Tiyatronun “İnsan”ı: Müşfik Kenter

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tiyatromuzun yeri doldurulamaz oyuncularından birini, Müşfik Kenter’i dokuz yıl önce bugün, 15 Ağustos 2012’de kaybettik. İyi insan, iyi oyuncu, iyi hoca Müşfik Kenter’i Pınar Erol’un 2010 Şubat’ında kendisiyle ve Kadriye Kenter’le yaptığı röportajla anmak istedik.

Pınar Erol

Kent Oyuncuları, Türk Tiyatrosu’nun yüz aklarından, en sağlam kalelerinden. Öyle de kalmalı. Bana Satanik’in replikleri en çok Kenter Tiyatrosu’nda fısıldaşır gibi gelir. Şubat 2010’da bu röportajı yaptığımız kulis, köhnemiş gelmesin kimseye. Dökülen alın teriyle, gözyaşının nemi var her bucağında. Rutubet oradan geliyor. Sıra özel tiyatrolara devlet desteğine gelince hele, “onların tiyatro salonu var” diye yardım yıllarca es geçildi. Ceza gibi! “Dün olandan iyisine kavuşmak için” tiyatro kurmaları kusur sanki. Oysa yaptıkları şövalyelik. Vedat Nedim Tör’ün çok güzel bir yazısı var bununla ilgili. “İstanbullular sevinin, övünün, bayram edin. Şehrimizin kültür kesafetini yükselten iki artist kazandık: Kenter kardeşler…” Gerçekten de öyle. Ağabeyi Nedim, Müşfik Kenter’e “senden adam olacağı yok sarı bok, bari artist ol” der. O da büyük sözü dinler ve Konservatuvar’ı yüksek dereceyle bitirir. Genlerinde var oyunculuk. Ve o kadar çok oyunda oynar ki soyun giyin soyun giyin soyun… En sonunda rol arkadaşı Erol Günaydın sorar. “Müşfik, biz bugün tiyatroya çıplak mı geldik?” Günde dört oyun oynadığı tiyatrodan gece sevinçle Şükran Güngör ile dans ederek çıkar. Demek bu sezgi gücü yüksek, dinamik ve öfkeli adam öldü şimdi öyle mi? 15 Ağustos 2012’de gelen telefonda öyle söylendi bana. Tiyatronun “insan”ı Müşfik Kenter öldü dendi!

Muhsin Ertuğrul’un 1959’da Ankara’dan ayrılmasıyla beraber Yıldız Kenter ile birlikte siz de Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılıp yeni bir serüvene başlıyorsunuz. Şükran Güngör ve Kamran Yüce de sizinle bu oluşumun içinde yer alıyor. Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatro’sundan ayrılıp İstanbul’a geleceğinizi Muammer Karaca’ya şöyle bildiriyor: “Hele Yıldız’la Müşfik’e gelince, onların yapmak istedikleri tamamiyle deliliktir. Türkiye’de bir sanatçıya sağlanan en yüksek mevki ve parayı, üstelik garantili bir istikbali bırakıp da böyle akıbeti meçhul bir işe atılmak, sırf sanat yapmak için de olsa, aklın kabul edemeyeceği bir harekettir.”

Müşfik Kenter: O serüveni başlatan Muhsin Hoca’ydı. Hatta futbolcuları kaçırırlar ya, öyleydi. Karşı tarafta gizli bir yerde sakladılar beni. Kendi oyunlarımızı ilk Site Sineması’nın üstündeki yerde oynadık. Çok müthiş bir yerdi orası. En önde oturan, yerde oturuyormuş gibiydi. En arkada oturanın da kafası tavana değiyordu. “Antigone”yi sahneliyorduk. Ben de Kreon’u oynuyorum. Perde açık, gelsinler, yerleşsinler diye bekliyoruz. Her gelen şaşkınlık içinde. Uğultu bitmiyor. Ben de “eşek” dedim. “Eşek” dedi, “eşek” dedi, “eşek” dedi diye en arkaya kadar gitti bu laf. Böylece sustular. Üstümüzde de gece kulübü vardı. Asansörle yukarıya çıkılan bir yer olmasına rağmen seyirci orayı dolduruyordu. Her şeye rağmen güzel günlerdi. Ben tiyatroda ilk, kütük rolü oynamıştım. Apartmanımızda oturan Agâh Hün vardı. O beni Çocuk Tiyatrosu’na almıştı. Sonra bir gün abim: “Ya sen de Konservatuvar’a girsene” dedi. Yıldız da “bak bakalım sınav var mıymış?” dedi. Gittim baktım, bir hafta sonra sınav var.

