Suna Pekuysal’ın ölüm yıldönümünde sitemiz yazarlarından Pınar Erol’un kendisiyle Nisan 2007’de yaptığı bir söyleşiyi paylaşıyoruz.
Bulunabilir mi? Kendini tiyatroya bu kadar adayan, gösterişe hiç ilişmeden işini yapan, işine âşık, her repliği ezberleyen bir kulis faresini bulmak kolay mı? Onu tanımak, tarih sahnesinde en önden yer bulmak gibi. Ne de olsa sanatın tarihini onlar tutar, biz alkışlarız.
Pınar Erol
Okan Bayülgen’in “Pudra” sergisinde yer almak nasıldı? Size neler hissettirdi?
Televizyondan gördüğüm kadarıyla çok beğendim. Kendisi zaten fanatik, bu işin hastası bir adam. Onun bu fotoğraf çekme hobisini bilmediğim için, yeni bir şey diye çok hoşuma gitti. Çok sevdim çünkü en azından duayenleri hatırlatmış oldu. Bir yerde eski tiyatrocuları ortaya çıkartmış oldu. Ona müteşekkirim, teşekkür ediyorum. Başta pek katılmak istemedim. İçeriğini anlatınca o kadar mutlu oldum ki gittiğime. Gitmeseydim üzülürdüm. Orada Yıldız Kenter’in, Gazanfer Özcan’ın, Nejat Uygur’un, Macide Tanır’ın ve diğer arkadaşların yanında olmak, onlarla olmak ayrıca gurur verdi bana. Gururumu okşadı yani, Okan öyle yaptı. Sizin vasıtanızla tekrar teşekkür ediyorum ona da. Gidip göremedim. Gitsem kafamı kaldırıp resimlere bakamayacağım. Ayakta durup gezmeme imkân yok bu halimle.
Sahneye ilk kez 1947 yılında, İstanbul Belediye Konservatuarı Şan ve Bale Bölümü’nde öğrenim görürken “Artist Aranıyor” adlı oyunla çıktınız. Henüz on üç yaşındaydınız. Aranan artist siz miydiniz?
Çok enteresan, hakikaten, piyesin adı “Artist Aranıyor”. Allah Allah, nereden nereye… Ama o zaman çocuğum, sonra sonra fark ediyorum. “Artist Aranıyor”la girmişim ben tiyatroya. On üç yaşında neyin farkında olacaksın ki? Uçuyorum ben havalarda. Ne güzel tesadüf değil mi ama istesek böyle denk gelmez. Çok anlamlı. Rolümüz falan yok, sadece dans ediyoruz, şarkı söylüyoruz sahnede, o kadar.
Sonra 1952’de İstanbul Şehir Tiyatrosu Dram Bölümü’nün kadrosuna geçtiniz. 1964 yılında, tiyatro sanatçısı Ergun Köknar ile evlendiniz. Ve doktorların tüm uyarılarına rağmen, sağlığınızı kaybetmeyi göze alarak oğlunuzu dünyaya getirdiniz.
