Zehra İpşiroğlu
Mizahla Direnme: Aziz Nesin’in Tiyatro Uyarlamaları
Aziz Nesin İbsen’in “Halk Düşmanı” sahnelendiğinde bu oyunla ilgili olarak kaleme aldığı “Yurt Hainleri, Halk Düşmanları” adlı yazısında şöyle yazıyor: “Bir sabah sokağa çıksak ki bütün insanlar geri geri yürüyor. İnsanların başları tersine dönmüş, yüzleri sırtlarının olduğu yanda… Her şey tersine dönmüş, her şey tepetaklak, her şey baş aşağı… Duvarlardaki afişlerde şöyle yazılı: “Ters yürümek yasaktır”, “Yurttaş doğru yürü”, “Allah doğru yürüyenlerden yanadır”, “Ters yürüyenler halk düşmanıdır”, “Geri geri gidenler vatan hainidir”… (A. Nesin, Korkudan Korkmak, İstanbul 1988, s.107)
“Normal yürüyenlerin ters yürüdüğü sanılan böyle bir varsayımsal dünyada olsak ne yaparız?” diye soruyor Aziz Nesin bu yazıda. “Terse dönmüş değiliz, çarpık değiliz, tepetaklak değiliz. Her zaman yürüdüğümüz gibi yürüyoruz gene. Biz böyle giderken bize doğru geri geri giden polisler yakalayıp bize soruyor: ”Neden ters gidip de suç işliyor, yasaları çiğniyorsun? Yanıtlıyoruz: “Geri yürüyen ben değilim sizsiniz”… Önüne çıkarıldığınız yüzü sırtına dönük yargıç, neden yolda ters yürüdüğümüzü soruyor. Ters değil doğru yürüdüm. Suçlanıyor ve cezalanıyoruz.
Aziz Nesin’in öykülerinde ve oyunlarındaki mizah anlayışı yanlış giden, ters giden bir şeyleri görmemizi sağlıyor. “Nötron Bombası” yazısında olduğu gibi okuyucuyu kolaylıkla tuzağa düşürecek bir alaylamadan, kara mizaha kadar mizah ve taşlamanın bütün renklerinden ve boyutlarından yararlanıyor. Ama onun mizahının en temel özelliği gerçekçiliği… “Yurt Hainleri, Halk Düşmanları” yazısındaki tersine dönmüş dünya imgesi de çok gerçekçi. Bunu bugün her an her dakika yaşıyoruz. Ama şu var ki aka sürekli kara, yalan ve dolana doğru denildiği bir ortamda öyle bir an geliyor ki, gerçekleri göremez oluyoruz. Ya da görmek işimize gelmiyor. Bir tür körleşme diyebiliriz buna. Bir masal vardır bir köyün önünden suyu zehirli bir dere akar. Ali adında bir köylü bir dervişten suyun zehirli olduğunu öğrenince köylüleri uyarır, kimse aldırmaz. Ali bunun üstüne köyünden ayrılır, yıllar sonra döndüğünde köylülerin hepsinin delirmiş olduğunu görür. Her şey ters yüz olmuştur çünkü, iyiye kötü, kötüye iyi derler, iki kere ikinin beş olduğunu iddia ederler. Ali’yi doğruyu söylediği için deli diye alaya alırlar. Ali ne yapacağını şaşırır, o da diğerleri gibi mi davranacaktır, yoksa başka bir şey mi yapacaktır, masalın sonu bu noktada açıktır….
