Yüksek Doz Magazinle “An”ı Yaşamak

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

Salgın süresinde bu iyice görünür hale geldi; insan basit gündelik hayatını belli rutinlerle dolduruyor. Shakespeare alışkanlığın oluşturduğu bu tür kalıpların dışına ancak şiir, aşk ve delilikle çıkılabildiğini söylüyor. Şiir ve aşkı bir arada deneyimleyenlerin bildiği üzere bu karışım başka bir evrenin duyuşuna geçme konusunda hep garantilidir. Şöyle söylemek hem şiirsel hem büyük ölçüde isabetli olabilir: Eğer karnını doyurabilmiş büyük bir çoğunluk şiir ve aşkı aynı anda yaşamında var edebilseydi insanlık kendisi için rasyonel ve barışçıl bir yola geçmek ve bu konuda karşısına çıkarılan bütün çarpıtma ve engelleri aşma kararında da büyük olasılıkla tereddütsüz davranabilirdi. Peki bu karışım, şiir ve aşk, kendi dünyamızın biricik olduğu yanılsamasından ve sıkıcılığından bizi soyup öteki insan ve alanların keşfine taşımaya yetiyorsa Shakespeare’in bunlara ilave ettiği deliliği nereye koymalıyız? Delilik denilen şeyi bir yere koyamayız çünkü o sürekli bizimle beraberdir.

Bertrand Russell Sorgulayan Denemeler kitabında bunu çok güzel anlatıyor: “1919 yılında Old Vic’te oynanan The Trojen Women (Truvalı Kadınlar) oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir Hektor olur korkusuyla Greklerin Astyanax’ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Yunanlıların bu gaddarlığını akıl almaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides’in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce, ateşkesten sonra Almanya’ ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve (sosyalizmi ilan etmiş) Rusya’ ya da abluka öngören kararı alan bir hükümete – büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: Çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi. Şair Euripides seyircilerin hayalinde aşığı canlandırmıştı. Ancak tiyatronun kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri ise deli’nin (çıldırmış katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti.”

Delilik sürekli bizimle beraber, evrimin yan ürünü olarak. Hayvansal doğamız, aklın egemenliğine tamamen girmeyi bedenimize ihanet sayıyor olabilir. Aklın dışında kalan yerlere yönelişler toplumsal yaşamı tehdit etse de bazen yaratıcılıkları, keşifleri de beraberinde getirebilir. Ama her deliliğin yaratıcılığa da eş değer olmadığını başta nörologların ve değişik disiplinlerden bilimcilerin yaptıkları çalışmalardan biliyoruz.

Bu yüksek ve bedensel enerjinin ancak yaratıcı bir kanal bulduğu şart ve rezerviyle birlikte bizi özgürleştirebildiğini söyleyebiliriz.

Şimdi şu soruyu sorup asıl anlatmak istediğimize giriş yapabiliriz: Hayatımızda bilim, şiir ve aşk gibi yaratıcı alanlar tıkandığında bu hayvani enerji nereden ve nasıl akar?

Şu an dünyada en çok kullanılan dolayısıyla en çok enerjinin aktığı kanalın ismi Tik Tok adını taşıyor. Bir milyarı aşkın bir izleyicisi var. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı aynı anda buradaki duyarlıklarla haşır neşir. Söz konusu duyarlıklar incelendiğinde şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Sıradanmış gibi davranmak ama içtenlik ve sıradanlık adına en dip köşe tuhaflıkları, akıldışılıkları sergilemek ve çok sayıda kişinin ilgisinde görünür olmak. Bu kanaldan akmayı daha çok çocuklar ve ergenler tercih ediyor.

Bir de yetişkinlerin kullandığı twitter kanalı var ki biraz önceki sayının üzerine buradaki kullanıcı sayısını eklediğinizde dünyanın beşte birine yakın bir kitleye ulaşılıyor. Bu kanalda akan enerji daha çok esprili bir biçimde laf sokmak, ayar yapmak, siyaseten doğruculuk ya da linç yapmak ve yediklerini göstermek gibi nitelikler taşıyor.

Aslında sosyal medya denilen bu kanalların yaratıcı bir biçimde kullanıldığı yerler ve anlar da var ancak genel tabloya bakıldığında dijital bir sermaye ve bunlar tarafından esir alınmış 4-18 yaş arasında çocuk kitleleriyle karşılaşıyoruz. Buralarda kullanılan mesajların kendinden ya da ötekinden nefrete varan tonunun ağırlıklı olduğu görülüyor. Bu konuda yapılmış bir çok araştırma ve rakam yine aynı yerlerde ulaşılabilir durumda. Tarihte ilk kez görülen bu çocuk kitlelerine z kuşağı adı takılmış durumda. Ancak bir kuşağa isim verilebilmesi için ( 68 kuşağı, “hey onbeşli, onbeşli” şarkısındaki 1900-1905 doğumlular ya da beat kuşağı gibi…) bir ideolojisi, kendine özgü bir eylemi, kolektif bir tavrı olması gerekliği düşünüldüğünde bu takılan ismin tam yerine oturmadığı söylenebilir.

