o zamanlar, bugünkü düşünceme bu kadar hakim değildim ve orada bulunduğum süre boyunca bu konuyu hep tartıştık onunla. Avusturya Üniversitesi’nde, Viyana’daki çok önemli bir profesör hanım da sanatın bir felsefe olduğunu savunuyordu. Daha sonra kendi bilgilerimi tekrar gözden geçirip kavramı değerlendirdim. Okuduğum Scheiling’ler, Schiller’ler, sanat ontolojisi çerçevesindeki şeyler, Baumgarten’ın estetiği geliştirmesi, Brecht’in “Estetiğe Gerek Var mıydı?” demesi ve sanatı başlı başına bir disiplin olarak görmesiyle kafamda bütün taşlar yerine oturdu ve sanat kavramını ben yeniden keşfettim. Aşağı yukarı 30 yıl önce yani. Ve bugün Ken Robbinson’a hak veriyorum. Evet, drama, eğitim sanatıdır. Psikolojide kullanılması, yani psikodrama, terapi sanatıdır. Tiyatroda bilgiyle dramayı buluşturarak kullanılması, canlı dramaturji araştırmasıdır. Yaratıcılık, rolü deneyerek, alternatifleri eleyerek, geliştirerek çıkar.
Bir zamanlar Polis Akademisi’nde drama dersini kuran kişisiniz. Onlardan doçent ve profesör olanlar da oldu ama bugün onları dinleyen yok… İronik değil mi?
IATA, dünyanın her yerinde drama seminerleri yapıyordu. Ben de bu seminerler için 170 ülkeye gittim. O dönem sık sık İngiltere’ye gidip geliyordum. Bir gün bir hapishanede drama uygulaması yaptık. Bizde mesela mahkûmlarla tiyatro çalışmaları yapılıyor ve oyun sahneye konuluyor. Bunun da çok faydası olduğunu görüyoruz ama orada, drama çalışması, daha uzun süreli bir şey. Oraya mahkûm olarak giren kişinin kendini eleştirmesi ve ben ne yapabilirimin çözümünü arayabilmesi için gösteriliyor bu metodlar. Hatta bir hapishanede Türk mahkûmla karşılaştık. O benden Türkçe kitaplar istedi. Mahkûmun kitap istemesi bile çok hoş bir şey değil mi?
Yani talep etmesini öğrenen birisinden bahsediyorsunuz.
Türkiye’ye döndüğümde Emniyet Genel Müdürlüğü’nden böyle bir talep geldi. Önce buna tepki gösterir gibi oldum ama sonra Londra’daki çalışmaları hatırladım. İngiliz polisinin rehabilite edildiği merkezler var. Londra yakınlarındaki bir merkez bunlardan bir tanesi. Orada da bulundum. Orada, evhanımlarına ev aletlerini kullanmayı öğrenmeleri ve onarmaları için yaşamla ilgili dersler veriliyordu. Polisler de oraya geliyordu. Drama yoluyla, spor yoluyla, grup terapileri yaptırarak, birlikte oyun oynayarak (domino, satranç), birlikte yemek pişirerek insani ilişkilerinin güçlenmesi sağlanıyor. Böylece polislik sırasında yorulan ruhları tedavi oluyor. Dolayısıyla bu polisler, topluma bireysel tepki gösterme eğilimi olmayan insanlar oluyorlar. Polislikte bir tez vardır. Denir ki, suç ortaya çıkmadan ortadan kaldırılmalıdır. Oysa son zamanlarda suçlu olmadığı halde suç işlemeye teşvik eden bir hareket görülüyor. Bu durum devletin kuruluşu polise olan beklentiyi karşılamıyor. Hele polisin topluma şiddet göstermesi, beklentiyi hiç karşılamıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne uyumlu bir ülke olacağını düşünürsek, AB’deki insan yaşamının kalitesine bakış kültürüyle hâlâ Ortadoğu mensubu bir ülke olan Türkiye’nin insana bakış kalitesinde bu tür önlemler almamaktan ötürü önemli bir fark var.
32 yıl önce kurulan TOBAV’a uzun zamandır başkanlık yapıyorsunuz. Yaptıklarınızı burada anmak mümkün değil ama özetle festivaller, tiyatro seminerleri, uluslararası buluşmalar düzenlediniz. Tüm bunlar sanata evet demenin somut adımlarıydı.
