Aytül Hasaltun Bozkurt
Banu, dans ederken olduğu yer her neresi ise zarafetiyle kendine iki kere baktıran, hafifliğiyle ne havaya ne de hiçbir şeye yük olmayan, o an her nasılsa gerçekten de dansında da öyle olan çok sevgili bir meslektaşım. Onu sahnede seyretmenizi çok isterim. Bu sene Uluslararası WOW (Women of the World) Festivali’nin İstanbul ayağındaki konuk sanatçılarından biri oldu. Geçtiğimiz ayın oldukça yoğun kadın gündemi içinde bu festival, sanat aracılığıyla bir araya gelmemizi sağlayan ve unuttuklarımızı ya da gözden kaçırdıklarımızı işaret eden önemli bir festival oldu.
– Katıldığın festivalin içeriğinden, düzenlenme amacından biraz bahsedebilir misin?
WOW Festivali ilk kez 2010 yılında WOW Vakfı Kurucusu ve Direktörü Jude Kelly tarafından Londra’da düzenleniyor. WOW Vakfı, toplumsal cinsiyet açısından eşitlikçi bir dünyanın arzulanan, mümkün olan ve acilen ihtiyaç duyulan bir şey olduğuna inanan bir küresel hareketin kurulması ve sürdürülmesi amacıyla ortaya çıkmış.
WOW, toplumsal cinsiyet eşitliğinin çoktan sağlandığı inancına meydan okuyan ve dünyayı değiştirmek isteyen insanlar, hareketler ve fikirler arasındaki boşlukları doldurmayı umut eden bir oluşum olarak tarif ediyor kendisini.
Bildiğim kadarıyla bu yıl itibariyle WOW Dünya Kadınlar Festivali, altı kıtaya yayılarak, 70’ten fazla festivalle 2 milyondan fazla katılımcıya ulaşmış durumda. Bu festivalin ayaklarından birini de Türkiye oluşturuyor. Festivalin kürasyonunu geçen yıldan bu yana British Council Türkiye Kültür Sanat direktörü Esra Aysun tarafından yapılıyor. WOW İstanbul ayağının destekçilerinden biri olan British Council, bu yıl Kasım ayında “Kültürde Kadın Gücü” projesi kapsamında tam da sanatçıların pandemi döneminde ihtiyaç duydukları bir destek çağrısı yaptı. Seçilen üretimler WOW festivalinde kamusal alanla buluştu. Ben de bu destekten faydalanan dört sanatçıdan biriydim.
WOW İstanbul ayağında festivalin bu yılki teması “Şehirde Kadın Olmak”tı. Festival hem kadınların karşılaştıkları güçlükleri hem de daha eşit bir dünya için ürettikleri çözüm önerilerini görünür kılmayı önemsiyor. Yani yaşadıklarımızı bir mağduriyet olarak ortaya koymanın ötesinde nasıl güçlenebileceğimizin yollarını da araştırma gayesi var. Çok farklı kesimleri bir araya getirebilmesi açısından da oldukça önemli buluyorum. Türkiye için kıymetli bir festival olduğunu düşünüyorum.
Geçen yıl bir kaç saat ile sınırlı olan Türkiye ayağı bu yıl üç güne yayılacak şekilde kapsamlı bir programla 5-6-7 Mart tarihlerinde gerçekleşti. British Council Türkiye’nin “Youtube” kanalından gün gün programları takip etmek mümkün.
– Seyretmesi çok güzeldi, tebrik ederim, biraz performansından bahsedebilir misin? Neydi konu edindiğin ve neden?
Pandeminin başından beri aklımda dolanan bir fikir vardı, konuşma metinlerini ve jestleri bir araya getirmek ve bunlardan bir dans etkisi yaratmak. Bu yepyeni bir şey değil… İzlemekten çok keyif aldığım Christal Pite’ın “Statement” ve “Revisor” eserleri; Akram Khan ve Sidi Larbi Cherkaoui’nin “Zero Degrees”’i; DV8’in “Can we talk about this?” çalışması, ilk akla gelebilecek örnekler… Ben tiyatro ve dans alanlarının kesiştiği bir tedrisattan geliyorum. Bertold Brecht’in, “gestus” olarak kavramsallaştırdığı toplumsal bir tavrı ortaya çıkaran jest meselesi de, dans ve jestin nerede başlayıp nerede bittiği, aslında bir dans cümlesinin bir jest olarak yorumlanmaya ne kadar açık olduğu gibi sorular da ilgimi çekiyor.