Aziz Nesin körleşme ya da delirme semptomunu topluma giderek egemen olan baskı ve korku atmosferiyle açıklar. Korkuya karşı en kolay savunma yöntemi de o korkuyu yaratan egemen güçlerle uyum sağlamaktır, otoritelere boyun eğmektir, tabulara baş eğmektir ve baskılı güçlerle özdeşleşmektir. Böyle bir iktidarın ideolojisi de şudur: Düşünme yerine inanmak… Aziz Nesin’in seksenli yıllarda yazdığı “Korkudan Korku” yazısı bugün her zamankinden daha güncel. Yaratılan korku atmosferi bir tür kabullenmeye, kabullenme de körleşmeye yol açıyor. A. Nesin’in amacı da mizah yoluyla güldürerek gözlerimizi açmak…
Kökenini korku ya da konformizm ve çıkarcılıkta bulan körleşmeye karşı en iyi panzehir mizah olduğu için de özellikle eğitim ve öğretim alanında mizaha şiddetle karşı çıkılıyor. Aziz Nesin’in yapıtlarının 100 Temel eserde yer almaması buna tipik bir örnek veriyor. Bugün özellikle Anadolu’daki okullardaki çocukların pek çoğunun Aziz Nesin gibi evrensel bir mizahçının adını bile duymadıkları dikkati çekiyor. Aziz Nesin mizahın eğitimden dışlanmasını sorununu yazılarında önemle vurguluyordu. Yetmişli yıllarda okullarda Dickens ve Gogol’un kitapları yasaklanırken “milli terbiyemize aykırı, ahlak, aile, hatta cemiyet değerlerimizi yıkmaya matuf “kitaplardan söz ediliyordu. (A. Nesin, Çuvala Doldurulmuş Kediler İstanbul 1985). A. Nesin eğitim sorunlarımızı eleştirdiği “Şimdiki Çocuklar Harika” kitabını bir yarışmaya gönderdiğinde tanınmış yazarlardan oluşan jüri üyeleri bu kitabı “bir çocuk kitabına uygun olmadığı” gerekçesiyle yarışma dışı tutmuştu. Bunun da otosansüre tipik bir örnek verdiğini söyleyebiliriz.
Umberto Eco “Gülün Adı” romanında Ortaçağ dünyasını bir polisiye kurgu içinde anlatırken, gülmeye cinayetlerle sonuçlanan bir savaş açan bağnaz bir din adamını anlatır. Gülmenin korku duvarını kırabilecek yapıcı bir gizil gücü olması özellikle bağnaz dincilerin gözünü korkutur. Bu korku da ancak şiddet aracılığıyla engellenebilir. Bu nedenle tek çözüm gülmeyi savunan her şeyi yok etmektir.
Aziz Nesin gülmecenin baskılı yöntemlere ve diktatörlüğe karşı nasıl bir görünmez savaş aracı olduğuna değinerek “savaş tanrısının yüzü neden o kadar asıktır?” diye sorar. “Çünkü savaş tanrısıdır. Savaş tanrısını güldürürseniz, o zaman da savaş kalmayacaktır… Savaşan iki ordunun bütün askerlerinin karşılıklı güldüğünü düşününüz; işte o zaman savaş dünyanın en gülünç olayı olur. Gülen insanlar savaşamazlar”. (A. Nesin, Faşizme Karşı Gülmece, Sanat Yazıları, İstanbul 2011).
Taksim Gezi direnişinde de mizah önemli bir yer tutuyordu. Zaten Gezinin kendisi de geniş çapta bir mizah potansiyelini barındırıyordu. Gezi olaylarının daha önce bir tiyatro oyunu olarak sahneye konup alıştırma yapılmış olması iddialarından bu olayları yönlendiren dış kaynaklı komplo teorilerine kadar uzanan suçlamalar usta bir mizahçıya çok malzeme veriyordu. Dilin bir silaha dönüştüğü, değerlerin altüst edildiği, insanların beyinlerinin yıkandığı, aka kara karaya ak denildiği bir ortamda spontane bir mizah gelişmişti ve önemliydi. Ama bence yine de yeterli değildi, Erdoğan’ı bir bıyıkla Hitlere benzetmek o anda bir direniş duygusunu dile getirse de spontane bir buluş olarak kalıyordu sadece. Bu bağlamda genç mizahçıların Aziz Nesin gibi hala güncelliğini koruyan büyük bir ustadan öğrenecekleri çok şey olduğunu düşünüyorum.