TOBAV bir çok ilki gerçekleştirdi. Tiyatro Kurultayları yaptı. Çok önemli kitaplar çıkarttı. İki tane Tiyatro Kurultayı kitabı var. Bugün gelinen noktalara gelinmemesi için alınacak önlemleri bu kitaplar çok güzel ifade ediyor. Seçim meselesi, sistem arayışları bu kitaplarda ifade ediliyor; ancak insanlar bunları bilmiyor. Ben kişisel olarak hiç sanat kavramının kültürel boyutu ve felsefesiyle ilgilenmeyip, sadece oyunculuk, yönetmenlik ve oyuncu öğretmenliği yaparak, herhalde hayatımda hızlı başka gelişmeler kaydedebilirdim. Ama ben bunu kendime yediremedim. Madem ben bu kavramları biliyorum, o zaman toplumla paylaşmalıyım dedim. Askerden geldiğimde 12 Eylül olmuştu. Yedek subay olarak görev icabı ben de Saray yakınlarındaki Güngörmez Köyü’nün komutanı oldum ve köy işgal ettim. Köyde kaldığımız bir hafta, on günlük sürede köyde “Sanata Evet” uygulaması yaptık. Bütün köyü boyadık, temizledik ve köylüyle o kadar sıcak ilişkilerimiz oldu ki giderken ağlayarak arkamızdan su döktüler tekrar gelin diye. Demek ki insan malzemesine doğru yaklaşıldığında ve bir şeyler verilmek istendiğinde, o da bunları almak istiyor zaten. Almanya’ya gittiğimde, benden önce Türkiye’den Almanya’ya giden tanıdıklarım vardı. Türkiye’de daha kapalı olmalarına rağmen baktım orada haklarını savunuyorlar, gerektiğinde tartışıyorlar. Onların bu gelişmeleri çok hoşuma gitti. Zaten bunlar onlara uyum olarak öğretiliyordu. Haklarınız var, haklarınızı savunacaksınız ama devletin de hakları var, devlet de haklarını savunacak deniyordu. Bunu göçmene bile öğretiyorlar. Demokrasi madem kurumsallaştırılmak isteniyor, öyleyse bir kültürü olması lazım bunun. Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını benim algılama biçimim; devlet dernektir, hükümet de o derneğin yöneticisidir biçimindedir. Dolayısıyla devlet, hepimiz demekse, hepimizin haklarını korumak için birbirimizle aynı bakış açısıyla eğitim almış olmamız lazım ki birbirimizle o diyaloğu kurabilelim. Bizde işinize gelen şey demokratik, işinize gelmeyen şey antidemokratik sayılıyor. Demokrasi bir kural rejimidir. Herkesin bu kuralları, ortak bir zihniyetle benimseyebileceği bir eğitim alması lazım. Sanat eğitimi, bunun içinde en etkili olanı. Duyarlılık var çünkü sanatın içinde. Bu eğitimi vermediğiniz, yaygınlaştırmadığınız zaman toplumda egosantrik bir kültür ortaya çıkacak ve o farkına varmadan yaşanan bencillikte kendi haklarını savunmanın demokrasi olduğu yanılgısına girecek.
TOBAV’ın Antalya Kepez Baraj Mahallesi’nde düzenlenen “Mahallemizde Sanat Var” ve Duacı Köyü’nde düzenlenen “Köyümüzde Sanat Var” etkinliklerini de analım.
Antalya Kaleiçi’nde “Sanata Evet” festivali yaptık. Çok etkili oldu. Onun arkasından Duacı Köyü’nde, Baraj Mahallesi’nde ve Balbey Mahallesi’nde yaptık. Mahallenin bütünüyle boyanması için bir kampanya başlatalım dedik. Bunu başaramadık ama Balbey Mahallesi’nde iki evin duvarları ressamlar tarafından boyandı. Bakın bu bile somut bir örnek. Yani sanat kavramı, sadece resim, heykel, mimarlık, edebiyat, tiyatro, müzik, sinema ve fotoğraftan ibaret değil; esasen yaşam kalitesini oluşturacak temizlik, estetik, birbirine iyi davranma, birbiriyle kaynaşma, adalet duygusu gözetilerek yaşanması da sanat demektir. Biz bu sanat kavramını kültürleştirmek zorundayız. Onun için “Sanata Evet” diyorum.
İlk örneklerini TOBAV’ın 30 yıl önce Alaçatı’da verdiği fiziksel tiyatro diye bir kavram var.