Tiyatronuzda nitelikli oyunları seyirciyle buluşturmak hedefiniz. Shakespeare, Çehov, Ionesco, Brecht, Gorki, Miller, Pinter, Albee gibi dünya yazarlarının yanı sıra Türk yazarlarına da önem veren bir repertuvar oluştuyorsunuz. En çok yerli oyun oynayan özel tiyatrolardan birisiniz. Sanki yeni yazarların ortaya çıkması misyonunuz gibi.

Müşfik Kenter: Çok çeşitli oyunlar oynadık gerçekten. Dünyada bu kadar çeşitli oyunlar oynayan oyuncu pek yoktur. Kendi tiyatromuzu yaratmak için ilk önce kendi yazarlarımızın oyunlarını oynamamız gerekiyor. Bütün Anadolu’yu dolaştık. Çok ucuz şeyler de yapabilirdik ama yapmadık.

Sizinle anılan sayısız rolünüz var. “Hamlet” ise ancak ustalaşmış oyunculara teslin edilir. Sizin yorumunuz da sizi dünya literatürüne taşımış. İngiltere’den önemli bir yazar gelip sizi izlemiş ve size “bu Hamlet’i dünyanın her yerinde oynayabilirsiniz” demiş.

Müşfik Kenter: Ben hiç ayrım yapmadım. Hiçbir zaman şunu oynayacağım diye düşünmedim. Ne uygunsa onları yapmaya çalıştık. Devlet Tiyatrosu’nda da öyle oldu. Ben kocaman kocaman roller oynadım. Sonra iki kelimelik figüran rolleri de verdiler bana. Sesimi çıkarmadım. Öyledir bu işler.

Kadriye Kenter: Herkes Müşfik’in “Hamlet”inin öyle olduğunu söylüyor. Mesela biz “Cyrano”yu oynadık. Mehmet Baydur’un “Maskeli Balo”sunu çıkarmıştık. Müşfik “Cyrano”yu oynayabilmemiz için kısalttı. Yüz kişilik oyunu, biz beş kişi oynadık. Türkiye’de o kadar iyi anlayamadı insanlar bunu. O zaman için çok önemliydi ve gerçek değerini bulamadı. Aynı yıllarda bunu Fransa’da aynı şekilde yapmışlar. Orada büyük sansasyon olmuş tabii. Müşfik orada da çok iyiydi, çok farklıydı yani. Hani dillere destan oluyor ya bazı roller, öyle olması gerekiyordu. İşte onu yapmadılar.

Burada seyirciye mi düşüyor sorumluluk?

Kadriye Kenter: Aslında seyirci sizi çok iyi değerlendiriyor. Burada yazarlarımızın çizerlerimizin çok duyarlı olması gerekiyor. Ne yazık ki biz bazı şeylerin karşılığını alamadık. Salon boş da olsa, bir tane de seyirci olsa oynayacaksın. Bu bizim ahlak kuralımızdır. Bize bu öğretildi. Kimse yok, sırf benim için oynuyorlarsa bu müthiş bir şey. Ağlarım buna ben. Sanatçı zaten her şeye ağlıyor. Bizim başımıza da geldi. Çok az seyirciye içimiz kan ağlayarak oynadık ve buna seyirci de üzülüyor.

İyi ki bu sizi küstürmüyor.