Bir yandan işaret dili ve dans/tiyatro arasında kurulan bağlantılara baktığım bir dönem de olmuştu. 2018 Kasım ayında İKSV Tiyatro Festivali’nde prömiyerini yapan “Artık Bir Davan Var” projesine hazırlanırken oynadığım karakterin sağır ve dilsiz olmasını denediğimiz süreçte Türk işaret dili üzerine çalışmaya başlamıştım, Boğaziçi Üniversitesi Dilbilim Bölümü öğretim üyeleri Sumru Özsoy ve Elvan Tamyürek Özparlak’ın destekleriyle.
Özetle hem işaret dili hem de jestlerin büyütülüp dans etkisine doğru götürülmesi koreografik bir yöntem olarak ilgimi çekiyor. Teorik olarak da araştırmaya hevesim olan bir alan.
PANDEMİ DÖNEMİNDE GÜNDEME GELEN ÜÇ TEMA
Çalışmanın konusuna gelince, bu çalışmada dünyada pandemi döneminde gündeme gelmiş üç temaya ve üç konuşmaya yer verdim. İlki Tamika Mallory’nin George Floyd’un katledilmesinin ardından çoğumuzun hatırlayacağı güçlü konuşması, bir diğeri Aydın’da Jeotermal santralleri protesto eden çevre aktivisti Leyla Hanım’ın konuşması. Üçüncüsü ise Polonya’daki Kürtaj Hakkı Protestoları sırasında Lewica üyesi Wanda Nowica’nın parlamentoda yaptığı bir konuşma. (Lewica, Polonya’da sol partilerin bir araya geldiği bir koalisyon oluşumu).
“Black Lives Matter” protestoları pandemi döneminin bir süprizi idi.. Korkunç bir olayın ateşlediği ve nicelerinin yaşandığı, yaşanmakta olduğu bir coğrafyada uzun süredir beklenen bir mücadele ateşiydi ortaya çıkan. Pandemiyle birlikte bir yandan çoğumuz evlere kapanırken ya da pek çoğumuz sağlık haklarından yoksun bir şekilde çalışmaya zorlanırken bir yandan üzerimizde de küresele olarak otoriteryanizmin yükselişini hissediyoruz, ama diğer yandan da böyle büyük toplumsal patlamalar yaşanıyor. Bu üç örnek benim için şunu ifade ediyor: pandeminin belki de dünyaya farklı bir gözle tekrar bamak, işlerin bu şekilde yürüyemeyeceğini kavramak açısından bir yan etkisi olabilir mi? Aleyhimize gibi görünen bu durum lehimize çevrilebilir mi?
Küresel ölçekte yaşanan her türlü eşitsizliğe ve tahribata (ekolojiden, demokrasiye…) karşı çıkmak üzere bir muhalefet gücü birikebilir mi? Bu belki de oldukça iyimser bir beklenti gibi görülebilir. Ancak önümüzdeki ihtimallerden biri olarak altını çizmeyi tercih ettim.
İkinci konuşma Leyla Hanım’ın konuşması, bu biraz daha eski tarihli bir konuşmaydı. Ancak ekolojik kıyım, pandemi döneminin önemli gündemlerinden biriydi, o sebeple Türkiye’den bu konuşmaya yer vermeyi istedim. Leyla Hanım, tarım yapan ve Aydın’da doğanın içinde yaşayan bir kadın olarak doğrudan yaşadıklarını anlatıyor. O içten öfkeli ama muzip tavrıyla ikna edemeyeceği kimse yok gibi. Bu arada Aydın’daki Jeotermal santrallerin detayını bu çalışmaya başladığımda bilmiyordum. Ama detayları öğrendikçe gerçekten Eric Hobsbawm’ın Parçalanmış Zamanlar kitabında altını çizdiği sermaye ile kültür sanatın ne kadar bıçak sırtında bir dans halinde olduğunu bizzat deneyimlemiş oldum.
