Hazal Şahin’in Tilbe Saran ile yaptığı bu röportaj ilk olarak KafkaOkur dergisinde yayınlanmıştır.
Yaşanacak hayat damarda durmaz! Geride kalanlar bizi daha akıllı ve şefkatli yapmıyorsa işe yaramamış demektir. Dönüşüm büyük laf “son gününü görmeden kimseye mutluluğa erişmiş deme” der ya Kral Oidipus’da Sophocles ben de ancak sona vardığımda neler yaşadım kamil olabildim mi anlayacağım.
Tilbe Saran
HAZAL ŞAHİN: Mesleğe ilk başladığınız yıllardaki Tilbe’ye dönüp baksanız ilk hatırlayacağınız şey ne olurdu?
TİLBE SARAN: Heyecanı, sahnede olup biten her şeyi adeta bir mucize zannetmesi, her an ölüm tehlikesi varmışçasına debelenmesi…
HŞ: Bugüne kadar hayatınızda dönüm noktası diyebileceğiniz, genellikle filmlerde görmeye alışık olduğumuz “hayatımı değiştirdi” dediğiniz bir anınız var mı?
TS: Bu topraklarda hayat her an asla öngörülemeyecek biçimde değişiyor zaten, yani her gün ayrı film! Sabah kalkıyorsunuz İstanbul sözleşmesi iptal, Gezi bilmemne vakfı cenaze işlerine tahsis, dolar 8, seçtiğin milletvekili düşmüş, oraya buraya kayyum atanmış….
HŞ: Herkesin aynı özveriyi göstermediği bir işin içinde bulunmak durumunda kaldığınızda çözüm önerileriniz neler oluyor?
TS: Kendi yapabileceklerime odaklanmak, eskiden diğerlerinin işini de yüklenmeyi marifet sayardım!
HŞ: 1995 yılında “Şehir Tiyatroları’nın politik kaygıları, sanatsal kaygılarımın önüne geçtiği için oradan ayrıldım ve üniversiteye döndüm’’ demişsiniz. O yılları ve kararınızı vermede nelerin etkili olduğunu merak ediyorum. Biraz da şu yüzden soruyorum bu soruyu; sanılıyor ki tanınan bir isim olduktan sonra ancak böyle radikal kararlar alıp kendimizi yüksek sesle ifade edebiliriz, ama o yıllar sizin için de her şeyin yeni yeni geliştiği yıllardı sanırım. Nasıl gelişti olaylar?
TS: Tabii daha yeni girmiştim Şehir Tiyatrolarına. Sanatın değil gündelik politikanın bulaştığı bir yerde özgür ve keyifle çalışamayacağımı büyük bir şaşkınlık, hayal kırıklığı ve isyanla keşfettiğim bir toplantının ardından hiçbir şey düşünmeden istifa edecek kadar saftım. İnsan denen varlığın ne kadar karmaşık ne denli karanlık, bir o kadar yaralı, kırılgan ve acımasız olabileceğini bilmiyordum. Kurumların da kendine özgü dinamikleri olduğunu içinde yaşadığı kültürden azade olmadığını anlayabilecek deneyimden yoksundum. Ama maddi bir kaygım olmadığı için de seçme özgürlüğüne sahiptim. Kariyer planı filan hesap edecek bilincim de yoktu. O yüzden sabah körü kapısına gidip istifa dilekçemi bıraktım. Şimdi düşününce yukarıdaki sorunuza verilebilecek bir yanıtı da buldum galiba… Hayatım sonrasında filmlerdeki gibi değişti.
HŞ: Herkesin gelir düzeyi düşünülmeksinizin, potansiyel tiyatro seyircisi olabilmesi ve tiyatro sanatının lüks olarak algılanmadığı bir kültür politikası nasıl izlenmeli sizce?
TS: Önce sanatı bir ihtiyaç olarak gören bir toplum oluşturacak dinamiklerin geri kazanılması gerek ki bu talep idarecilerin başını çeviremeyeceği yüksek seste çıksın. Sağlıklı, mutlu insanların ülkelerinde şiddetsiz iletişimin temelinde sanat paylaşımı var. Yani bu hayal kutuplaşmaktan medet ummayan toplumun topyekûn iyilik halinde olmasını düşleyenlerle mümkün olabilir. İpliği iğnesi olamayan cumhuriyetin bile kültür politikası vardı. Yani niyet olursa gerisi aşılır. Kısacası Kamusal tiyatro mümkündür.
HŞ: Çalışırken içinden çıkamadığınız, çözemediğiniz, hala da aklınızda kalan bir karakter var mı? Varsa böyle durumlarda nasıl yollar arıyorsunuz?
TS: Anlamlandırmakta veya anladığım gördüğüm halde yapmakta zorlandığım karakterlerde yakın arkadaşım olan iki psikologla sohbet ederim. Genellikle o sohbetlerde kendi zaaflarımı veya engellerimi keşfeder ve durumu çözecek anahtarı bulurum. Tankred Dorst’un “Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış” oyunu için Bakırköy Ruh Hastalıkları’na gitmişliğim, Molly Sweeney içi Altı Nokta Körler Okulunda zaman geçirmişliğim var, ama öncelikle yönetmenle, ekiple oyunun zamanının ruhunu, iklimini anlamak üzere birlikte çalışırım. Resimlere, fotoğraflara, hatta yemek listelerine bakarım. Mesela Tartuffe’de o yıllardaki okul menülerini merak etmiştim. Savaş oyununda Saraybosna ablukadayken en değerli değişim maddesinin yumurta olduğunu öğrenmiştik. Ha bunları bildik de ne oldu derseniz, hiç, merak işte. Ama bir yandan da oyun kişilerinin nasıl bir iklimde yaşadığını hayalinizde resmetmek önemli.