Suphi Kaner ile “Neşemizi Bulalım” diye bir film çekiyorum. Galatasaray Hamamı’nın önünde adamlar beni itecek, ben de aralarından çıkıp kaçacağım. O figüranlar, elleriyle itmiyorlar da düşürüyorlar beni. Anlayın ne derece. Figüranlık deyip geçmeyin. O da kültür gerektiren bir iş. Dünyada bu işi yapanlar belli bir eğitim almış, üniversite mezunu kişiler. Burada ise hadi bugün iş var, kalabalık gerekiyor diye kahveden götürürler arkadaşlarımızı. Öyle oldu senelerce. Öyle de gidiyor hâlâ. Şimdi aynı sistem dizilerde devam ediyor maalesef. Neyse, o arkadaşların itmesi sonucu kuyruk sokumumun üstüne düşünce nefessiz kaldım. Filmi çekemiyoruz, final kalıyor tabii. Ben doğru hastaneye, meğer omur oynamış. Cahillik tabii, çocukluk da var, gencim de çok, tedavimden kaçtım. Bandaj yapacaklardı korktum. Tiyatromdan kalırım diye korktum. Belki de böyle olacağı varmış da ondan tedavimi yaptırmamışım. İleride omurga çocuğu taşıyamaz dediler. Nitekim öyle oldu, taşıyamadı. Böyle girip, böyle çıktım hastaneden. (Dik girip eğilmiş çıktığını gösteriyor). Soru işareti şeklinde çıktım. Sonra jimnastik, hareket, koşturma, çalışmayla falan daha bir iyiydi. Zamanla doktorların dediğini yapmadım çünkü ben biraz inatçıyım. Hem akrep burcuyum hem de Arnavut’um. İnadım yüzünden, belki de yaşam biçimimden, belki ben istemedim, takdir-i ilahi, Allah böyle istedi, böyle oldu. Gene de şükrediyorum halime. Çok şükür bugünlere kadar böyle geldim. Çocuğum benim her şeyim. Beni ayakta tutan şey o. Yaşamımın bir parçası, yaşama sebebim. Onun okulu, yemeği, sütü, meyvesi, ütüsü, yatılı çantası derken hiç durmadım. Bunların peşinde koşturmaktan dimdik kaldım. Yoksa bitmişti zaten. “Ankilozan Spondilit”miş benim hastalığımın adı. Aslında erkek hastalığı bu. Mete Işıkara’da var bu hastalık. Kader arkadaşım o benim. İkimiz Cerrahpaşa’da panele çıktık. O da duvardan itilmiş, düşmüş. Zaten doktora gittiğimde ilk sordukları şey “düştünüz mü Suna Hanım”dı. Kalçamdaki problem de kireçlenme. Doktor ölene kadar yaz-kış yüzeceksin, yürüyeceksin dedi. Romatizma, kireçlenme denen şey öldürmüyor; süründürüyor ama. Siz hiç duydunuz mu? Olmaz ki. Ama tedavi önerilerinin hiçbiri yapılmadı ki Suna tarafından. Nereye yüzeceksin ayol? Çocuğun okulu, ailenin bakımı derken kendime bakmadım. Bakamadım değil; bakmak istemedim. Çünkü dünyaya getirdiğin biri var. İsteyerek yapmışsın üstelik. Bakılacak bu çocuğa. “Hadi oğlum ekmek arası bir şey ye sokakta”. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum ki. Bir gün, bir öğünü aksasın, imkânsız bir şey. Üstelik çalışan bir anneyim. Bu minval çalışma olmasaydı nasıl yürüyecekti bu işler? Bakıcı yok, rahmetli kardeşim büyüttü zaten okul çağına kadar. Çok şükür şimdi torunum da var. Allah acılarını göstermesin, onlar hayata bağlıyor. Bir de mesleğim tabii. Hep işim önce gelmiştir. Tiyatroyu bu kadar seven, bu kadar aşkla bağlanan -bilmiyorum, inşallah vardır başka birileri de- yoktur, zannetmiyorum. Aşırı düşkünüm ben işime. Hatta bana kızarlar. Bu kadarı da iyi bir şey değil. Muhsin Hoca’nın dediği gibi söyleyeyim; tiyatro aşkla yapılır; büyük bir sevgi yetmez. “Aşık olacaksınız, mesleğinize aşık olacaksınız” derdi. Otuz yaşıma kadar evliliğe hayır dedim. Ben zaten tiyatroyla evliyim derdim. Ne güzel bir şey; işte tiyatro bu. Hiçbir zaman kendime sanatçıyım demedim. Bizim mesleğimiz oyunculuk. Bir banka memuru gibi. Bankaya dokuzda girip beşte çıkmıyor musunuz? Ben 07.30’da gidip gece geliyordum eve, farkı bu. O yüzden muvaffak oldum sahnede. Ben şöyle oyuncuyum, böyle sanatçıyım deseydim olmazdı. Gidecek, işini yapacak, çıkacaksın. E ben bir de ödenekli tiyatro oyuncusuyum. On iki ay para alıyorum, dört ayı tatil bunun. Şimdi ne yapılır? Belediye’nin kolları yok mu? Ben ona bağlı bir birimde görev yapıyorum sadece. İşte böyle yola çıkarsak, her şey kendiliğinden halloluyor zaten. Alkışımızı alacağız, perdemiz kapanacak, gideceğiz. Tiyatro kolektif bir iş. Tek değilsin, şov yapmıyorsun ki; birlikte oynuyorsunuz. Tiyatro her şeyiyle mükemmel, başka bir şey. Bilmiyorum arkadaşlarımda da var mıdır bu, rolüm ikinci perdenin sonunda da olsa ben oyuna girebilmek için tüm oyunu takip ederim. O kadife perdenin arkasındaki uğultu var ya, o bitiriyor insanı işte, müthiş bir şey. Hacıosman bayırındaki bülbül sesi o kadar güzel gelmez bana. Perde açılacak; oynayacaksın. Ne güzel bir duygudur o. Bu duyguyu herkese versin Allah. Ben çok yaşadım ama iki senedir o yok, tiyatro yapamıyorum. Çok üzgünüm çok. Hele bu son kazadan sonra, kesin yok artık, bu bir gerçek. Ancak oturarak olabilir. Ne rolü olacak ki öyle? En son “Sultan Gelin” ile kapatmış olduk. Hâlbuki oynayacaktım ben onu daha.