Sonuncu konuşma için Polonya’dan akademisyen ve gazetecilerle ve bir kadın kurumuyla yazıştım. Sağ olsunlar kocaman bir video arşiv çıkardık onların da çabasıyla ortaya. Konuyu iyi özetleyen güçlü konuşmalardan biri olan Wanda Nowica’nın konuşması böyle seçildi. Sevgili Anna Witeska-Młynarczyk, Elzbieta Korolczuk, Gosia Mitkens, ve Fatma Edemen’in araştırma destekleriyle… Polonya’da mesele 2016’dan beri ağırlıkla gündemde. Polonya biliyorsunuz katolik kilisenin politika ve gündelik hayat üzerinde ağırlığını hissettirdiği bir ülke. ABD gibi “liberal” bir ülkede yıllarca pek çok eyalette kürtajın yasak olduğunu duymak hepimizi şaşırtırdı. Ancak bu köktendinci eğilim son 10 yıldır ülkemizi de belirliyor bu anlamda. Türkiye’de kürtaj kanunen yasak olmasa da önünde pratik engeller var. Polonya’daki durum ise çok daha inanılmaz. 2016’da kürtaj yasaklanıyor. Sadece bebeğin ve annenin sağlık durumu elvermediği durumlarda yapılabileceği söyleniyor. Ancak pandeminin başladığı dönemde durum daha da korkunç bir hal aldı ve meclise şu yasa teklifi getirildi: “Annenin ölüm riskine, ya da bebeğin genetik hasarla doğma ya da kısa süre içinde ölme riskine rağmen, yani her koşulda kürtaj yasak olacak.” Polonya’da çok güçlü bir protesto dalgası ile karşılandı. Tabii kilise yandaşları tarafından örgütlenen karşı protestolar da oldu. Kadınların kürtaj hakkı kadın erkek, çoluk çocuk çok geniş bir kesim tarafından savunuldu, bir tür seküler bir protestoya dönüştü. Bu güçlü protestoların ardından yaz aylarında önerinin geri çekildiğini öğrendik. Bu projeyi hazırlarken ben bu bölümü bir nevi bir “başarı öyküsü” olarak anlamlandırıyordum. Ancak çekim yaptığımız günlerde öğrendik ki yasa meclisten geçirilmiş ve artık Polonya’da doğum, anne ya da bebeğe verebileceği zararlara rağmen her koşulda zorunlu.
Aynı dönemlerde bir taraftan Arjantinli kadınların yıllar süren mücadeleler sonucu kürtaj hakkını elde ettikleri haberini aldık. Arjantinli kadınlar diyor ki, biz de başlangıçta yenik durumdaydık, ancak bu yenilgi bizde öyle bir öfke ve karşı çıkış isteği büyüttü ki sonunda kürtaj hakkımızı kazanmayı başardık. O yüzden Polonya’da, Türkiye’de ya da dünyanın bambaşka yerlerindeki kadınlar için bir umut kaynağı olabilir yeşiller içindeki Arjantin kadın hareketi, bu ısrarlı karşı çıkış jestiyle.
Video çalışmasının içerik anlamında nasıl bir çıkış noktası olduğundan bahsedeyim kısaca. Hayal ettiğim şuydu: dünya dışından bir “varlık” tesadüfen kadın olarak bedenlenerek bu mavi gezegene gelse ve bu beden içinde olmanın toplumsal karşılığını deneyimlemeye/gözlemlemeye başlasa… Çocuksu bir merakla etrafına baksa neler görür? Şunu varsaydım: Kadınların meselesi ya da sorunu denilen şeylerin küresel, tüm insanlığa ait sorunlarla iç içe olduğunu kavrayabilir ve bu meselelere karşı mücadele eden kişilerin de çok büyük oranda kadınlardan oluştuğunu fark edebilir. Bu varlık bizim sahip olduğumuz bariyerlerden azade bir biçimde beden-zihin arasındaki bağlantıları bizden daha iyi çözümlemiş olabilir mi? Gözlemlediği kadınların hislerini anlamak ve tercüman olmak için kendini bu kılıklara sokmayı tercih edebilir mi?