Söz konusu kitlenin pasif tüketici tavrı ile“an’ı yaşamak” fikrinde ortaklaştıkları söylenebilir. Fakat nasıl bir “an”dır bu? “Soyut bir yarın uğruna somut bugünün fedasını” doğru bulmayanların altını çizdiği bir “an” fikrinin burada motto olduğu görülüyor. Sürekli kahvaltı ve öğle yemeği tweeti paylaşan ve bunlara baktıkça fragmanlaştırılmış bir anın içine gömülmüş bir hissediş ve bunun dilindeki deliliğin netlikle görülmesi mümkün.

“An”ı yaşamanın hakikatin derinlerine odaklanmaya davet eden o olağanüstü duyum zenginliği ile bunların tweetlerinde paylaştığı “an”lar birbirine karıştırılmamalı. Buradaki anlarda izlenen Alzheimer hastalarında izlenen geçmiş ve gelecek çekimlerinden kopmuş anlık ışık patlamaları şeklinde bir seyirdir.

Buna magazinleşme diyebiliriz.? Buradaki magazinleşme ilkin yazılı basında başlamıştı. Peki buraya nasıl gelindi? Yani artık bir milyar izleyicinin trilyonlarca paylaşımını akıttığı magazin kanallarına nasıl sıçranılabildi? Tarafsızca haber verme söylemi içine küçük küçük sarılan magazin süreç, günümüzde trajik over doza nasıl ulaştı?

Basın ortaya çıktığı ilk andan başlayarak hiç bir döneminde tarafsız olmadı. Genel olarak basın modernleşme denilen kapitalistleşme sürecinde ortaya çıktı. Bu sınıfın ideolojik bir aygıtı olarak gelişti. Dünya ve doğası, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış her gün yeni olaylar bir sel gibi akarken gazete denilen olgu bunlara yorumlarla bazen enformasyon bazen de ideoloji şeklinde sunacak bir form buldu ve bu magazinleşme olgusu 17. Yüzyıl’ da insanın bir parçası oldu.

Taraflılık günümüzde çatışan sınıfların varlığına bağlı olarak kaçınılmaz. Tartışma aslında felsefe ve sanatta olduğu gibi gerçeklik tanımı etrafında yapıldığında doğru bir yere taşınabilir. Gerçekliğin her gazetede ait olduğu sınıfın ihtiyaçlarına göre eğilip bükülmesi, abartılması ya da üstünün örtülmesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak sorun bir süre sonra gerçeğin üstünün örtülmesi, üretilmiş olanın gerçek olanı ikame etmesi ve kitlelerin bunu gerçek sanması olduğundan taraf olma halini bilme değil taraf olunurken geliştirilen biçimleri bilmek önem kazanıyor. Tartışma ya da niteleme bu çerçeveye taşınabilirse magazin ve magazinleşme asıl üstünde durulması gerekli içerik olacaktır. Yoksa taraf olma, taraftar bayrağını kimin yüksekte tuttuğu konunun esası değildir. Nitekim “yanlı ya da yandaş basın” deyiminin atası ya da öncülü sayılabilecek “sarı basın” nitelemesi de haberleri belli bir magazinleşme çerçevesinde sunma fikriyle ortaya çıkmıştır.

19. Yüzyıl’ın sonlarında Amerika’da iki büyük gazeteden birinin rekabetleri sırasında sarı elbiseli bir karton karakter yaratması ve bazı haberleri konuşma balonu gibi bu elbiseli alana yazması satışları patlatınca büyük bir buluşun gerçekleştiği fark edilerek buna bir isim veriyorlar. Sarı basın icadıyla, tek tek bireylerin haber ihtiyacı ve kültürüne giden yol (ya da kapı kapı pazarlama) dönemi ve bunun pahalı emek süreçlerinden kurtuluyorlar. Böylelikle Kitle kültürüne (ya da popüler kültüre) giden yeni bir yolu daha keşfetmiş oluyorlar. Bu daha sonra günümüzde twitter v.s ye dönüşecek olan sosyal medyanın da tohumlarını içinde taşıyan bir yoldur. Sarı basın daha sonra özellikle felsefeye düşkün Almanya’da yalancı basın anlamıyla derinlik kazanıyor ve literatüre geçiyor.