“Broadway’den İstanbul’a Müzikaller”de oynadınız sonra.
Ne güzel ya, Açıkhava’da oynadık. Böyle bir şey olamaz. Oraya da gene istemeyerek gidiyorum. Haldun (Dormen) Hoca’yı da kıramam, “peki ne yapacağım hocam” dedim. “Önde oturacaksın, zaten çocuklar seni alacaklar sahneye. Sen, Ömür Göksel, Muazzez Abacı konuk oyuncusunuz. “Lüküs Hayat”tan Ah Berelim’i, Adalar’ı söyleyeceksin” dedi. Perde açıldı, kırk kişilik bir orkestra. O anda dudağım uçukladı. Ay dedim nereye geldim, Broadway’de miyiz? Orkestra çalmaya başladı, kalbim nasıl atıyor. Sıra Türkçe şarkılara geldi, şimdi de “Lüküs Hayat”tan… dendi. Daha benim ismim söylenmedi… Derken bir alkış, hayırdır dedim, kim çıkacak acaba? Meğer alkış banaymış. Sahneye çıktım, bir baktım tıkış tıkış kalabalık, ayakta hepsi. Alkış devam ediyor. Durmuyor ki konuşayım, “ben artık kalpten öleceğim, yeter, lütfen bitirin alkışı” dedim, Tiyatroya ara da vermişim, vücut böyle, onun heyecanı da var. Başladık Keremcem’le Adalar’ı söylemeye. Nasıl söyledim bilmiyorum. Sonra bir fenalık geldi, kalamadım sahnede. Yerime oturttular, ben başladım ağlamaya. “Lüküs Hayat”ı söylüyorlar, ben aralarında yokum. Bu acaba birilerine bir mesaj, bir sinyal verdi mi acaba diye düşündüm kendi kendime. Bu kadın ne yaptı da böyle seviliyor diye. Rolün küçüğü büyüğü demeden sapına kadar oynuyorum. Görevimi yapıyorum. Seyircime saygım sonsuz. Onlar için oynuyorum. Düşündüler mi hiç? İnşallah bunu düşünür, cevabını da bulurlar.
Aynı seyirci var mı?
Var ama çok azaldı. Şimdiki seyirci herkesi alkışlıyor. İşte ben buna yokum arkadaş. O yüzden de oynayamıyorum. Kadın geliyor sarılıyor bana, yaklaştırmıyorum bile. Bir dakika, bana böyle şeyler söylemeyin, siz herkesi çıldırasıya seviyorsunuz, bir ayrım yapın lütfen diyorum. Yerinde alkışlayacaksın. Onu da bilmek gerekir. Oyunda da alkış sevmem ben, oyunumu böler. Daha onu bilmiyor seyirci, ben ne yapayım? Yine de içlerinden iki tanesi anlasa bana yeter.
1933 yılında Ekrem Reşit Rey’in kaleme aldığı, Cemal Reşit Rey’in bestelediği ve Haldun Dormen’in rejisiyle 1984’te İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından tekrar sahnelenmeye başlanan “Lüküs Hayat” operetindeki Zeynep rolünü aralıksız on dört yıl oynadınız. Her sahnelenişinde kapalı gişe oynadı. Bu başarının sebebi neydi?
Kapalı gişe ne demek! Kuliste altımızdaki iskemleleri götürdüler. Ayakta makyaj yaptığımız oldu bizim. İlk defa 1933’te oynanmış, ilk operettir bu. Dikkat edin, müzikal değil. “Keşanlı Ali Destanı” müzikli oyundur, operet değildir. “Lüküs Hayat” ise operettir. Rey kardeşlerin yazıp bestelediği operet. Bunun ayrımını yaptığımız zaman daha iyi anlaşılır. Sanırım eski lezzeti kalmadı ama yine de kesintisiz oynandı. Tabii gençler oynayacak, bayrağı biz onlara vereceğiz. Onlar da bizi gösterecekler. Biz büyüklerimizi göstermiyor muyduk sahnede? Opereti seyircinin gözünün içine bakarak oynuyorsun. O güzelliği var. Tiyatroda bunu yapamazsın, yasak. Seyirciye baktın diye ceza kesilir o zaman. Oynuyorsun, anında aynı sözlerle şarkısını söylüyorsun. Sözler Nazım Hikmet’in. Onun için de tuttu. Tatlılığı burada. Seyirci kaptırdı kendini, bizimle ayakta oynadı. İçine girdiler. Sıcak geldiği için tuttu.
Peki “Keşanlı Ali Destanı”?
“Lüküs Hayat”ı oynarken Gencay Hanım, “Haldun Taner Sahnesi’ni açacağız, orada “Keşanlı Ali Destanı”nı oynayacağız. Suna Hanım ikinci bir oyuna ne der” diye sormuş. Bana haber gönderip rol teklif ediyor. Balıklama oradayım dedim. Gencay Hanım delirmiş tabii sevinçten. Ben oyunu AKM’de seyrettiğim zaman Keşanlı’yı Rüştü Asyalı, Zilha’yı Nurseli Çamlıbel oynuyor. Öyle bir kadro. Ben en önde oturmuş, seyrediyorum. Helacı kadın çıktı, ben başladım kıpırdanmaya. Allah’ım Ya rabbim, bu benim rolüm. Bu rol benim olsa, nasıl oynarım. Ben oynarım bunu ancak. O gözle seyrediyorum. Kadını seyretmiyorum; orada kendimi görüyorum. Seneler geçiyor, bak rol bana geliyor. İçim istiyor çünkü. İçimin, kalbimin istediği roller hep bana gelmiştir. Nasıl oynamam Gencay Hanım deyip AKM’de oyunu nasıl seyrettiğimi anlatıyorum. Bu rolü benden başkası oynayamaz ki! Ferhan Şensoy koyuyor sahneye. Keşanlı Ali’yi Erhan Yazıcıoğlu oynayacak, İzmarit Nuri de Savaş Dinçel’dir inşallah diyorum. Bir bakıyorum o! İnanılmaz, kadroyu da ben yapıyorum. Aşkıma bak! Neyse, provaya giriyoruz. Ferhan ilk provada dedi ki: “Arkadaşlar yazar oyunu manzume gibi öyle iyi yazmış ki noktası virgülü değişirse bozuşuruz. Ekleme, çıkartma yapamazsınız”. Ona saygı duyacaksın. Ezberde bir de o zorluğu yaşıyorsun, taşırmamaya çalışıyorsun. Neyse oynarken bir sancı başlamasın mı, ben dayanamıyorum. Oyun bitince Hazım Körmükçü ile doğru Cerrahpaşa’ya gittik. Böbrekte taş varmış. Acil ameliyat dedi doktor. Ama oyunum kalacak falan dedimse de, ben Keşanlı meşanlı anlamam dedi doktor. O tiyatroyu seven adam. Başka böbrek yok, tek böbreğim zaten. E ben provadayım, oyunum ne olacak? Funda var, o çıkacak. Biletler satılmış. Ona da Zeynep rolüne çıkacaksın dediler. Ameliyatı oldum, kısmet değilmiş, 4 Ekim’de perde açılacak… Derken haber geliyor, “Suna ablanın alternatifi yok. Bunu bir başka oyuncu oynayamaz. Bir an önce iyileşsin”. Oyunun metni yastığımın altında zaten. Üçüncü haftada sahnedeydim. Daha nekahet döneminden çıkmamışım. Ezberim hazır gideyim ki diğerlerini geciktirmeyeyim diye sürekli çalışıyorum hastanede. Bir gidiyorum, içinde papatyalar olan plastik bir oturakla karşılıyor arkadaşlar. Espriye bak. Gel de oynama ondan sonra.
