Şerif Mehmet Uğurlu’nun Zehra İpşiroğlu ile yaptığı söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
Bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz için çok mutlu olduğumu belirterek başlamak istiyorum. “Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama ” başlıklı kitabınız İkaros Yayınları aracılığıyla okurla buluştu. Öncelikle bu kitabın oluşma serüvenini kısaca sizden dinlemek isteriz.
Biliyorsunuz ben iki şehirde yaşıyorum: Köln ve İstanbul. Son yıllarda Almanya’da ve bizde izlediğim oyunlar hep ucundan kenarından günümüz sorunlarıyla hesaplaşan oyunlardı. Bunların içinden bazıları çok değerliydi, bazıları da yeterince olgunlaşmamıştı ama hepsinin bizlere söylemek istediği bir şeyi vardı, bir derdi vardı. Performans türü oyunların giderek ağır bastığı, metnin ikinci plana itildiği ya da önemsenmediği, yapı bozumun ya da design tiyatrosunun önem kazandığı bir dönemde bu tür oyunları keşfetmek hiç de kolay değildi. Yaşamla tiyatronun buluştuğu oyunlarla ilgili alımlama deneyimimi uzunca bir inceleme yazısı ya da kısa bir eleştiri yazısı olarak okuyucuyla paylaşmak istedim. Öte yandan kendim de yazarım, son yıllarda da toplumsal cinsiyet konusuna ağırlık vererek tiyatro oyunları yazıyorum. Bu kitapta da hem araştırmacı ve eleştirmen olarak tiyatroya bir dış bakışın hem yazar olarak iç bakışın ağırlık kazandığı yazılarımı bir araya getirmenin anlamlı olabileceğini düşündüm. Çünkü benim açımdan ikisi birbirinden ayrılmaz bir bütünü oluşturuyor.
Çalışmanızın ilk bölümünde kültürler arası göç ve etkileşimin tiyatrodaki yansımalarını irdeliyorsunuz. Kitapta gözlemlediğiniz oyunlardan örnekler de yer alıyor. Bugün ekonomik kriz, mülteciler sorunu, savaş döngüsünde bir buhranın içindeyiz. Bu durum halkın sanatla ilişkisine mesafeler getirdi. Sizce genelde sanatın, özelde tiyatronun mevcut durumda işlevi nedir ve ne olmalıdır?
İzleyici, özellikle bizim izleyicimizden söz ediyorum, tiyatroyu iletenlerden yani tiyatrolar, festivaller, yayınevleri vb. kuruluşlardan çoğu kez çok daha ileri bir noktada.
İzleyicin tiyatroya sadece hoş ve boş zaman geçirmek için gittiğini pek düşünmüyorum, bunun için tiyatroya gitme zahmetine katılmak gerekmiyor ki, diziler yeter de artar bile. Tabii ki star tiyatrosuna meraklı olan ya da sulu zıpır ya da yüzeysel oyunları seven izleyici de vardır, ama bizde tiyatrodan daha fazlasını bekleyen çok büyük bir izleyici kitlesi var. Bu açıdan günümüz sorunlarıyla hesaplaşmaktan kaçınmayan oyunlar özellikle çok tutuyor, bu tür oyunları kültür endüstrisi göz ardı etmek için epeyce bir çaba harcasa bile, bu böyle.
Kitapta ilgimi çok çeken bir ‘çekmece’ benzetmesi yer alıyor, (s. 64) Ulusal ve uluslararası festivaller, oyun gösterilerinde sığınmacılar, göç olgusu ve farklı siyasal atıfları olan oyunların farklı bir çekmeceye konularak kategorize edildiğini belirtiyorsunuz. Ülkemizde son yıllardaki kültürel hegemonyayı dikkate alarak Devlet Tiyatroları ve repertuvarı başta olmak üzere başkaca ne gibi kategorize edişler ve dönüşümler gözlemliyorsunuz?