Aziz Nesin’in mizah anlayışının hiçbir sınır, hiçbir tabu tanımayan özgürleştirici gücü hem çevremizi kuşatan ve bizi tedirgin eden insanlara, durumlara olaylara, gönderme yapar hem de zaman zaman çuvaldızı bize de batırarak canımızı iyice yakar. Güldürünün özgürleştirici gücü olaylarla aramızda belli bir uzaklık kurulmasını ve şöyle bir soluk almamızı sağlarken, vurucu yanı iyiden iyiye tedirgin edebilir bizi. Çünkü kimse kendi karikatürünü görmek istemez, daha somut bir deyişle başkalarına gülmek kolaydır, kendimize ise asla.
Aziz Nesin’in güldürü anlayışındaki çok sesliliğinin tiyatroya yakın olduğu söylenebilir. Ünlü Sovyet yazın kuramcısı Michael Bakhtin egemen güçlere karşı koymaya, direnmeye dayanan halk güldürüsünün kökenlerine “karnaval ve edebiyat” tanımıyla iniyor. Ortaçağdaki karnaval gösterilerinde kiliseye karşı çıkan halk güldürüsünden yola çıkan Rabelais, Cervantes, Dickens ve Dostoyevski’nin romanlarını inceliyor. “Gargantua”da kilisenin, “Don Kişot”da şövalye kültürünün parodisi yoluyla oluşan iki seslilik söz konusu kültürlerin hem gösterilmesi hem de çarpıtılarak alaya alınması anlatıcı ile yarattığı kişilik arasındaki ikilik, on dokuzuncu yüzyıl romanlarında, örneğin Dickens’da karşıt söylemlerin, düşüncelerin, ideolojilerin birbiriyle çatıştığı bir çok sesliliğe dönüşüyor. Kökenlerini halk kültüründe, halkın egemen güçlere başkaldırısında bulan bu çok seslilik Nesin’in yapıtlarında belirgin bir biçimde ortaya çıktığı gibi mizah anlayışı halk tiyatrosuna, Meddah geleneğine de çok yaklaşıyor. Yapıtlarındaki anlatıcının yazarın sesiyle buluşan, sonra ondan gene uzaklaşan, sürekli rol değiştirerek değişik kimliklere girerek öykü kişilerine hem içerden hem dışardan bakan çok yönlü kişiliği bu geleneğin uzanımlarını sergiliyor. Anlatıcı bir bakıyorsunuz kişilerden biri gibi oluyor, bir bakıyorsunuz araya uzaklık koyarak onlardan uzaklaşıyor, okuyucuya göz kırparak, okuyucuyla birlikte canlandırılan tipi alaya alıyor ya da gizlenerek onu şaşırtıyor. İşte Nesin’in yapıtlarının tiyatromsu niteliği de özünü direnişte bulan bu çok seslilikten kaynaklanıyor.
Gördüğüm çeşitli tiyatro uyarlamaları içinde beni en çok etkileyen Genco Erkal’in uyarladığı “Birtakım Azizlikler” olmuştu. Tek kişilik bir meddah gösterisini andıran bu uyarlamada Genco Erkal bir eğlence havası içinde kâh izleyicilerle söyleşip konuşarak, kâh dans edip şarkı söyleyip oynayarak toplumumuzdaki çeşitli insan tiplerini canlandırıyordu. Bir bakıyorsunuz sözüm ona bir aydın olmuş, bir bakıyorsunuz içi geçmiş bir bürokrat, bir bakıyorsunuz gölgesinden bile korkan bir vatandaş… Bu tek kişilik gösteride sahne birden kalabalıklaşmaya başlıyor. Üç kâğıtçı iş adamı, din sömürücüsü, köşe dönücü, laf ebesi, politikacı bütün bu tipler çeşitli söylemlerin, ideolojilerin sözcüleri olarak birbiriyle çatışırken, baskıcı ve otoriter bir toplumdan çarpıcı anlar yakalanıyor.