Kadriye Kenter: Bizi hiçbir şey küstüremez ki. Biz zaten seyirci için yapıyoruz bunu. Seyirciden her zaman iyi ses geldi bize. Bazen de kendimizi feda ettik özel tiyatro olarak. Mehmet Baydur’un oyunlarında özellikle. Müşfik, Mehmet Baydur’un ilk “Limon”unu Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. Ondan sonra biz “Yalnızlığın Oyuncakları”nı çalıştık. Müthiş zor bir oyundu. Hakan Gerçek, Müşfik, ben oynadık. Anlattığı şey çok güzeldi. “Ne isterseniz yapın, oyun sizin” derdi Mehmet bize. Bazı yazarlar kelime dokundurtmaz. Hem bu oyunu hem “Maskeli Süvari”yi ne yazık ki yarım salona oynadık. Ondan sonra Mehmet’in oyunları hep kapışıldı. Bunları ödenekli tiyatroların yapması gerekiyordu. O kahramanlığı hep biz yaptık.

Maraton koşucusu gibi kendinizi yalnız hissettiğiniz tek kişilik oyunlarınız arasında Murathan Mungan’ın düzenlediği “Bir Garip Orhan Veli”nin yeri çok özel. En çok seyircisi olan ve en uzun sahnelenen oyununuz. Neredeyse 30 yıldır oynuyorsunuz ve Orhan Veli’nin bu dünyadaki sesi gibisiniz. Oynadıkça içselleştiriyorsunuz belki de. Diyorsunuz ki önce insan olmalı iyi tiyatrocu olmak için yoksa yaratık olursunuz. Böyle bir etkileşimden bahsedebiliriz değil mi?

Müşfik Kenter: Evet ama Orhan Veli tabii. İşte müthiş, götürüyor insanı. Çok sade, çok yalın, çok insan…

Kadriye Kenter: İnsanı en yalın, her haliyle en hoş anlatan bir şair Orhan Veli. Sanki insanlar hayatın içinde kendilerini anlatıyormuş gibi yazıyor. Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye”si, “Savunma”sı da öyleydi. Yazık ki “Nutuk” da hiçbir zaman yerini bulamadı. Üç buçuk saat sürüyordu “Nutuk”. Müşfik bunların hepsini tek başına çalıştı, düşünebiliyor musunuz? O kadar çok tek kişilik oyun oynadı ki. Onun o çalışma içindeki hali, çabası, yorgunluğu inanılmaz bir şeydi. Ve o üç buçuk saatlik oyunu kimsenin izleyemeyeceğini düşünerek kısalta kısalta iki buçuk saate indirdi. Ankara’da gayet iyiydi, altı gün okudu. İstanbul’a gelince bir süre sonra yavaş yavaş seyirci düşmeye başladı. Ben buna inanamadım mesela. Gerçekten acı bir şey. İnsanlar dinlemek istemediler.

Burada sadece bir tiyatro eserinden bahsetmiyoruz. Atatürk’ün sözlerinden bahsediyoruz.

Müşfik Kenter: “Ne istiyorsunuz? İlla savaş sahneleri mi olsun? Adamlar birbirini öldürsünler, onu mu istiyorsunuz” dedim. Atatürk’ün o güzel sözlerinin üzerine onları mı koymalıydık? Kimse bir şey dinlemek istemiyor aslına bakarsanız.

Kadriye Kenter: İlgili dernekler hiç merak etmedi. Ben buna da hayret ettim. Sahip çıkmadılar. Bunu dinlemeye bile insanların tahammülü yok. Emeğe içim yanıyor. Onun için özel tiyatroların; özellikle bizim tiyatronun Türkiye içindeki yorgunluğunun çok farklı bir yeri var. Ama bizi yıldırmadı. İnsan hep yepyeni bir şey yapmanın umuduyla kamçılanıyor.