Elimdeki kısıtlı çalışma sürecinde ortaya attığım bu başlangıç fikirlerinin sınırlı bir kısmı üzerinde durabildim. Örneğin extraterrestrial varlığın karakterizasyonu, bu kılıklara giriş ve çıkışı gibi ihtimaller üzerinde duramadım. Şimdilik bu anlamda bir eskiz, bir work-in-progress diyebiliriz. Finalde bütün bu konuşma parçalarını tarihsel olarak sömürgeci geleneğe ait görülebilecek bir eserle Jean-Philippe Rameau’nun “Les Indes Galantes” operasından bir arya ile birleştirdik. Bunu karakterin, müziğin temsil ettiği anlayışa kafa tutuşu gibi düşünmek de mümkün.
“Color is a beautiful thing”’in koreografisi ve genel proje tasarımında ben sorumluluk aldım. Bu video çalışmasında kostüm, saç, grafik tasarım ve görsel edisyon çalışmanın oldukça önemli unsurlarıydı. Bu alanlarda Dilek Şenyürek’in imzası var. Müziklerin ve seslerin tasarımı ve düzenlemesi ise Rûbar Dindar’a ait.
– Senelerdir BGST ile çalışıyorsun. BGST sürecinden ve yaptıklarınızdan biraz bahseder misin?
2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduğumda bölümün sunabileceği kariyer yönelimlerini tercih etmedim. Çünkü sahne sanatlarında, özellikle de dans alanında uzmanlaşmaya niyetliydim. Mesleki olarak da bu alanda eğitmenlik yapmaya ve Bgst Tiyatro’nun çeşitli projeleri ve Kardeş Türküler projesinde yer almaya başladım.
O dönem BGST (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) olarak isimlendirilen kültür sanat oluşumu 80’lerin sonu 90’ların başında Türkiye’nin yine politik olarak çalkantılı bir döneminde Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları(BÜO) ve Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK) bünyesinde olgunlaşan bir kültür sanat anlayışından yola çıkıyor. Bugün BGST ismi BGST Tiyatro, BGST Records, BGST Organizasyon, BGST Yayınları gibi farklı alanlarda projeler ortaya koyan bir şirket oluşumu olarak devam ediyor. Kültür-sanat ve toplumsal araştırmalar alanlarında eğitim-araştırma-örgütlenme mantığı ile sürdürülen gelenek ise Artizan’da devam ediyor. Artizan Kültür Sanat Çevresi web sitesinden takip edilebilir. Benim gibi Artizan Kültür Sanat Çevresi’ne katkıda bulunan diğer sanatçı arkadaşlarımla birlikte sahne sanatlarının çeşitli alanlarında atölyeler hazırlıyor, laboratuvar ve sahneleme çalışmalarında yer alıyorum. Bir yandan Bgst Tiyatro’nun çeşitli projelerinde ve Kardeş Türküler projesinde dansçı, oyuncu ve koreograf olarak çalışıyorum.
– Türkiye’de sahne sanatları alanında çalışan bir kadın olmanın zorlukları var mı, nelerle mücadele ediyorsun ve nasıl başa çıkıyorsun?
Bu soru bana hep zor gelmiştir… Çünkü aslında çocukluğumdan bu yana cinsiyetimin benim için hep temkinli olmayı gerektiren, yer yer özgürlüğümü kısıtlayan etkilerini hep yaşadım ve çoğunlukla bunların farkında oldum, kendimce isyan ettim, farklı bir atmosfer içinde yaşamayı diledim… Ama buradayız ve hayatta kalmayı öğrendik/öğrenmeye devam ediyoruz. Bedeni bir araç olarak merkezine alan sanat alanları da tabii bu önyargıların ya da kısıtların şiddetli biçimde hissedildiği mecralar.