Bu uyarlamadaki dramaturjik kurgu Nesin’in yapıtlarının özünü oluşturan bu çok sesliliğe dayanıyor. Bu çok seslilik toplumumuzda egemen olan otoriter düşünce biçimlerinin, söylemlerin, ideolojilerin, geleneklerin bizleri nasıl güdümlediğini açığa çıkartıyor. Sözgelimi bir yakınmayı dile getiren “nereye gidiyoruz?” ya da “biz her şeyi hükümetten bekliyoruz” ya da “olgun kişi nerden gelip nereye gittiğini bilendir” gibi günlük yaşamda üzerinde hiç düşünülmeden kullanılan kalıplaşmış deyişler otoriteyi içselleştirmiş bir vatandaşın ağızında tam bir saçmalığa dönüşüyor: “Eğer bizler birer yurttaş olarak nereye gittiğimizi bilmezsek, hükümet nerden bilsin? Biz her şeyi hükümetten bekliyoruz. Şurası bir gerçek ki hiçbir hükümet ne kadar geniş polis kadrosu olursa olsun gene de ayrı ayrı her yurttaşın nereye gittiğini bilemez… Demek ki biz emniyet makamlarına yardımcı olmak için birbirimizi izleyerek her yurttaşın, hatta kendimizin nereye gittiğimizi bildirmeliyiz ki hükümet ona göre nereye gidildiğini bilerek gereken önlemleri alsın”.
Uyarlamada Genco Erkal’ın zaman zaman yazarın sesini duyurarak, zaman zaman anlatıcı ya da canlandırıcı rolüne girerek dans, pantomim, Karagöz oyunu, grotesk oyunculuk gibi anlatım ögeleriyle canlandırdığı çeşitli tipler hem toplumsal sistemdeki çürümüşlüğü sergiliyor hem de tek tek bireylerin sistemin temelini oluşturan devlet baskısı, din sömürü, otoriter eğitim, polis, korku, şiddet içeren otoriter söylemi ne kadar içselleştirdiğini açığa çıkartıyor. Ama canlandırılan kişiler hiçbir zaman kendi başına bir bağımsızlık kazanmıyorlar, her biri bütünün parçaları olarak içinde yaşadıkları ortam ve koşulların ürünü olarak ortaya çıkıyorlar. Böylece birbirinden bağımsızmış gibi görünen tek tek bölümler ve bu bölümlerde çıkan insan tipleri tıpkı bir yap boz oyunu gibi birbiriyle bütünleşiyor.
Aziz Nesin’i okurken kimi yapıtında yeterince ayırdına varmadığımız bu söylem zenginliğinin sahne yorumunda en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkması, dahası okurken bize çok düz ya da basit gelen bir metnin bile bir anlam kazanması bu metinlerin ne kadar teatral olduğunu gösteriyor. Örneğin “Kendi Var Adı Yok Ülkesi” masalında canlandırılan astığı astık kestiği kestik zorba sultanın dağıttığı ödülleri almak için birbiriyle yarışan inek, katır ve eşek masalında olduğu gibi. Canlandırılan hayvanların birden gerçekten tanıdığımız insanlara, söylem ve davranış çeşitlemelerine dönüşmesi metnin kendi içinde var olan ama okurken yeterince çıkmayan boyutunu ortaya çıkartıyor. Böylece Aziz Nesin’in yapıtlarının özünü oluşturan çok seslilik sahne yorumunda iyice netleşiyor. Buna bir de tiyatronun sosyal boyutu, birlikte oyun izleme, birlikte gülme olgusu eklenince bu tek kişilik gösteri toplumsal bir karşı koyma hareketine dönüşüyor.