Müşfik Kenter: Düşünebiliyor musunuz böyle bir tiyatro yaptık biz buraya. Kimsenin umurunda değil. Efendim onlara devlet yardımı vermeyin; onların tiyatroları var diyorlardı. Böyle bir binayı yurtdışında yaptırsan sizi nereye koyacaklarını bilemezler.

Kadriye Kenter: Sırf bu binayı korumak için yapmadıklarını bırakmazlar ama biz yalnız kalıyoruz tiyatroyu korumakta. Herkes kendini ortak hissederse sahip çıkarlar diye ortaklık üzerine kuruldu tiyatro. Bu da sorun oldu. Şu anda müthiş borçları var tiyatronun. Bunlarla kimsenin ilgilendiği yok. Gerçekten çok büyük yardım gerekiyor bu tiyatronun devam etmesi için. Hepimizin öğrencileri var. Onlar devam edecekler burada. Nereye gidecek çocuklar? Gidecek yer bulamıyorlar. Ben kırk yıl önce Yıldız Abla’nın öğrencisiydim. O zamandan beri de buradayım.

Devletin tiyatroya mesafesi… Tiyatro sanatçılığının bir memuriyet gibi algılanıyor olması sizi üzmüştü. Emekliliğinizden sonra Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na danışmanlık yaptığınız için emekli maaşınızı alamamıştınız o dönem. “Sen hâlâ sahneye çıkıyorsun, çalışıyorsun; emekli maaşı alamazsın dediler. Bu mantık mantık mıdır? Sanatçı dediğin sahneye çıkmadan yaşayabilir mi?” diye duygularınızı ifade etmiştiniz. Şimdi de YÖK ile ilgili bir durum var. Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde tam zamanlı görev aldığınız ve Bakırköy Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni olduğunuz için bir tercih yapmanız bekleniyor mu?

Kadriye Kenter: Sanatçılar için ayrı bir kanun yok. Her durum için kanun çıkarıyorlar. Sabah kalkıyorsun bir kanun çıkarıyor. Akşam onu değiştiriyor. Öbür gün başka bir kanun çıkarıyor. Sanatçılar için niye öyle bir esneklik yok? Sanatçıya her yaşta ihtiyaç var. Kaldı ki bu zamanlar en verimli zamanları. En büyük deneyim burada. Sadece oturup konuşsa, anlatsa yeter. Siz devletten emeklisiniz, niçin başka bir yerde çalışıyorsunuz diyorlar. Tam tersi; yer göstermeliler, olanak sağlamalılar. Kim yapacak bunları? Türkçeyi unuttular. Biz Konservatuvar’da dört yıl boyunda bu çocukların beyinlerinin yıkanma biçimiyle uğraşıyoruz. Yanlış konuşma, tonlamayla Türkçe’yi unutturdular. Kim düzeltecek bunları? Yeni gelenler Türkçe’yi bilmiyor ve biz bunun ıstırabını çekiyoruz. Mücadele ediyoruz. Bizim öyle hocalarımız vardı ki. Diksiyon – Fonetik dersine Melih Cevdet Anday gelirdi. Estetik dersine Sabahattin Kudret Aksal gelirdi. Sahne hocamız Yıldız Kenter’di. Dört yıllık eğitimden sonra mastır yapıp hoca olan bir öğrencinin orada ne öğretebileceğini siz düşünün. Ne kadar birikimi olabilir de hocalık yapabilir o çocuk? Tiyatro oyunculuğunun bir kitabı yok. Anlatımı yok. Deneyim sahibi kişinin bunu çocuklara aktarması, göstermesi gerekiyor. Ondan sonra da bu yaşa geldin, sen git artık… Böyle bir şey olabilir mi? Utanç verici. Kimsenin ilgilendiği yok bununla. Ancak senin maaşını kesiyor. Başka bir yerden para alıyorsan, onu kesiyor. Biz zaten tiyatromuzda yıllarca para almadan çalıştık.