Dansçı kelimesinin toplumdaki çağrışımları oldukça sorunlu örneğin. Taksici soruyor ‘Ne iş yapıyorsunuz?’ diye, dans ediyorum demek yerine eğitmenim demeyi tercih ediyorsunuz birkaç seferden sonra…
Bir kadın icracı olarak -genel geçer algıdan bahsediyorum- sizden beklenen sahnede şöyle bir arzı enda etmeniz. Bu “estetik” varoluş yeterli bulunuyor. Kadınların da bedenlerinin yanı sıra zihinleriyle, yaratıcılıklarıyla sahnede var olduğunu kabul etmek bu kadar zor mu? Ben kendimi şanslı sayıyorum bu açıdan çünkü feminist refleksleri kuvvetli olan bir ortamda sanat çalışmalarına başladım. Ancak alanın kadınlar için ne kadar suistimale açık olduğunu hepimiz biliyoruz. Senin de yazılarında son dönemde sık sık değindiğin gibi gösteri sanatları alanındaki taciz gündemleri bitmiyor… Ancak bir yandan da daha çok duyulur hale geliyor. Bu konuda caydırıcı olmayı hep birlikte başaracağız. Sanıldığından daha güçlü olduğumuzu beden-zihin bütünlüğü içinde yaratıcı ve özgürce çalışabildiğimizi tekrar tekrar ortaya koyarak… Sanatsal seviyemizle sahnede olmak istediğimizi defalarca hatırlatarak… Hem kendimize, hem seyirciye, hem de bu yaratıcı sektörün içinde çalışan herkese…
– Pandemi üretimlerini nasıl etkiledi, şu sıralar neler yapıyorsun ve mesleğinle ilgili gelecek projelerin var mı?
Biliyorsun bir dansçı olarak -ya da fiziksel olarak sahnede kendini ifade eden tüm sahne sanatçıları için de genelleyebiliriz bunu- hareketsiz kalmak, üretimsiz kalmak gerçekten regresyona davetiye çıkaran bir durum. Dançıların – sporcuların da- o anlamda özel bir tür olduğunu düşünüyorum. Bu koşullarda kendilerine bir çıkış yolu bulmaları çok önemli.
Ben bu durumla mücadele etmek için elimden geldiğince normal zamanda ayıramadığım kadar vaktimi hareket araştırmalarına ayırmaya çalıştım.
Seninle birlikte Çatı Dans’ta Barış Mıhçı yürütücülüğünde düzenlenen, heyecanla katıldığımız Axis Syllabus çalışmalarına uzaktan da olsa devam etmeye çalıştım. Üç yıldır üzerine çalıştığım AS hareket eden bedenin biyomekaniğini disiplinlerarası bir bakış ve “open source” (açık kaynak) bir anlayışla araştıran bir hareket disiplini. Alanın deneyimli eğitmenlerinin pandemi boyunca verdiği online eğitimlerinden ve organize ettikleri atölyelerden faydalandım bu dönemde.
Temelde online (çevrimiçi) ortamın sunduğu uluslararası iletişim imkanını elimden geldiğince kullanmaya çalıştım. Hem yayınlanan önemli dans gösterilerini takip ederek -özellikle pandeminin ilk aylarında-, hem de dünyanın farklı yerlerinde online olarak katılıma açılan farklı dans çalışmalarına katılarak.
Pandemi öncesinde Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde yürütülen, benim de eğitmen olarak destek verdiğim dans-müzik alanında bir eğitim-araştırma projesi vardı. Bu çalışmalar hem prova hem de ürün anlamında dijitale taşındı. “Sandığımdan Hikayeler” adıyla Youtube üzerinden seyirciyle paylaşıldı.
Bu dönem çeşitli online eğitimler de düzenledim. “Hareketin Temelleriyle Dansa” adı altında çocuklar ve yetişkinlere yönelik online eğitimlerdi bunlar.
Kasım ayına geldiğimizde de British Council Türkiye’nin açtığı bu çağrı vesilesiyle “Color is a Beautiful Thing” üzerine kafa yormaya başladım.
Önümüzdeki yıl için Almanya’nın Wuppertal kentinden bir ressam ve görsel sanatçı olan Gregor Eisenmann ile görsel sanatlarla dansı, farklı dijital imkanları da devreye sokarak bir araya getiren bir proje üzerine çalışma isteğimiz var.
DİJİTAL GÖSTERİ SANATLARI
Bu dönemde “digital gösteri sanatları”nı tarif etmek ve olanaklarını keşfetmek önceliğimiz olacak gibi görünüyor. Aslında dans alanı için konuşacak olursak dansın bir medya olarak kamera ile buluşması sinemanın icadına dayanıyor. Bu bir raslantı değil muhtemelen, ikisi de hareket eden imgeye odaklanan sanat dalları. İki kelimenin etimolojisine göz atmak bile bunu fark etmek için yeterli. Sinematografi, “κίνημα”/kinema (hareket) ve “γραφή”/grafi (yazmak) kelimelerinden oluşurken; koreografi, “χορεία”/horia (dans) ve “γραφή”/grafi (yazmak) kelimelerinden oluşuyor.