HŞ: Bir röportajınızda “sizin sloganınız ne olurdu?” sorusuna; “Derinden gel, derinden sev” demişsiniz. Bu sözün sizdeki karşılığını merak ediyorum. Ne ifade ediyor sizin için derinden gelmek, derinden sevmek?
TS: O kadar yüzeyseliz ki, o kadar tek renk, o kadar sıkıcı… Hayatı bir kristal prizmaya tutup seyredenlerle olmayı, bir konuda derin bilgi sahibi olanlarla muhabbeti arzuluyorum. Hani kafayı olmadık şeylere takanlar vardır mesela kaybolan armut çeşitlerimiz gibi… Araştırır, bulur sonra toplum çözümlemesi yapar oradan şiire, minyatüre, gündelik dile, halı motiflerine geçer…
HŞ: Altın Portakal ödül törenindeki konuşmanızda; “Sanat bir toplumun vicdanıdır.” diyorsunuz. Vicdanımız ne durumda sizce?
TS: Ağırlıktan çöktü! Bizde durum şu: Susamışsınız, bir bardak kana kana su içeceksiniz ama önce kuyu kazmanız gerekiyor! Uğraşıp didinip kuyu kazıyorsunuz, hatta sizden sonrakiler de içsin diye kuyuyu daha da büyütelim istiyorsunuz, idareciler gelip kum boşaltıyor! Ortadoğu’da sahiden coğrafya kader! Ama Prometheus da bu coğrafyadan çıktı. Yüreklerimizdeki kımıl kımıl yanan ateşi öyle bir harlamış ki bu kara günlerde bile bize ışık oluyor. Bakıyorum da nefessiz bırakılan kültür sanat alanında üretim durmuyor. Çünkü vicdan terazisine koyup hesaplaşacağımız çok meselemiz var.
HŞ: Derslerde özellikle üzerinde durduğunuz, anlatmaktan vazgeçmem dediğiniz bir hikaye/anekdot var mıdır?
TS: Her ders ayrı bir buluşma, farklı bir karşılaşma ama tekrarladığım hikayelerden biridir: Molly oyununda kör bir kadını oynuyorum, ve Molly’nin ameliyata girmeden önceki gece verilen partide kararını sorguladığı bir sahne vardı. O esnada seyircilere de benzer bir körlük deneyimi yaşatabilmek üzere 3 dakikalık mutlak karanlık yaptığımız bir sahne. Benim seyircilerin arasında dolaştığım onların bu durumla baş etmeye çalıştıkları sırada nasıl bunaldıklarını, kaygılandıklarını nefeslerinden sezdiğim ve çok da keyfini çıkarttığım bu sahnede bir gece hiçbir şey olmadı, kıpırtı bile yok, seyircinin nefesinde değişme yok, bir yandan laflarımı söylüyorum bir yandan bir yanlışlık var ne oluyor acaba diye düşünüyorum ve bir türlü mana veremiyordum ki selam sırasında oyunu izleyenlerin görme engelli olduklarını fark ettik. Eşsiz bir deneyimdi. Oyun seyircisiz oyun olmaz, tiyatrodaki ortak hayal gücü elzemdir.
HŞ: Öğrencilerinizle dersleriniz esnasında yaşadığınız, paylaşmakta sakınca görmediğiniz unutmadığınız bir anınız var mı?
TS: Kendilerini keşfettikleri anlara tanıklık etmeyi ve ummadıkları denizlere açılma cesareti gösterdikleri o tanımsız tekinsiz anlarını izlemeye bayılıyorum.
HŞ: Profesyonel tiyatro hayatına yeni başlayan gençlere bir tavsiye verecek olsaydınız ilk olarak neyi önerirdiniz?
TS: Meraklı ve sabırlı olmayı, iştahlı ve cömert kalmayı… Bir de her dem dayanışmayı.
HŞ: Daha önce verdiğiniz röportajlarınıza bakarken “Artık ne istemediğimi daha iyi biliyorum. Belki de çekici olan budur.” demişsiniz. Peki geride bıraktığınız dönemler için ne derdiniz? Hangi alanlarda bir dönüşüm yaşadığınızı söylerdiniz? Kadınlığınızı keşif sürecinizden bugünlere nelerin “esas” önemli olduğunu düşünüyorsunuz?
TS: Yaşanacak hayat damarda durmaz! Geride kalanlar bizi daha akıllı ve şefkatli yapmıyorsa işe yaramamış demektir. Dönüşüm büyük laf “son gününü görmeden kimseye mutluluğa erişmiş deme” der ya Kral Oidipus’da Sophocles ben de ancak sona vardığımda neler yaşadım kâmil olabildim mi anlayacağım. Gene de kalp kırmamak esas; okumak, öğrenmek, paylaşmak, dayanışmak, bölüşebilmek esas, şükretmek esas, razı olmamak esas, isyan esas, aşk esas, “yetmişinde bile zeytin dikeceksin mesela hem de çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından” demek esas….
HŞ: Son olarak Muğla’nın Portakallık Köyü’nde güzel dokunuşlarla bir tiyatro atölyesine dönüştürdüğünüz o alandan bahsetmek istiyorum. 15 yıldır kullanılmayan bir yeri girişimci kadın ekibiyle çok güzel bir atölyeye dönüştürmüşsünüz. Dilerim bütün belediyelere örnek olsun. Pandemiden sonra neler olacak Portakallık Tiyatro atölyesinde?
TS: Sizlerle beraber oluşturacağız Atölye Portakallık’ın programını… Ama hayaller ekmek de yoğurmak Shakespeare de karmak.