Zeliha Berksoy’un önderliğinde, yaklaşık elli yıl aradan sonra kurulan ödenekli ilk ve tek ilçe tiyatrosu olan Bakırköy Belediye Tiyatrosu önemli bir yere sahip. Ve siz Bakırköy’lülerin tiyatrolarına sahip çıkışlarından memnunsunuz sanırım.

Müşfik Kenter: Bakırköy tiyatroyu seviyor.

Kadriye Kenter: Bir sürü insan çıktı Bakırköy’ün içinden. Orada Halk Eğitim Merkezi’nde çalışmalar yapılırdı. Alibaba Tiyatrosu vardı. Üstün Asutay, Münir Özkul oralardan gelmeler. Onlar hep devam ettirdiler. Bakırköy Tiyatrosu, çok önemli bir ihtiyacı karşılıyor.

Orada ve Kenter Tiyatrosu’nda repertuvar oluştururken farklı kriterleriniz oluyor mu?

Kadriye Kenter: Tiyatroda ne oynanması gerekiyorsa hepsi oynanmalı. Yeni oyunlar denenmeli. Bizim oynamaya korktuğumuz oyunları onların oynaması gerekiyor. Seyirci hiç yalnız bırakmadı onları. Bu çok önemli. Üstelik ulaşımı da kolay değil. Onun için şehir turneleri yapıyoruz ya. Bütün ilçeleri dolaşmamız gerekiyor. 1986 yılıydı galiba, müthiş bir kar vardı. Kimse gelmez dedik ama salon doluydu. İnanamadık. Orhan Asena’nın “Ölümü Yaşamak” oyunu muhteşemdir mesela. Orada anayı oynuyorum. Müşfik’in de dışarıda bir işi var, zor atmış kendini eve. Yollar kapalı, arabayla gidemezsin dedi. Yolu yok, ben yürümek için erkenden çıktım. Bir taksi yolda beni aldı. Adam beni tanımış. Oyuna gelmiş, inanamadım.

Tuncer Cücenoğlu’nun 1981 yılında “Çıkmaz Sokak” adlı oyunu Abdi İpekçi Ödülü’nü kazanmış ve ödülü Haldun Taner birçok gazetecinin bulunduğu bir topluluk önünde sunarken şöyle demiş: “Sevgili Cücenoğlu, çok önemli bir oyun yazmışsın. İnanıyorum ki “Çıkmaz Sokak” tiyatro sanatı yaşadıkça sahnelenmeyi hak edecektir. Ancak şunu aklından hiç çıkarma, başarılı oyunlar ancak başarılı aktörlerle yaşam bulur. “Çıkmaz Sokak” Müşfik Kenter gibi bir aktörün oynamasıyla daha mükemmel olacaktır…”

Kadriye Kenter: Güzel bir şey tabii. “Neyzen Tevfik”i yapmıştı Tuncer Cücenoğlu. Önce Müşfik’e verdi ama onun zamanı yoktu. Sizin için yaptım demişti. Muzaffer İzgü de “Lütfen Kızımla Evlenir misin”i bizim için yapmıştı. Kendi de her zaman söylüyor zaten. Ne isterseniz yapın demişti. Yıldız Abla da bazı yerlerini değiştirmişti. 1994’te oynamaya başlamışız. Müşfik’in orada bana yazdığı bir şey var: “İlk talibin ben olacağım Nurhayat” diye. Tam bir sevgi oyunuydu. Çok da güzel oynadık.

Siz her zaman “çalışmak, çalışmak, çalışmak…” dersiniz. Konservatuvar’da öğrencilik yıllarınızda sabah saat 03.00’te kapılar açıldığı için erken kalkıp kuyruğa girdiğinizi, kendinize oda kapıp sabah 07.30’a kadar aralıksız çalıştığınızı; o dönemde erken kalkıp oda tutmak için koşanların bugün bir yerlere geldiğini anlatmışsınız. Konservatuvar’ların şimdiki koşulları ve öğrencilerinizin çalışma azimleri için neler söylersiniz? Aynı disiplini görüyor musunuz?