Aziz Nesin’in öyküleri ve romanlarından bazılarını kendisi tiyatroya uyarlıyor. Örneğin en çarpıcı uyarlamalardan biri olan “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” oyununu “Yaşasın Memleket” adlı öyküden uyarlamıştı. Bürokrasi olgusuna çarpıcı bir eleştiri getirdiği bu uyarlamanın kilit noktası yaşadığımız gerçeğin belli çıkarlar doğrultusunda çarpıtılarak kurgusal bir gerçek yaratılmasıdır. Gerçekle kurgusal gerçek arasındaki çatışma bu uyarlamanın dramaturjik yapısını oluşturur. Kanımca öykü yer yer aşırı derecede uzayan ve dağılan tiyatro metnine oranla daha başarılı. Bu açıdan bu oyunu yeniden sahneye koyacak bir yönetmenin güncel olayları da katarak yeni bir dramaturji çalışması yapmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu uyarlamada bürokrasi çarkının nasıl kişiyi yok eden bir mekanizmaya dönüştüğü anlatılır. Nüfus kağıdı olmadığı için sürekli ezilen Yaşar’ın öyküsüyle Devletin bireyi nasıl kendi çıkarları için acımasızca kullandığı gösterilir. Devlet işine geldiği zaman Yaşar’ı var sayar, işine geldiği zaman yok. Nüfus kağıdı olmadığı için okula gidemez, ama askere yazdırılır. Ya da babasının vergi borçlarını ödemesi gerekir ama babasının vasiyetinden yararlanamaz. Sonunda delirecek duruma gelen Yaşar memura hakaret yüzünden hapse düşer. Bürokrasinin hizmetinde çalışan insanların tümü neden Yaşar’a karşıdır? Nüfus müdürü, bölük komutanı, miras işleriyle uğraşan avukat deli ya da sadist insanlar mıdır? Aziz Nesin onların sadece birer emir kulu olduğunu gösterir. Hiyerarşik bir yapılanma içinde devlet otoritesinin mutlak savunucuları ve bekçileri haline gelmişlerdir. Böylece Aziz Nesin çeşitli toplumsal katmanlardan ve mesleklerden kişiler aracılığıyla vatandaşı kendi çıkarı doğrultusunda alabildiğine sömüren bir sistemi sorgular. “Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz”daki otoriter devlet mekanizması insan haklarını hiçe sayıldığı bir toplumun modelini çiziyor.
Bu yazı çerçevesinde getirdiğim örnekler Aziz Nesin’in güncelliğini gündeme getiriyor. Bu güncellik sadece otoriter ve baskıcı sistemden kaynaklanmıyor, Aziz Nesin’in konuyu ele alış ve işleyiş biçiminin de bunda payı çok büyük. Yazar gülünç bir durumdan yola çıkarak bunu belli bir mantıksal çizgi içinde öyle biçimlendiriyor ki okuyucuda ya da izleyicide eleştirel bir bakışın uyanmasını sağlıyor. Daha somut bir deyişle günlük yaşamda karşılaştığımız, üzerinde pek durmadan gülüp geçtiğimiz ya da yani kanıksadığımız, dahası körleştiğimiz için farkına bile varmadığımız bir durumu gülmece ve taşlama yoluyla yabancılaştırarak gözler önüne seriyor.
Çağdaş Batı edebiyatında Franz Kafka’dan Vaclav Havel’e kadar uzanan bir çizgi içinde bireye yaşam hakkı tanımayan otoriter yapılanma bireyin çıkarlarını korumasını gereken otoriter kurumların onu kısır bir döngüye sürüklemesi, bürokrasinin bir baskı, şiddet ve güç aracına dönüşmesi vb. izlekler sık sık işlenmektedir. Bireyin çıkmazları kimi kez Kafka’nın öykülerinde ve romanlarında olduğu gibi iç bakışla bir karabasana dönüştürülerek, kimi kez de belli bir uzaklık kurularak güldürü, karagüldürü taşlama aracılığıyla dile getirilmektedir. Kafka’da bireyle toplum arasındaki çatışma öylesine iç içe girer ki alımlayan bir labirentin içinde bulur kendini. Kafka’nın metinlerinin çoğulcu okumalara olanak tanıyan boş alanlarla dolu olması bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Aziz Nesin’in metinlerinde ise taşlama türüne özgü olan dıştan bakış egemendir. Canlandırdığı dünya ne kadar ölümcül olursa olsun alaycı ve eleştirel yaklaşımı anlatılanla aramızda belli bir uzaklığın kurulmasına yol açar. Böylece gülmece ve taşlama yoluyla düşünsel bir alımlama sürecinin içine çekilmiş oluruz.
.