TOBAV birçok ilkleri yaptı. Bir tek İstanbul Festivali vardı ama diğer küçük buluşma festivalleri yoktu o zamanlar. Türkiye’de fiziksel tiyatronun ilk örneğini de biz verdik. Liverpool’da Hope Street diye bir oluşum vardı. Onlarla ortak bir çalışmamız oldu. Sonradan gruba Macarlar da katılmıştı. Birlikte konaklanıyordu. Önce bir tema üzerinden oyun oluşturuluyor, sonra oynanıyordu. Tam bir profesyonel tiyatro estetiğiyle sahneleniyordu. Alaçatı Uluslararası Çocuk ve Gençlik Festivali’ni yaparken önce Türk ve İngiliz oyunculardan oluşan grupla doğaçlama, drama tekniğiyle oyun yazmak, sonra onu sahnelemek ve dünya prömiyerini Alaçatı’da yapmak, sonra İngiltere’de oynamak ve gerekirse başka ülkelere turne yapma birimi oluşturuldu. Birçok Devlet Tiyatrosu, TOBAV mensubu oyuncu, atölyelere katıldı. Gidenler bunlardan çok şey öğrendi. Bazılarının tiyatroya bakışları, vizyonları değişti. Bazıları buradan öğrendiği bu yöntemle, fiziksel tiyatro tekniğiyle Türkiye’de çocuk ve gençlik tiyatosunda uygulama yaparak gelişme gösterdi. Ben Genel Müdür olduğumda, Devlet Tiyatrosu’nun Uluslararası Festival’lere katılmasını sağladım. Dışardan grup getirmeye başladım. Alaçatı, Denizli, Ordu, Gaziantep festivallere örnektir. TOBAV aracılığıyla başlayan Van Akdamar Çocuk Festivali, Devlet Tiyatrosu’nun düzenlediği Çocuk Şenliği’ne dönüştü. Daha sonra Trabzon’da Karadenize Kıyısı Olan Ülkeler Festivali düzenlendi. Bunun kuruluşunu da ilk ben gerçekleştirdim. Moskova Sanat Tiyatrosu da Türkiye’ye ilk o zaman geldi. Sonra Adana’da festival kuruldu. Sonra Konya, sonra Ankara’da Küçük Hanımlar, Küçük Beyler Festivali kuruldu. Devlet Tiyatrosu bunu artık bir vizyon olarak gördü. Bir dönem geldi, yılda yurtdışından 80 oyun Türkiye’ye geldi, Türkiye’den 160 oyun yurtdışına gitti. Bu, Türkiye Tiyatrosu’nun yurtdışında tanınmasını ve Türkiye’nin gelişmiş ülkeler statüsünde olmasını sağlayan çok önemli bir imaj yaratmaktı dünyada, tanınmaktı. İnsanlar bunu bilmiyorlardı. Şimdi daha çok uluslararası ilişki kurmak isteniyor. Bakıyorum o zamanlar yaptığımız bu çalışmaların önemli özendirici etkisi olmuş bugüne.
Başbakan’ın sık kullandığı bir söz var “Attan düşmeyen, attan düşeni anlamaz” diye. Attan düşen sanatçıları, attan düşmeyen bürokratlar nasıl anlayacak? TOBAV’ın etkinliklerinden bir diğeri de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sunmak için toplanan 46.643 imza.
Biz onu büyük bir gürültü koparmadan TOBAV Genel Merkezi’nde düzenlediğimiz bir basın toplantısıyla duyurduk ve sonra da Kültür Bakanlığı’na evraktan verdik. Şu ana kadar da bir geri dönüş almadık. Biz diyoruz ki: “Bir yasa yapacaksanız bizim de haberimiz olsun. Biz uzun yıllar bu mesleğin eğitimini almış kişileriz. Uluslararası alanda etkiliyiz. Sistemi, yasayı biliyoruz”. Avrupa Birliği, Türkiye’nin 657’ye bağlı olmasını anlayamıyor. Bizim hâlâ 657’ye tabii olmamızı isteyen bir çok oyuncu olabilir. Onu garanti olarak görüyorlar çünkü. Bizim yaptığımız gibi, sanatta yaratıcı uygulamayı meslek olarak benimsemiş kesim için 657 engelleyici