Siz ne kadar aktarabildiniz kendinizi gençlere, usta-çırak ilişkisini sürdürebildiniz mi?
O niyetle kitap yazmaya da kalktım. Macide Tanır’ın kitabı bitirdi beni, mahvetti, öldürdü. Çok seviyorum o kadını. O ne güzel şey. Biraz ara olsun, millet o kitabı sindirsin dedim. Macide Hanım’ın ardından Suna Pekuysal çıkardı, denmesin istedim. Ama sonra bir de baktım herkesin hayatını anlatan kitaplar çıktı. Ömrüm olursa belki daha sonra. Ders kitabı gibi olmalı bizim kitaplarımız.
İbrahim Refik’in “Başarı Öyküleri” adlı kitabında “İstanbul Şehir Tiyatroları’nın emektar yıldızlarından Suna Pekuysal, sahnenin tozunu, çocuk yaşta yutmaya başlamıştır. Fakat bu tiyatro sevdalısı küçük çocuk sadece kendi oynadığı oyunlarla ilgilenmez. O sıra büyükler için oynanan bütün piyesleri de ezberler. Tek amacı vardır, oyunculardan biri hastalanır veya başına bir şey gelir de başkası aranırsa rolünü kapabilmek…” diye yazıyor.
Bütün piyesi ezberlerdim. Bütün kadın rolleri bendedir. Ben odada oturmam hiç. Orada lak lak, dedikodu olur. Orada konsantre olamam. Kuliste otururum hep. Oradan kopmam lazım ki oyunuma gireyim. Öyle paldır küldür sahneye çıkılmaz çünkü. Önceden hazırlığımı yapmam lazım. O alışkanlığım da kuliste çok seyretmekten geliyor galiba. Büyükler kulis faresi koydular adımı. Allah’ım Ya rabbim ne zaman birisi hastalanacak da ben çıkıp oynayacağım, kendimi göstereceğim? Biz figüranız, daha rol verilmedi bize. Sıra mı gelmiyor, uygun rol mü yok? Kadroya da alınamıyorum sekiz sene. Seneler sonra bir hocam “sen burada mıydın kız?” dedi. “Ben hep buralardaydım hocam”. Ağlamayan çocuğa meme yok. Yakalarına yapışacaksın, çaba vereceksin ama rol kendiliğinden gelir, o ayrı. Ben yukarıya çok inanırım. Allah isterse olur derim. Fakir Baykurt hastasıyım. Tırpan’ı okuyorum. Ay, gece yatıyorum rüyamda oradaki kadını, Uluguş Nine’yi görüyorum. Çok dehşet bir kadın, bilgi ana. Ay dedim, bu ne güzel oynanır. Okurken kaçırırım ben kitabı. Bir bakıyorum okurken yine Uluguş Nine’yi oynuyorum. Ben o kitabı genç kızken okumuştum. Seneler sonra, 1979’da bir telefon; Taner Barlas: “Suna’cığım ben iki senedir Tırpan’ı oyunlaştırmaya çalışıyorum. Orada Uluguş Nine rolü var, seni ona düşündüm”. Ben çığlık çığlığa, “hayır katiyen.” “N’oldu, neden?” “Nasıl olur, katiyen oynayamam, korkuyorum.” İyi roller gelince ben önce hayır derim. O korkum vardır. O korku olduğu için oyunlarımı güzel çıkarıyormuşum meğer. O korku şart. “Suna sen ne diyorsun? Seni düşünerek piyes yapıyorum ben bu kitabı.” “Dur, tamam, kendime geleyim” dedim. “Ben zaten kitabı okurken o rolü oynuyordum. Bu benim rolüm, ben oynamalıyım diyordum.” “E” dedi “daha ne istiyorsun? İşte rolün geldi.” “Tatlı Çarşamba” dizisini çekiyorum o sene. İlgi büyük, orada da anayım ya. Eyvah dedim şansa bak. Ya şimdi diziyi seyreden gelip sahnede bana gülerse. Ben ne yaparım? Bu kadının gülünecek bir tarafı yok. Oyun başlasın bakalım seyirciden ne tepki gelecek. İlk gece gülmeleri duyunca ben elimdeki asayı yere vurup, seyircinin gözünün içine bakıp susturuyorum. İşte bu, sahne hâkimiyeti. Kimse ondan sonra bana gülemedi. Derken darbe oldu, 12 Eylül. Manga askerle oynuyoruz biz. İkinci sezonda oyun kalktı. Uluguş Nine sonra çok ödül aldı ama ilki, o sene verilen Avni Dilligil Ödülü’dür. Şehir Tiyatroları’nın da ilk ödülüdür. Büyükler kaldırmışlar ödülü çünkü.