Müşfik Kenter: Hayır görmüyorum. Ama tabii o zaman biz yatılıydık. Çalışmamak elden gelmezdi zaten. Başka türlü olmazdı yani. Erken kalkacağım diye akşam sekiz buçukta yatardım. Sabah kalkıp 07.30 kahvaltı saatine kadar çalışırdım.

Kadriye Kenter: Bunu televizyona çekiyorlar. Hiç olmamış bir şey! Sabah 05.00’te öğrenciler Konservatuar’ın kapısına geliyor. Gazeteciler, bu saatte ne işiniz var, niye geliyorsunuz diye sorunca çocuklar prova yapmaya geliyoruz diyorlar. “Niye bu saatte?” “Müşfik Hoca korkusundan!” Ama çok tatlı bir korku o. Çok hoşlarına gidiyor Müşfik’ten korkmak. Şimdi öyle değil. İnanılmaz dejenerasyon oldu. Şimdi oturup öğrenci bekliyoruz derste. Bizden sonra geliyorlar. Okula girmek için can atıyorlar. Kazandıktan sonra da diziler, seslendirmeler, yok reklamlar derken okula gelemiyorlar. Zamanla sökülmeler oluyor. Geriye üç kişi, beş kişi kalıyor. Esas olması gereken sınıf mevcudu da o zaten. Otuz kişi alınıyor. YÖK böyle istiyormuş diye. Sanki matematik sınıfı!

İstanbul kültür başkenti oldu. Sizin de içinde bulunduğunuz projeler var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin öncülüğünde 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle yapılan festivalde “Bir Garip Orhan Veli”ydiniz. (Mayıs 2009). Ayrıca Taner Demiralp’in “Fatih” adlı projesinde de yer alıyorsunuz. (Ak Şemsettin’i seslendirdiniz). 2010 Avrupa Kültür Başkenti organizasyonunda sahnelenmesi için başvuruda bulunulmuş. Bunlar iyi örnekler mi sizce? Kültür başkenti nasıl olunur?

Kadriye Kenter: O gün İzmir’de Nazım Hikmet’i okuyordu Müşfik, Yunus Kırılmış’la. O türkülerini söyledi. Nazım’ın doğum günü kutlanıyordu. O bahsettiğiniz proje geçen seneydi galiba, okulda ders arasında Müşfik’i götürüp getirdikleri arada okuttular. Hocam paramız yok dediler. Belgesel yaptım; param yok. Kısa film yaptım; param yok. Çağırıyorlar; para vermiyorlar. Hep işte, bütçem kısıtlı deniyor. Ben de artık isyan ediyorum. Müşfik’ten önce karşılıyorum onları. Çünkü bunlarla uğraşsın istemiyorum artık. Bütçeniz yoksa, düşük bütçeli biriyle çalışacaksınız. Bu kadar saygısızlık olur mu? Müşfik para konuşmaz hiç kimseyle. O yüzden de çok suiistimal edilir. Belli insanlarla pazarlık yapılmaz. 60 küsur yıldır bu insanlar bu ülkede sanat yapıyorlar. Bunu söylemek ayıptır.

Devletin diğer sanat dallarına ayırdığı fonlar da var. Ama sanki tiyatrodan korkuyorlar. Yardım etmekten bile…

Kadriye Kenter: Korkuyorlar tiyatrodan. Gerçekten tiyatro çok şey gösteriyor. Tiyatro daha nefes aldığı için korkutucu oluyor. Yoksa bir sürü destek yolu var.

Müşfik Kenter: Ankara’nın yetişmiş bir seyircisi vardır. Karda kışta gece 24.00’de sıraya girerlerdi ertesi günkü oyuna bilet almak için. O dönem Oda Tiyatrosu’nda “Öfke”yi oynuyorduk. Küçük Tiyatroda’da başka bir oyun, üç kişiye oynanıyor. Ama o küçük Oda Tiyatrosu’ndan daha geniş olan Küçük Tiyatro’ya geçirmiyorlar bizim oyunu. Çok ilginç değil mi?