Sözgelimi toplumsal cinsiyet konusunu ele alan oyunları düşünelim. Devlet Tiyatrosu Kadın Oyunları adı altında bu tür oyunlara yer verdi. Bu Devlet Tiyatrosu yapılanması içinde ilerici beyinlerin desteklediği önemli bir gelişmeydi, bu açıdan da çok sevindim. Ya da şimdi Devlet Tiyatrosu yine kadın oyunlarıyla ilgili bir oyun yazma yarışması düzenliyor. Günde iki kadının öldürüldüğü bir toplumda sanatın her alanının, tiyatroların da kadın sorunlarına kayıtsız kalması düşünülemez bence. Öte yandan Kadın Oyunları projesinin de bir çekmece olduğunu da unutmamamız gerekiyor; bu çekmecenin içinde kaldığı sürece ister istemez kısıtlı bir izleyiciye seslenecektir. Oysa bana göre bu tür oyunların kenarda köşede değil merkezde yer alması, üstünde enine boyuna tartışılması gerekirdi. Bugün bu konuda başarıyla çalışanlar bile kenarda köşede kalmayı kabullenmiş durumdalar. Kitabımda yer alan Zabel ya da Nihayet Makamı gibi çok değerli oyunlar var. Onları da tarihsel kadın oyunları çekmecesine yerleştirebilirsiniz. Yakın tarihle hesaplaşma ne kadar önemli olsa da günümüz sorunlarından bir kaçışı da beraberinde getiriyor. Tiyatromuzu etkileyen nostalji dalgası da bunun bir uzantısı. Bu da doğal çünkü bugün olup biteni çok fazla deşerseniz değil merkezde olma, çekmecede yer alma şansınız bile kalmaz.
2000’ler sonrası baskı ortamı ve kültürel erozyonun eşlik ettiği kangren olmuş bir durum da şiddet olgusu… Bunun; kadın, LGBT, kültürel kimlik gibi alt başlıklarda varyasyonlarını görüyoruz ve ne yazık ki yaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet odağında gerek bu kitabınızdaki tespitleriniz gerek yazdığınız oyunlar; bu kavramın nasıl bir farkındalık getirmesi için varlar?
Sorunuza kendi açımdan yanıt vereyim. Bu konuda son yıllarda çok yoğunlaştım çünkü. Bir göç öyküsü çerçevesinde kadının kimlik arayışını dile getirdiğim Lena Leyla ve Diğerleri oyunum yedi yıldır, Bakırköy Belediye, Devlet ve Ankara Bambu Tiyatro’sunda üç farklı yorumlarla oynuyor, Ukrayna’da da yakında sahnelenecek. Ödüller getiren ve çok tutan bir oyun oldu. Ama en önemlisi yurt içinde ve dışında izleyicinin ilgisinin büyük olmasıydı. “Ben Lena’yım siz benim öykümü anlatmışsınız” diyen o kadar çok izleyiciyle karşılaştım ki.
Ben gerçek yaşam öykülerinden yola çıkıyor, belgeselle kurmacayı harmanlamaya çalışıyorum. Belki de bu nedenle izleyici bu oyunlarda kendini buluyor. Şimdi pandemi döneminde de Duygu Asena roman ödülü alan Haneye Tecavüz’den yola çıkarak şiddet ve kadın temasını hem Anlatılamayan Öyküler adıyla dijital tiyatro hem de Yüzleşme adıyla tiyatro olarak ele aldım. Bu oyunlarda farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların iç içe geçen öyküsünü anlatılıyorum, umarım yakında izleyebileceğiz. İçselleştirilmiş ataerkilliği gündeme getiren Yüzleşme’yi ise Ankara Fareler Tiyatrosu’nda sahneliyoruz. Oyunlarımda kadınları kurban olarak göstermiyorum, tam tersine, onların ne tür güçlükler ya da engellerle karşılaştıklarını, bunları nasıl aşmaya çalıştıklarını irdelemeye çalışıyorum. Öte yandan güvenlik görevlisiyle, savcısıyla, imamıyla onları kısıtlayan toplumsal mekanizmaların da açığa çıkartılması çok önemli. Yani belgesel tiyatro aracılığıyla sorunun temellerine inmek istiyorum ki, bu birçok kimseyi korkutuyor. Konunun ciddiyetinin herkes bilincinde ama bu yeterli değil işte. Suya sabuna dokunmayan bir oyun yazarsanız tamam, o zaman kadın oyunları diye bir çekmeceye kolaylıkla yerleştirilirsiniz, her şey güllük gülistanlık sürüp gider. Ama bu konuyu bütün boyutlarıyla irdeleme gibi bir iddianız varsa sorunlar da başlıyor, bana sorarsanız o zaman da ciddi bir biçimde oto sansür devreye giriyor. Tiyatroyla ilgilenenlerin bu konuda çok daha cesur olmalarını dilerdim. Ama bu sadece yaşadığımız baskılı ortamla ilgili değil, bize kendimizi bildik bileli bize dayatılan erkeklik anlayışıyla da ilgili. Gözlemim bu konuda kadınların erkeklere oranla çok daha duyarlı olmaları. Erkeklerin içinde duyarlı olanlar bile toplumsal cinsiyet konusu söz konusu olunca çok daha çekingen davranıyorlar. Sanki bir şeyler ellerinden gidecekmiş gibi ya da bu konuda kadınlarla dayanışmaya girerlerse hemcinsleri tarafından ötekileştirileceklermiş gibi. Oysa amaçladığımız erkek ve kadının eşit olarak kabul edildiği ve kadının ezilmediği yeni bir erkeklik anlayışının geliştirilmesi. Feminizmden de anladığımız bu. Ama sanırım bilinçaltının derinlerine yerleşmiş öyle bir duygu ve düşünce biçimi var ki, bunu aşmak hiç de kolay değil. Farkındalık çok önemli ama dediğim gibi bu sadece kadınlar için değil, hepimiz için geçerli. Tiyatronun da hem görünenin ardındakini göstererek hem de insanlara dokunarak bu farkındalığı uyandırma gizilgücü var.
İ.Ü. Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünün kurucusu olarak bu sahada büyük bir misyonun sahibisiniz. Kitabınızda çok çarpıcı bir tespitiniz var. Günümüzde genç bir tiyatro bilim insanı yeni bir tiyatro bölümü kuracak olsa adında performans, dizayn, teknik ibarelerini tercih edebilir / etmeli diyorsunuz, belki de dramaturji kavramı artık geçmişte kaldı diye ekliyorsunuz. Batının günümüzde kendi öz evladı olan bu kavramı yadsıdığını mı düşünüyorsunuz? Bir diğer sorum ise son çeyrek asırdır yeni yeni bu kavramla tanışan ülkemiz özelinde olacak. Dramaturji eğitimi alanlara hem iş sahası verilmemesi hem de ödenekli tiyatrolarda oyuncu olarak bile iş bulamayışları adeta onları küstürmek ve kaderine terk etmek olarak algılanıyor.Tiyatrocular arasında bile ortak bilinç, ortak payda yok. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dramaturji tiyatronun omuriliğini oluşturuyor. Türlü çağrışımlarla dolu çok yaratıcı bir oyun yazabilir ya da sahneleyebilirsiniz ama dramaturjik temeli eksikse mutlaka hamuru tutmayan bir pasta gibi dağılacaktır. Mimari bir yapıda da önce yapının temeli atılıyor değil mi? Bu temel sağlam değilse en küçük bir depremde bile bina yıkılabilir, ne yazık ki bizler bunu en acı biçimde yaşadık. Aslına bakarsanız dramaturjik kurgu, tiyatro dışı deyişle düşünsel temel yapı ya da düşünsel tasarım her şey için geçerli. Tiyatromuzda bunun eksikliğini hep hissediyordum. Bu nedenle Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği bölümünü kurdum. Ama yanlış anlaşılmasın burada amacımız dramaturg yetiştirmek değildi. Bölümden mezun olup da dramaturg olarak çalışanlar parmakla sayılacak kadar azdır. Ama tiyatroda düşünselliği öğretmekti ki bunu başardığımızı düşünüyorum. Çünkü öğretim üyesi, oyun yazarı, yönetmen, oyuncu, dramaturg, eleştirmen, yapımcı olarak yetişen bir kuşak önemli konumlara geldi.
Ben öğrencilik yıllarında Almanya’da Berlin’de tiyatronun altın çağı sayılan yetmişli yıllarda dramaturjinin ne olduğunu öğrendim. Brecht’in Tiyatrosu Berliner Ensemble’de ya da Berlin Schaubühne’de izlediğim oyunlar bana yepyeni bir ufuk açtılar. Aradan geçen yıllar içinde Almanya’da kültür endüstrisinin de etkisiyle tiyatro alanında olumsuz bir dönüşüm oldu. Dramaturji, düşünsel tasarım ve eleştiri önemsenmemeye başlandı. Bu da yaşadığımız toplumsal ve politik gelişmelerle birlikte ortaya çıkan, kendini liberal olarak tanımlayan, ama bu arada muhafazakârlığı da iyice körükleyen bir düşünce biçimi. Batı bizler için yol gösterici ya da ufuk açıcı olmaktan çoktan çıktı. Bu nedenle Batı odaklı bakış açımızı genişleterek dünyada olup bitene bakmamız gerekiyor.