bir şeydir oysa. Çünkü görüş belirtme yasağı var; oysa sanat insanı görüş belirtmek zorundadır. Mimarın yaptığı proje, bir görüştür. Müzisyenin yaptığı beste, bir görüştür. Tiyatrocunun sahneye koyduğu oyun, bir görüştür. Bir tiyatrocunun, bir rejisörün, yazarın oyununu yorumlaması, bir görüştür. Bunlar Türkiye’de henüz görüş olarak kabul edilmiyor. Heves diye görüldüğünden bu alan kimliğini bulamıyor, resmi hüviyetini bulamıyor. Oysa 1605 Bern Anlaşması’ndan beri dünyada sanatsal yaratıcılığın özerk olması gerektiği savunuluyor. Dünya Telif Hakları Örgütü (WIPO) bunu savunuyor. Dünya Aktörler Birliği, Federasyonlar, Avrupa Birliği, Brüksel’de merkezi olan (Profesyonel Oyuncular Birliği) bunu savunuyor. Biz işimize geldiğinde Avrupa Birliği’ne kızıyoruz. İşimize geldiği zaman yanında oluyoruz. Şu anda Avrupa’da rönesans ve reformdan sonra başlayan demokrasi hareketi olduğunu düşünüyorum. 2. Dünya Savaşı sonrası bunun daha bir gelişme gösterdiğini düşünüyorum. En azından bu anlamda insanların birbirine karşı kendilerini yönetmek ve yaşamı estetize etmek konusunda önemli girişimlerde bulunduğunu düşünüyorum. Bu anlamda Avrupa’nın, demokrasi uygulamasını denemekte olduğunu görüyorum. Bugün artık katılımcı demokrasi tartışmalarına kadar geldi artık bu. Türkiye’de Avrupa’yı hiç benimsemeyen biri, başı derde girdiğinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmayı biliyor ama. Burada bu insanlar nasıl bir vizyon oluşturdular da buna gidiliyor diye bakmak lazım. Biz böyle bilir böyle yaparız diyoruz. Sadece din kavramının yetmediğini artık ülkede de birçok din bilgini söylüyor. Din kavramı, insanların umutlarını Tanrı ile buluşturup insanların vicdanlarını kullandırıp başka insanlara kötülük yapmamasını, kendini yönetmesini sağlayan en eski kültürlerden birisi. Ama sanat da din kavramıyla aynı anda ortaya çıkmış bir kültür. Bilim daha sonra bunların peşine takılmış. Şimdi biz bugün din kavramını esas unsur olarak görüp diğer disiplin ve kavramları reddetme durumuna gelebiliyor muyuz? Artık birçok din bilimci eğitimin, öğretimin din anlamındaki gelişiminin ve sanatın önemini savunuyor. Disiplinler arası bir ilişki bu. Bizde din kavramı sıkışınca sığınılacak bir yer gibi görünüyor. Türkiye’nin aydın, ilerici insanları bile siyasi haklar elde etmek, toplumun siyaseten gelişmesini sağlamak için toplumsal mücadeleye girerken, hatta bu nedenle özgürlüklerinden olurken, sanat kavramının felsefesiyle neredeyse uğraşamadılar. Bu yüzden biz enteresan bir biçimde bir şeyi geliştirmek için bir tarafın ucunu tuttuğumuzda öbür ucu ihmâl etmiş gibi oluyoruz. Hatta bazıları genlerinden gelen o anlayışla sanat kavramının tamamen gereksiz olduğunu da düşünebiliyor. Ben de bunu anlayamıyorum.
Devlet Tiyatroları, 1949’da 5441sayılı yasa ile kurulmuş. 1970’e kadar sözleşmeli personel ile çalışmalarını sürdürmüş. 70 öncesi yapılan TOTSİS grevi bu yüzden gerçekleşmiş. 657 sayılı devlet personel yasasına geçici olarak bağlanmış. Çalışanları da çok uzun süre statüleri belli olmadığı için zam alamamışlar.