Ancak bugünkü iktidarı destekleyen gazete ve televizyonlara yandaş medya demek şu açıdan doğru değildir: Onlar yandaş da onlara yandaş diyen ve daha önce basını bab-ali’den ikitelli’ ye taşıyarak basının magazinleştirme konusunda süper lige taşıyan, yabancı basın tröstleriyle elektronik ve görsel basın altyapıları oluşturan, ve medyasının gücüyle enerjiden inşaata, tekstile, turizme kadar her alanda sermayesini büyüten ve oluşturduğu gücü uzlaşarak şimdiki sahiplerine iyi bir rakamla satan sonra da oyundan çıktığı yanılsamasını yaratan bundan önceki basın grupları yandaş değil midir?

Ya da isim vererek soracak olursak Doğan Grubu ile birlikte basını tekelleştiren Ciner, Karamemet, Dinç gibi sermaye grupları yandaş değil midir? Bankaları da olan bu gruplar bankalarının içini boşaltırken (yani rıza ile halktan toplanan paraları kendi bankalarını soyarak el koyarlarken) gazeteleri zamanın iktidarlarıyla birebir ilişki içinde değil miydi? Ya da ondan önceki dönemlerin meşhur aile gazeteleri, Simavilerin, Ilıcakların sahip olduğu gazeteler promosyonla satış arttırırken ve söz verilmiş promosyonların üzerine otururken, İlksan gibi öğretmen sandığında birikmiş paraları iç etmeğe yönelik yolsuzluklara imza atarken yandaş değiller miydi? Tüm bunlar süreklilik arz eden bir dizilimi, sistemin devam etmesine yönelik bir kurumsallığı gösteriyor.

Bunlar bilinen, üzerinde anlaşılan gerçekliklerse asıl önemli konuya magazinleşmeye yeniden dönebiliriz.

Magazinleşme meselesinde önemli konu, onun artmasıyla anlama yeteneğinin azalması arasında bir ilişki olmasıdır. Magazinleşme kolay ve hızla anlaşılma adına anlamların azaltılması tabloid hale getirilmesidir. Sözcüğün etimolojisinde malların depolanması ve sergilenmesi anlamı var. Antik Yunan dilinde gemide malların istiflendiği yer anlamında magazin sözcüğü var. Sonra Anadolu ve Araplar üzerinden her dükkanın sahip olduğu mahsen sözcüğü İspanya’ ya geçiyor. Oradan bütün Avrupa’ ya geçen magazin sözcüğü hem dükkan hem mağaza hem de basın anlamıyla magazin haline geliyor. Enformasyon da bir emtia olarak gazetelerde belli bir düzende tüketime sunuluyor. Bu yüzden bir mal olan enformasyonun bilgi anlamındaki episteme ile karıştırılmaması son derece önemlidir. Ama bütün hile de zaten bu noktada gerçekleşiyor. Magazine yüklenen değişim değeri pazarda dolaşmaya başlıyor. Dolaşım demek değişim değerinin yükselmesi demekse magazinin üretim ilişkilerinde düzenleyici bir yere sahip olduğu da iddia edilebilir.

Magazinleştirme, karın doyurma, politika, sağlık, sosyal güvenlik gibi toplumsal sorunların kolay anlaşılma adı altında indirgenmiş, duygusal unsurlarla yüzeyselleştirilmiş ve kişiselleştirilmiş anlatımlara dönüştürülmesidir. Arzu duyulan ikonlarla, suni kurtuluş yolları gösterme ve dedikodularla, bilincin yerine köreltici hasetlikler sokma işidir.

Günümüzde magazinin, daha çok ünlülerin yaşamı ve bunların ikonlaştırılması işiyle iştigal ettiğini söyleyebiliriz. İşin özü olayı kısa tutmak, dikkati zorlayacak herhangi bir düşünselliğe bulaşmamak bunların yerine bıcır bıcır bir hareketliliğin (twitter 140 vuruşluk mesaj ya da şarkı klipleri gibi) akışına kapılmak, bunun içinde oyalanmayı iyi vakit geçirmeyle karıştırmak olarak özetlenebilir. Hem eğlenirken arada insan bir sürü şeyden de haberdar oluyor hatta öğreniyordur. Bu tip iddiaların yanına bir de “trend topik” yahut kısaltılmış olarak “tt” olma hadisesi de eklenmelidir. Twitterda (yahut twitırda) bir konunun belli bir süreliğine yoğunlaşıp ilgi görmesi durumu gerçekleştirildiğinde yani 15 dakikalık şöhret de denilebilecek tt becerildiğinde söz konusu dijital ikonlaştırılma işinde belli bir ürün de ortaya çıkarılmış oluyor.

Bu terminoloji ile konuşulanlara z kuşağı isminin verilmesi sanırım bu konuya bir bilim kurgu esini katma ve sözüm ona gelişmişliğin son düzeyinin altının çizilmesi oluyor. Gelişmişlik bir yana, karşımızda dijital ve küresel sermayenin büyük bir genç kitleyi kendi rızalarıyla köleleştirmesi diyebileceğimiz bir durum var.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla