Erdoğan Mitrani
Sahne sanatlarında ´alternatif´, ´sınır´ ve ´keşfedilmemiş´ gösterilere odaklanan Fringe Festival´in, çeşitliliği ve özgünlüğü İstanbul´un kent dinamiği ve çok kültürlü doğasıyla buluşturmak üzere uygulamakta olduğu Istanbul Fringe Festival III´de yer alan, tamamı yurtdışından gelen, on uzun ve üç kısa çevrimiçi etkinlikle ilgili izlenimlerimi paylaşmaya devam ediyorum.
The Colony (Evo Devo Arts)
Evrimci ve gelişimsel biyolojiyi çoklu sanatsal disiplinlerle harmanlayan, Evo Devo Art olarak adlandırılan biçemde sahnelenen ‘The Colony’ insani iletişimin meydan okumasını anlamak için karınca kolonisini bir mercek olarak kullanarak biyolojik dünyanın çeşitliliğine saygı ve anlayış duygusu uyandırmayı amaçlıyor.
‘The Colony’, kardeşlik ve iletişimin evrimini, dünyadaki en sosyal yaratıklardan karıncalar ve insanlar üzerinden ele alan animasyonlu bir opera-tiyatro performansı. Ana karakter Mona, ayrı düştüğü kız kardeşi Hennie ile yeniden bağlantı kurmak için mücadele ederken yönünü, başarılı bir sosyal varoluşun en iyi örneği olarak gördüğü, bir karınca kolonisini takip ederek bulmaya çalışır.
‘The Colony’, 500 binden fazla karınca kız kardeşin göç ettiği, akın ettiği ve hatta tek bir süper organizma olarak ürediği karınca kolonileri üzerine yapılmış bilimsel araştırmalardan yola çıkarak animasyonlar, görüntüler, sözlü performans, biyolojik süreçlere göre modellenmiş algoritmalar, soprano ve koro için besteler, klavye ve elektronik müzikleri birleştiren spekülatif bir kurgu oluşturur. İzleyici feromonların izini sürerken karınca kraliçesinin aryasıyla ya da markette, karınca akınından esinlenmiş bir modern dans gösterisiyle karşılaşabilir.
Senaryo ve Hikâyesi Anna Lindemann ve Emma Komlos-Hrobsky’ye, besteleri Mona’yı da canlandıran Anna Lindemann’a ait, müthiş eğlenceli, kimi zaman dokunaklı, aydınlatıcı ve aykırılığıyla son derece özgün bir gösteri.
Followspot (Followspot)
İsrail’den, 1980 doğumlu bağımsız sanatçı, oyun yazarı ve yönetmen Aharon Levin, 1988 doğumlu piyanist, besteci, müzik direktörü performansçı Itamar Gross ve 1988 doğumlu konsept sanatçısı, animatör, animasyon yönetmeni Shahaf Ram’ın birlikte oluşturduğu, canlı performansı animasyon filmiyle harmanlayan ‘Followspot’da Itamar Gross, piyanoda kendi bestesini seslendiriyor ve oyuncu/dansçı olarak rol alıyor.
‘Followspot’, National Theatre’da takip ışığı operatörü olarak çalışan yalnız, toplumdan dışlanmış bir sahne görevlisinin hikâyesi. Monoton rutini bir gece, gösterinin dansçılarından biri sahnede tökezlediğinde sekteye uğruyor ve operatörün içgüdüsel olarak takip ışığını ona çevirmesiyle dansçı görevli için takıntı haline geliyor. Bu kişisel öykü, spot ışığının dışında kalanların saydamlaşarak anlamlarını yitirdiği, çökmekte olan bir kültürel toplumun politik bir alegorisi olarak gelişiyor ve giderek takip ışığı aydınlatmakla görevli olduğunu değil, kendi kendisini merkeze alarak, ortaya çıkaracak ve okşayacak yerine ele geçirmeye ve yakmaya yöneliyor. Piyano solo, animasyon dans ve enstalasyon sanatını ustalıkla iç içe geçiren ‘Followspot’, öykünün anlatıldığı animasyon filmi kimi zaman soyut kaldığı için bazen zor anlaşılsa da görsel-işitsel açıdan çok etkileyici bir çalışma.
Volitant (Gobi Dance)
Performansçı Rita Góbi’nin özenle hazırlanmış koreografik minimalist hareketlerinden, Dávid Szegő‘nin Mors alfabesinden ilham alan elektronik kompozisyonlarından ve Pavla Beranová‘nın organik ışık tasarımından oluşan siyah-beyaz ‘Volitant’, dansçının olağanüstü beden ve yüz diliyle müthiş etkileyici bir teatral deneyim sunuyor.
Women. Bach (Alisy Piyas)
Tanıtım yazısı, 17 kadın dansçının rol aldığı ‘Women. Bach’ adlı Rus yapımı performansın farklı kadın karakterlerden ve Bach’ın güçlü ve derin ruhani müziğinden ilham aldığını ne mükemmel, ne sosyal olarak kabul edilebilir, ne de insanların görmek istediği gibi bir kadını değil, ama mutlu hisseden veya mutlu olmak için çabalayan bir kadının kutlandığı belirtiyor. Özel olarak fikirlerle ilgilenmeyen gösterinin, ‘Bir kadını ne mutlu eder?’, ‘Bir kadının bir dehaya ihtiyacı var mı?’ ya da ‘Bir kadın ne ister?’ gibi kişisel sorularla ilgili olduğunu da ilâve ediyor.
Dans tiyatrosu olarak koreografisini de üstlenen Alisa Panchenko’nun yönettiği ‘Women. Bach’, farklı tarz ve dönemlerden hepsi de siyah elbiseler giymiş farklı yaşlarda 17 kadının boş bir sahnedeki 17 iskemleye gelip oturmasıyla başlıyor. Gösteri epey ilginç başlıyor ama en fazla yarım saati doldurabilecek malzemenin 60-70 dakikaya genişletilme çabası, giderek sarkan, kendini tekrarlayan, 70 değil 700 dakika sürermiş gibi bir türlü bitemeyen bir devinime dönüşüyor. Sonuçta izleyici, sadece Bach’ın bestelendiği, yüzyılı aşan olağanüstü müziğinin her yere, her zamana uyduğunu bir kez daha anımsıyor.
Katie’s Tale (Open Program of the Workcenter of Jerzy Grotowski and Thomas Richards)
‘Katie’s Tales’, birkaç yabancı hizmetçiyle korunaklı bahçesinde, hayatının sessiz tanıkları kiraz ağaçlarının gölgesinde yaşayan Katie’nin, korkunç bir olaydan sonra onu bir gün geri dönme sözüyle terk eden sevgilisini bekleyişinin hikâyesidir.
Hayatı bekleyiş ve oluş vaktinde gelişen Katie hikâyeleriyle arzuyu ve bekleyişi, sessizliğiyle ise dile getirilmeyenleri anlatır. Katie’nin geçmişle geleceğin kavşağında somutlaştırdığı dile getirilmemiş arzu, bizi ait olduğumuz yer üzerinde düşünmeye; kendimizi, olayların sağır edici akışında ve arzuların karmaşık kasırgasında bilincimizin rolü hakkında sözsüz bir soruya açmaya davet eder. Agnieszka Kazimierska’nın oynadığı, Mario Biagini’nin yönettiği ‘Katie’s Tales’, sağlam performansı ile etkileyici, ancak muğlaklığı ve aşırı soyutlamasıyla biraz yorucu bir gösteri.
Internal (Mime Theatre ILINASTROE)
Ukrayna’dan dört genç mimin kurduğu ILINASTROE, ‘Internal Destruction’ adlı pandomim gösterileri için şunları belirtiyorlar:
“Maddi dünya bizi çevreler ve şüphesiz durumumuzu etkiler. Ya hissettiklerimiz etrafımızı etkilerse? Bu artık maddi bir dünya değildir. Önemli bir karar vermeden önce, duygularımızın bu düşünce ve fikirler dünyasına karşı tutumunu belirlemeliyiz. Utandığımız, yarattığımız ya da kurtulmak istediğimiz her şeye kendimiz karar veririz, dünyada kendimizi aramak için kolay bir yoldan geçmek zorundayız, ancak gerçek hayatta bu adımı atmadan önce kendi içimize dönmeliyiz.
İzleyiciye durumu duyuların ve düşüncelerin gözünden hayal etme fırsatı vermek, etraflarını çevreleyen gerçek dünyayı algılama olasılıklarını genişletmek amacıyla her birimizin ihtiyaç duyduğu önemli değişikliği daha kolay algılamak ve anlamak için iletmek istediğimizi görsel olarak yansıtmaya karar verdik.”
İfade tarzları ve beden kullanımları çok etkileyici olsa da, öyküsel olarak epey muğlak kalan görsel olarak ilginç bir yarım başarı.
Gaia Baba (Moving Compass)
Kalıntılar tarafından yutulmuş, renklerini kaybetmiş gri ve çöplerle kaplı, atıklardan oluşmuş korkunç yaratıklar tarafından yönetilen bir dünyada, birileri hâlâ doğanın haklarını geri alacağını umarak durmadan geri gelen çöp dalgalarını süpürmektedir. Cadı Gaia Baba, çöplerin arasında sonsuza dek kaybolduğunu düşündüğü umudu keşfettiği gün yeni bir savaş başlar.
Rodriguez Mathias, Rafael Rey Domech, Daniel Gomez Iglesias’ın hem kuklacı, hem interaktif oyuncu olarak katıldıkları görsel açıdan etkileyici sözsüz bir kukla tiyatrosu örneği.
I Will Call You Eve (TSQP)
Frank Wedekind‘in ‘Lulu – A Monster Tragedy’ adlı eserindeki Lulu karakterine dayanarak, Eva Schumacher’in dramaturgi ve senografisini yaparak yönettiği, Caroline Martin, Chloé Dufresne, Caroline Martin, Samantha Montagna ve Eva Schumacher’in oynadığı I Will Call You Eve, Fransa’dan gelen, Théâtre Sauve Qui Peut yapımı bir oyun.
Bana baktığında hâlâ ‘ben’miyim? Bir erkek beni çağırdığında her zaman benim adımla mı seslenir? Ve beni arzuladığında hâlâ özgür müyüm?
Sahnede dört kadın, tanıdık gelen, taptığımız, incelediğimiz dört ceset. Mantıksız, rahatsız ve anlamsız olduklarından şüphelenebileceğimiz dört ruh. Dört kadın beşinciyi oynuyor. Kaçan. Her şeyi yaşayan. 19 yaşında öldürülmüş olan Lulu…
İlginç ve etkileyici bir çalışma
FRINGE KISALAR
Oblivion (Silvia Batet): ‘Unutulmak’ anlamına gelen ancak ‘araf’ kavramıyla da ilişkilendirilebilecek bir kelimeden esinlenen, koreografisini ve yönetmenliğini Silvia Batet’nin üstlendiği ‘Oblivion’, Dante’nin İlahi Komedya’da tanımladığı ölümden sonraki yaşamın bir görüntüsünü simgeliyor.
Daire fikriyle belirlenen, bedenlerin boşlukta sonsuza dek dolaştığı bir boşlukta, ama aynı zamanda, artık orada olmayanların hatırasını ziyaret ettiğimiz zihinsel bir özlem mekânında beş kadın bedeninin fantezi ve gerçeküstücülük arasındaki kayarcasına devinimlerinin rüyadaymış gibi izlendiği, nefes kesici bir dans gösterisi.
‘Between Us’ ve ‘Oblivion’ Istanbul Fringe Festival III’ün bence en iyileri.
Unorthodox (Ariel Rivka): Klezmer müziğinin dürtüsü ve geleneğinden ilham alan, ancak estetikten biraz yoksun kaldığı için amacına pek de ulaşamayan bir dans gösterisi.
Momento (Miller-De Nobili): Dresden merkezli koreograflar Maria Chiara de’ Nobili ve Alexander Miller’in iş birliğinden doğan ‘Momento’, bir çiftin hayatını tanımlayan bir dizi ana odaklanan kısa bir dans eseridir. Anılar kaotik bir şekilde birbirini takip eder, çatışmalar, gerçekten önemli olanın kabul edilmesiyle çözülür, ortak deneyimlerin yeniden canlandırıldığı bir yolculuktan sonra karakterler geçmişle gelecek arasında bir yerde buluşurlar.
İyi seyirler dilerim.