Kadriye Kenter: Yer değiştirseler seyirci rahatlayacak. Devlet Tiyatrosu da kazanacak. Bu sanatlarda ego baskın çıktığı zaman büyük savaşlar oluyor.

Müşfik Kenter: Çıktı, noldu? Geldik burada tiyatro yaptık.

Kadriye Kenter: Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış ya. Onun gibi bir şey. Şimdi bizim çocuklar örneğin, otuz kişi başlıyorlar. Geriye üç kişi kalıyor. Hocam sizi özledik, biz çalışıyoruz, gelip bize bakar mısınız diyorlar. Bunu diyen çocuk zaten başlamış demektir tiyatro yapmaya. Bizden de “aferin, devam” sözünü duyuyorlar. Onlar mutlaka bir yerlerde kendilerine yer bulacaklar. Elbette acı çekecekler. Biz de çok acı çektik. Böyle bir tiyatronun içinde bile parasızlık çektik. Evimizin kirasını ödeyemediğimiz zamanlar oldu. Ama hiç bunu aramızda dert etmemişiz. Onu düşündük sonradan, yıllar geçince. Hep tiyatroya gideceğiz, turneye gideceğiz koşuşturması… Başka bir şeyi fark etmedik. Herkes evinde dinlenmeye geçtiği zaman biz çalışmaya başlıyoruz. Boş gün yok. Bunları çok ağır yaşadık. Üç ay önce ablamı kaybettim. 9 Kasım’dı ablam komaya girmeye başladı. Ben burada oyun oynuyorum ve o gün gala yapıyoruz. Oyun bitince kimseye görünmeden eve kaçıyorum. Ablam “hah geldi Kadriye” deyip daha derin uyumaya geçiyor. Kimsenin bundan haberi yok.

Müşfik Kenter: Babam benim kollarımda öldü. Başka da kimse yok; ikimiziz. İki saat sonra da oyun vardı. Muhsin Bey haber yollamış isterse oynamasın diye. Dedim ki bugün oynamasam, yarın ne olacak? Show must go on…

Kadriye Kenter: Bu hiç Muhsin Bey’in söyleyeceği bir şey değil aslında. Bu sana olan büyük sevgisiyle ilgili. Sana bırakıyor kararı. Müzikal oynuyoruz. Bağıra çağıra şarkı söylüyoruz, kahkaha atıyoruz. Ertesi gün de ben annemi kaybettim. Bunları hep en derinden yaşayıp hep saklıyoruz. Mersin’de turnedeydik. Bir öğrencimizin babası ölmüş. Haber verdiler. Müşfik aldı telefonu: “Bak, benim babam elimde öldü. Ben iki saat sonra sahnedeydim. Bizim hayatımız böyle” dedi. O çocuk bunun üzerine gitti, oyununu oynadı. Bunlar çok önemli aktarımlar. Bunlar yazılmaz. Bu onlar için bir şans.

Müşfik Kenter: Bir sürü insanı kaybediyoruz ailemizden. Nasıl hayatımız devam ediyor… Sahnedeki de başka bir hayat. Onun da yürümesi gerekiyor.

Kadriye Kenter: Biz sahnede ne kadar gerçekmiş diye gösterebiliyorsak, başarıyoruz demektir. Seyirci onu kendi yaşadığı gibi, o sahicilikte hissedebiliyorsa, biz o zaman yapmış sayılıyoruz. Yaşam neyse tiyatro da o. Bu dram değil, bu hayatın gerçeği. Bir taraftan ağlarken, öbür taraftan gülüyorsun. O da gerçek. O gerçeği sahte olmadan ne kadar iyi verebiliyorsak o zaman oyuncu oluyoruz zaten.

“A ne var, bunu ben de yaparım”ı söyleterek… O kadar basitmiş gibi…

Kadriye Kenter: Müşfik’in söylediği şey bu zaten!

Paylaş.

Yanıtla