Sizin Ordu için ayrı bir öneminiz var. Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu kurulduğunda perdeyi eşiniz Ergun Bey’in sahneye koyduğu ve sizin konuk oyuncu olarak yer aldığınız “Hülleci” ile açıyor.
Muhsin Hoca konuk oyuncu olarak beni, tiyatroyu kurmak için de Ergun’u gönderdi. Uğur Görsoy, Hoca’dan Ergun’u istiyor. O mimar, bize lazım diyor. Biz yeni evliyiz. Balayı yerine oraya gidiyoruz. On dokuz gün içinde Halkevi’ni tiyatroya dönüştürüp perdeyi açtı Ergun. Ben kadınların başındayım. Ordu pazarından kostüm ayarlıyorum onlara. Oyuncuların hepsi öğretmen. Onlar da aynı statüye getirildi Şehir Tiyatrosu ile. Karadeniz turnesine çıktık. Hopa sınırına kadar gittik. Dört tane varil üstüne kalas koyup öyle oynuyoruz. Sahne yok, sinemalarda oynuyoruz. Ne güzel günlermiş o günler. Tiyatroyu ayağa götürüyoruz. Bak şimdi Bölge Tiyatroları dolup taşıyor. Biraz eziyet çekilecek, biraz aç kalınacak tiyatrocu olmak için. Sallabaşını, al maaşını olmaz. Hiç tiyatrodan zengin olunur mu? Yoldan geçen bugün oyuncu olursa, şimdi ona tiyatrocu mu denecek? Şu tiyatrodayım, gel beni seyret diyor üstelik. Tabii bu bir süreç, geçecek. Asıl tiyatrocular ayakta kalacak.
“Sanatçının emeklisi olmaz” ve “sahnede ölmek istiyorum” sözleriyle tiyatroya ve sanata olan sevginizi ve oynamanın sizin için yaşamak anlamına geldiğini söylüyorsunuz aslında.
Oyuncuya bırakın onu n’olur. Kendi isteğimle ayrılayım. En verimli çağında emekli ediliyorsun. Konuk oyuncu oynatılmıyor. Toron Karacaoğlu yetmiş dört yaşında zımba gibi oynuyor. Saltuk Kaplangı emekli, oyunları yok. Emeklilikten sonra üç oyun çıkardım. “Hasır Şapka”, “Ahududu”, “Sultan Gelin”. “Siz beni kâğıt üzerinde emekli edebilirsiniz ama ben kapıdan çıkar, bacadan girerim” dedim. Nitekim girdim de. Rol istiyorum dedim, verdirttim. “Ben çalışmak istiyorum Kenan Bey (Işık)” dedim. Üç sezon kapalı gişe oynadık sonra. Artık son oyun, bitiriyoruz. Sahneye çıktım, bir baktım salon taşmış. Seyirciler sahneye çıkılan merdivenlere oturmuşlar. İç içe, birbirimizin nefesini duyacak kadar yakın. Öyle bitirdik biz oyunu…
Ama ne söz bitiyor, ne oyun aslında. Emeklilik için gün sayan nice genç varken Suna Pekuysal’ın tiyatro yapma isteğini ne yapacağız? Seyirci kalanların gözlerinin içine bakıp en iyisi bir kez de biz söyleyelim:
“Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey, oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat”…