Hem Batı sahnelerini hem de Türkiye’deki örnekleri takip eden biri olarak bu postmodern dönem içinde anlam, metin, mesaj orijinli bir tiyatronun yerini performans, teknik, ve dansı önceleyen bir anlayışa bıraktığını söylüyorsunuz. Gelecekte bunun yaratacağı tehlikeler sizce ne olacak?
Az önce de söylediğim gibi izleyici bize kültür endüstrisinin dayattığı tiyatrodan çok daha ileri bir yerde. Böyle olduğu için de Almanya’da birçok arkadaşım hayal kırıklığına uğramaktan korktuğundan tiyatroya gitmek bile istemiyor. Bir hoşnutsuzluk var. Ben sanatın her zaman önde gittiğini, bize yol gösterdiği inancının yoğun olduğu bir ortamda yetiştim. Annem müzisyen ve sanat tarihçisiydi, babam da sanat tarihçisi ve felsefeciydi. İkisi de kitaplarında sanatın yol gösterici olduğu görüşünü savunuyorlar, geleceğe umutla bakıyorlardı. Bunun artık geçerli olmadığını düşünüyorum, sanat bırakın yol gösterici olmayı yaşananlara hesaplaşamıyor bile, hesaplaşanlar da yeterince görünürlük kazanamıyor ya da kenarda köşede kalıyor.
“Sanatta en güç olgu, acının resmini çizebilmek…” Bu söz size ait., (s. 102) Kitapta özellikle “Sivas 93” oyunundan hareketle toplumsal bilinci sorgulayan oyunların, metinlerin ve rejilerin bugün var olamaması, buna ilişkin bir itkinin doğmayışı, var olan birkaç çabanın da cılız kıvılcımlar olarak kalmasının nedenleri neler sizce?
Bakın Genco Erkal’ın yazdığı ve sahnelediği Sivas 93 oyunu tarihimizdeki büyük bir kara lekeyi belgeleyen muazzam bir oyun, onun için de kitabımda bu oyuna özel olarak çok yer verdim. Ama birçok kimse için bu oyun kurmacaya yer vermediği için tiyatro bile sayılmıyor. Önemli bir sorunu, konuyu ele aldığınızda didaktik ya da ideolojik olarak çok kolay ötekileştirilebiliyorsunuz. Günümüz kültür endüstrisinin aşırı tutucu, belki de gerici bir yanı var. Bu engelleri aşıp da görünürlük kazanmak hiç de kolay değil.
Son olarak okurlarınıza yeni projeleriniz ile ilgili olarak bir şeyler söylemenizi rica edeceğim.
Ankaralı izleyicilerin yakında izlemek fırsatını yakalayacakları Yüzleşme oyunumda üç kadının iç içe giren öyküsünü anlatıyorum. Psikolojik ya da bedensel şiddet döngüsü her üç kadını da birbiriyle buluşturuyor. Ancak oyunu izlerken görüyoruz ki en büyük engeli kadınlar kendileri oluşturuyorlar. Bunu gördükleri, yani adı üstünde kendileriyle yüzleştikleri anda kurtuluyorlar. Bu açıdan da umut dolu bir oyun. Çünkü sorunları aşmak büyük oranda bizim elimizde. Umarım Yüzleşme de, tıpkı Lena Leyla ve Diğerleri gibi çok sevilen ve tutan bir oyun olur ve çok insan, özellikle de kadınlar kendilerini bu oyunda bulurlar.
Yeni projem Erkeklik Hapishanesi’nde ise ataerkil toplumda bizlere dayatılan erkeklik anlayışını sorguluyorum. Yeni bir erkeklik anlayışı olabilir mi bunun izini sürüyorum bu oyunda. Yine gerçek yaşam öykülerinden yola çıktım. Araştırma sürecinde birçok kimseyle röportaj yaptım. Amacım yeni bir erkeklik anlayışının tohumlarının atıldığı dönüşüm öykülerini bulmaktı. Topladığım öykülerin içinden ikisi ön plana çıktı, onları başka öykülerle de harmanlayarak biçimlendirdim. Bu öyküleri oyun içinde oyun kurgusunu temel alan bir dramaturjik çalışma içinde oyunlaştırıyorum. İzleyiciyi de birlikte düşünmeye ve tartışmaya yönelten interaktif bir oyun olacak. Merak ediyorum bir gün bu oyunu sahnelediğimizde ne tür tepkiler alacağımızı.