90’lar itibariyle, o dönemler muhtemelen senin de yakından takip ettiğin DV8, Ultima Vez gibi bu alanın kurucu toplulukları aktif olarak dans kamera/ screendance / video dans gibi isimlerle adlandırılan, koreografisi hususi olarak video için tasarlanmış eserler üretmeye başlıyorlar.
Türkiye yıllardır bu konulara oldukça mesafeli kalmış durumda. Ancak pandeminin de hızlandırdığı dijital dönüşümle birlikte Türkiyeli sanatçılar için de kaçınılmaz alanlar haline geldiler. Benim de bu dönemde odaklandığım alanlardan biri “screendance”. Artık dünya çapında dans filmleri festivalleriyle, akademik olanaklarıyla ve kaynaklarıyla kurulmuş bir alan. Bu alanda çeşitli eğitimlere katılıyorum, üretimi mümkün kılacak gerekli altyapıları araştırıyorum. Niyetim bu alanda da araştırmak ve üretmek. Dijital tiyatro ya da dijital gösteri sanatları dediğimizde tabii alan sadece video için hazırlanmış ürünlerle sınırlı değil. Bilgisayar teknolojisinin devreye girdiği, 0 ve 1’lerin konuştuğu, “sayısal” yani “digital” olan her şey bu “Dijital Sahne”nin konusu. Ve bunların tümü benim için de oldukça heyecan verici…
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ’NİN BİR OKUL OLMA ÖZELLİĞİ, SADECE AKADEMİK NİTELİĞİNDE SAKLI DEĞİL OYSA Kİ
– Son olarak bir Boğaziçi Mezunu olarak kayyum ataması ile başlayan süreçte neler yaşadınız/yaşıyorsunuz ve sen bu konuda ne düşünüyorsun, biraz senden de duymamız mümkün mü?
2016’da başladı süreç. Üniversitenin araştırma-yayın her türlü bütçesini kısma jestleri geldi peşi sıra. İlk atanan ilk rektör ciddi bir tepki ile karşılandı. Ancak Mehmet Özkan’ın okul bünyesinden bir isim olması bir tür geçiş aşamasıymış. Gelinen noktada biliyorsunuz iki yeni fakülte açılacağı duyruldu. Türkçe eğitim verecek bu fakülteler. Bu Robert Kolej’den devralınan, yabancı dilde araştırma becerisine sahip, dünya ile bağ/bağlantı kurmakta zorlanmayan akademisyen yetiştirme misyonundan, geri adım atmak demek. Bir yandan da okulu bir ‘butik’ okul olmaktan çıkarıp bir kitle üniversitesi haline getirmek hedef. Biliyorsunuz akademisyenler Ocak ayının başından beri Cuma günleri rektörlük önündeki protestolarını sürdürüyorlar. Çok sayıda öğrenci protestolarda yer aldığı için, yayın yaptığı için, sergi düzenlediği için ve bunun gibi pek çok sebeple gözaltına alındı. En son akademisyenlerin faydalandığı Uçaksavar lojmanlarının yıkılacağı haberi geldi. Araziler Robert Kolej ile zamanında yapılan sözleşmeler vasıtasıyla kanunen kısmen korunsa da, tüm kampüsler için bunu söylemek güç. Küresel çapta, akademinin geçirdiği dönüşüm – sermaye ve hatta militarizm için proje üreten merkezler haline getirme çabası- Boğaziçi için de bir hedef olarak belirlenmiş görünüyor. Adım adım bir dönüşüm gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin bir “okul” oluşu, sadece akademik niteliğinde saklı değil oysa ki. Demokrasi kültürü, çok sesliliğe açıklığı bu okulu özel kılan unsurlar. Bunların da elimizden alınmaması için Boğaziçi Üniversitesi ortamında yetişmiş, kültür sanat alanında çalışan bir sanatçı olarak elimizdekilere sıkı sıkı sarılıp bir süredir kıymetini çok da fark edemediğimiz, yan yana olabilme imkanlarımızı, mezunlar olarak da yeniden düşünmemize ihtiyaç var diye düşünüyorum. Boğaziçi Üniversitesi bir cemaat olarak, her türlü bileşeniyle geleneğine sahip çıkmalı…