Özellikle doğrudan devlet destekli olan kurumlarda bu durum söz konusu. Zaman zaman bu kurumlarda çalışanların çok para aldığı yönünde spekülasyonlar oldu. Hayır, değil. Tek maaşı ve çift maaşı topladığın ve 12’ye böldüğün zaman ayda ortalama 3 bin lira gibi bir rakam çıkıyor. Ortalama bir daire başkanı bile 4 bin lira gibi bir maaş alıyor. Üstelik bu devlet ödenekli kurumlarda çalışanın özerkliği yok. Devlet Tiyatroları’nın 5441 sayılı kanunu “bağımlı değil, bağlı kuruluştur” diyerek esasında bir özerklik sağlıyor. Ancak 1970 yılında bu insanların meslek tanımı yok. 1968’de bir grev yapılıyor ve zamanın Başbakanı Demirel telgraf gönderip grevi tebrik ediyor. Zamanın Çalışma Bakanı Ali Nail Erdem telgraf gönderip grevi tebrik ediyor. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Cihat Baban telgraf gönderip grevi tebrik ediyor. Bu telgraflar panolara takılıyor. Ertesi gün Devlet Tiyatroları ve Opera Bale Müdürü, devlete karşı grev yapılamaz diyor. Oysa TOTSİS olduğuna göre, demek ki herkes sözleşmeli personel statüsünde ve demek ki bu sendikal hak var. Ancak 657 olmadığı için siz grev yapamazsınız deniliyor. Kimlikleri, statüleri belli olmadığı için grev durduruluyor ama niye durdurulduğunu hükümet de bilmiyor. 1977’de Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu dönemde, 657 Devlet Personel Yasası’nın çıkarılması söz konusu olduğunda birinci madde: “Devlet Tiyatroları, Opera ve Balesi geçici olarak bağlanıyor” deniyor ve dipnot olarak kendi özel yasalarını yapıncaya kadar 657’ye tabidirler diye yazıyor. Aradan 43 yıl geçmiş, bunca yıl, bu kurumların çalışanlarının meslek tanımlarını yapan özel kanunlar çıkarılmadığı için iki camii arasında beynamaz dedikleri gibi sözleşmelilere siz 657’ye tabisiniz ya da siz memursunuz deniliyor.
Tiyatro adamlığınız böyle bir şey mi? Hem yazıyor, hem yönetiyor, hem uyarlıyor, hem de oynuyor olmak? “Niçin Tiyatro” isimli makalelerinizin toplandığı bir kitap, Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen ve sizin hem yazıp hem oynayıp hem yönettiğiniz “Bütün Dünya Bir Oyun Sahnesi” adlı oyununuz, “Ya Tutarsa” , “Karısına Göre Bir Halk Düşmanı”, “Anla Beni” isimli oyunlarınız, Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” isimli senaryosundan tiyatroya uyarlayıp sahnelediğiniz ve Ankara Devlet Operası’nda sahneleyip oynadığınız “Yaşamaya Dair” isimli oyun ve senaryosunu yazıp, rejisörlüğünü ve sanat yönetmenliğini yaptığınız “Ney” isimli dans prodüksiyonu gibi örnekler var.
Uluslararası bir tiyatro buluşmasında o zamanki Bohn Bienal’i başkanının asistanı, tiyatro yöneticiliğiniz sizin tiyatro oyunculuğunuza ve rejisörlüğünüze zarar vermiyor mu diye sormuştu. Aksine; bu onu besliyor. Çünkü oyuncu, yönetmen ya da yazar olmak demek, hayattan izole olmak demek değil ki. Aksine bunları ve diğer meslek disiplinlerini tanımak sizin mesleğinize, yönetim bilimleriyle ilgili, dünyanın yaşam felsefesiyle ilgili, insanların yaşam kalitesiyle ilgili şeyler katıyor. Ülkelerde yapılan reformlar, sanata verilen sübvansiyonlar, bizde sanatsal gelişmeye ayrılan fon %07. Bu Avrupa’da %1’dir. Aradaki fark müthiştir. Bu tür çelişkileri görünce, insanın bunlarla ilgilenmeden, oyunculuk yapması mümkün mü? Bir rolü anlamak için bile bunları bilmeniz gerekir. Ben aynı zamanda opera da yönettim: “Carmen”i yönettim. Opera Orkestrası’nda Nazım uyarlaması yaptım, oynadım. Oyunlar yazdım. Düşüncelerimi dergilerde yazdım. Okullarda eğitim verdim. Konferanslar yaptım. Festivaller düzenledim. Oynadığım oyunlardan ödüller aldım. Bizim bir hocamız bu Alman çocuğun sorduğu gibi çok şeyle uğraşan, oyunculukta başarılı olamaz derdi. Bu çok yanlış bir şey. Seçimle Genel Müdür olduğumda, Devlet Tiyatroları’nın daha sonra önüne çıkacak problemlerle karşılaşmaması için yasa çalışmaları yaparken, problemlere çözüm arayışlarına başladık ama bu pozisyondaysanız bir de sizin muhalifleriniz oluyor. Bazıları benim için “bu işlerle uğraşıyor çünkü tiyatrodan anlamıyor diyor”. Belli konularda teorimin güçlü olduğunu kabul edenler olduğunu biliyorum. Onlar da o zaman beni eleştirmek için “ama oyunculuğunda iş yok” diyorlar. Bunlar hep, sanat kavramının, felsefi bir yaşayış biçimi olarak gelişmemesinden oluyor. “İyi, güzel ve doğru”, “etik, estetik ve adalet” olarak algılanmadığından, bunlar, bireylerin kendilerini eleştirerek ve kendilerini geliştirerek içselleşip yaşama biçimine dönüşemediklerinden sürekli dedikodu, başkalarını eleştirmek ama ben ne üretiyoruma bakmamak sonucunu doğuruyor. Bu kolaylığa kaçılıyor. Şimdi bakıyorum daha farklı bir gelişme var. Şimdi “iyi, güzel ve doğru”ya bir arayış var ama daha fazla zaman kaybedilmesini istemiyorum. Tabii ki Genel Müdürlük yaptığım dönem, oyun oynamak ve sahneye koymak için vaktim yoktu. Daha sonra o çelişkilerin ortadan kalkması için de TOBAV bünyesinde örnekler oluşturmaya çalıştım. Drama kavramını geliştirmek için dolayısıyla tiyatro kültürünün ve sanatın yeniden algılanması için festivaller ve atölye çalışmaları yaptım. Ama ben bunların hepsini, bu ülkede, bu kültürün oluşması için, “madem biliyorum yapmak zorundayım” diye düşünerek yaptım. Zaten bu idarecilik mekanizmalarından kurtulduktan sonra, mesleğimde gösterdiğim performans da bunun kanıtı. Burada ben bizim insanımıza bir örnek teşkil etmek istiyorum. Demek istiyorum ki, “bakın, insan bunu da yapabilir, bunu da yapabilir. Burada da ödüller alabilir. Dünya çapında da ödüller alabilir”. Kaldı ki IATA bünyesinde “Yes to Art” (Sanata Evet)’in benimsenmesi bile bu ülke için övünç kaynağıdır. Benim Japonya’da ve dünyanın birçok ülkesinde seminerler, konferanslar vermem de öyle. Türkiye’nin hiç gitmediği ülkelerde, ülkemizi temsil etmem söz konusu oldu. Bunlar mesela bir övünç kaynağı olamıyor. Hatta neredeyse size kızmak için sebep teşkil edebiliyor. Ben gençliğimde, en enerjik zamanımda bunlarla uğraştım. Şimdi “Sanata Evet’in anlaşılmasını istiyorum. Hatta anlaşılmasından ziyade kültür kelimesinin de yeniden algılanarak yeni bir başlangıç olmasını istiyorum.
Söz ödüllerden açılmışken…
Avrupa’da çok ödül aldım. Filipin Adaları’ndan bile ödül aldım atölye çalışmalarım nedeniyle. Türkiye’de oyunculuk üzerinde “Galileo Galilei” ile Ankara Sanat Kurumu En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım. “Tepenin Ardı” filmi çok ödül aldı. Ben filmle Ankara Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım. Antalya Film Festivali’nde filmdeki tüm erkek oyuncular En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı ki bu çok hoşuma gitti. Avusturalya’da 83 ülkenin katıldığı Asya Pasifik Ülkeleri Sinema Festivali Ödülleri’nde (APSA) en iyi üç aday arasına girdim. İstanbul Festivali’nde aday oyuncu oldum. En son Ankara Dil Derneği’nden Onur Ödülü aldım.
Üstün Akmen 2009’da Mask-Kara’da hem oynadığınız hem yönettiğiniz “Yalancının Resmi”ni izledikten sonra Tamer Levent’e mutlaka bir ödül verilmeli diyor. Sonra da “onunla konuştum, tazelenmiş ün, ödül mödül istemiyor; o sahnede olmak istiyor” diye ekliyor.
Ödül almak için ilişki kurmak, ödül almak için oyun yapmak gibi bir eğilimim olmadı. Hep örnek olmak istedim. Yaptığım her işin birilerine örnek olmasını istedim. Benim gururlu ve kendini önemseyen bir adam olduğumu zannedenler, bu mesleğin gelişmesine ilişkin gösterdiğim tavırlar nedeniyle beni bilip, sonra da benimle bir araya geldikleri zaman, biz sizi böyle bilmiyorduk diyorlar. Ben bunları büyük bir tevazu içerisinde ve yararlılık performansı gösterme hayaliyle yapıyorum. Belki de insanlar bunun arkasında hep benim kişisel hesaplarım olduğunu düşünme eğilimindeler. Bunu düşünenlerin de demek ki kendi kişisel hesapları vardır diye düşünüyorum ben de.
Bu doyurucu sohbet için çok teşekkür ederim.