Esra Kucur’un Tiyatro Dergisi’nde yayınlanan yazısını paylaşıyoruz
Sınırların ötesinde bir oyuncu yaratabilmek için sınırları hiçe sayan eğitmenler, yönetmenler; onların rasyonellikten, etik değerlerden yoksun teknikleri ve yine onlar yüzünden gerek travmalarıyla boğuşan, gerek travmalarını yok saymaya çabalayan oyuncular, oyuncu adayları…
Yüzyıllardır süregelen, içinde pek çok disiplini barındıran bir sanat dalıdır tiyatro. Sadece oyunculuk yönüyle ele aldığımızda bile teknikleri kuram haline gelen, kitapları birer eğitim aracı olarak kullanılan onlarca yönetmenden bahsedebiliriz. Günümüzde ise bu oyunculuk teknikleriyle ilgili atölyeler düzenlenmekte ve bu atölyeler çok sayıda oyuncu yahut oyuncu adayı tarafından ilgi çekip katılımcı bulmakta.
Özellikle yönetmenler çağı ile başlayan süreçte, laboratuvar çalışmalarıyla hız kazanan Meyerhold, Grotowski gibi tiyatro yönetmenlerinin metotlarında önem kazanan; akabinde birçok yönetmen tarafından da geliştirilen oyunculuk teknikleri ve bugün de bu metotlarda asal çalışma alanı olan beden, yönetmenler ve oyuncular için odak noktası haline geldi. Bu araştırma hali, değerli tiyatro insanları tarafından verilen nitelikli eğitimler, hem oyuncular için hem de tiyatromuzun gelişimi için şüphesiz çok önemli bir yerde duruyor. Fakat bazen bu eğitimlerin kimler tarafından, ne şekilde verildiği gözetilemez hale geliyor; bazen pragmatist bir yaklaşımla usulsüzlüğe göz yumuluyor. Mesleğini kullanıp kişisel sapkınlıklarını eğitim almak isteyen oyuncuların üzerinde deneyimleyen birtakım kişilere meydan veriliyor. Böylece şu an hepimizin tartıştığı cinsel taciz, psikolojik şiddet, manipülasyon gibi kavramlar gündeme geliyor.
Engelsiz bir yolculuk düşlenir oyunculuk serüveninde. Bu engeller; aşılması gereken tabular, tökezleten ahlaki kurallar, çıkarılması gereken maskeler, zihni parmaklıklar ardına hapseden toplum baskısı gibi birçok şekilde karşımıza çıkabilir. Fakat asıl olan, bu engellerin farkına varıp bunlardan sıyrılmaktır bir oyuncu için. İşte o zaman nötrlenecektir ve gerçek yaratım süreci başlayacaktır. Bedeni serbest bırakmak; oyuncu için amaç haline gelmeli, eğitmenle arasında ‘şeffaflık’ ilkesi benimsenmelidir. Şeffaflığın sağlanabilmesi ise, sınırların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
Bu doğrultuda şeffaflık ilkesi nedir? Bahsi geçen sınırlar nelerdir? Bu sınırların kaldırılması, fiziksel ve psikolojik güvenliğin sağlanmadığı koşullarda gerçekleştirilirse ne kadar fayda sağlar? Çalışma için hedeflenen fayda, oyuncunun uğrayabileceği psikolojik tahribatın önünde mi tutulmalıdır? Eğitmen, bu tarz çalışmaları kendi belirlediği sınırlar içerisinde yaptırabilecek ve aldığı kararların tartışılamayacağı bir konumda mı olmalıdır?
Şüphesiz öğrenmek isteyen oyuncu, kendini teslim etmek ister. Teslimiyet, toplum tarafından kabul görmüş kişilere duyulan katıksız güvenin bir sonucudur ki bu sonuç, süreç içerisinde çoğu zaman kişiyi edilgen bir konumda tutar. Edilgen kişi, gelişimi için zihnini ve bedenini teslim olduğu eğitmene sunar hale gelir. Aradaki güven duygusu, bu sunma halini sorgusuzca yapılan bir eyleme dönüştürür. Bu noktada oyuncunun, eğitmenin etik kuralları doğrultusunda geliştireceği davranış biçimine mahkûm olması kaçınılmaz hale gelir. Çünkü onun gözünde eğitmen kutsallaşmış, böylece eğitmenin oluşturduğu iletişim kanalında bir pürüz olması imkânsızlaşmıştır. Artık karşılaşılan herhangi negatif bir durumda, sorunun mutlaka kendisinden kaynaklandığını düşünecektir.
Çevrenin eğitmene duyduğu saygı, oyuncunun saygı ve güvenini sağlamlaştıran en büyük etken haline gelir. Eğitmen olarak kabul gören kişi; asla hata yapmaz, onun her yönelimi oyuncunun eğitimine fayda sağlamak adınadır. Bu noktada oyuncuda, rahatsızlık duyduğu bir durumda bile kendisini susturmak zorunda olduğu düşüncesi gelişir.
İşte bu çarpık düşüncenin oluşumuna izin verildi. Kişiler, kurumlar niteliklerine bakılmaksızın yüceltilerek, popülerleştirilerek eleştiriye kapalı hale getirildi. Onlar, değerleri tükettikçe modernleştiklerini sandılar; sobaya yakın olan da ısındı. Bu içten çürümenin farkında olup karşısında duranların, yapılan sanatı algılamadıkları düşünüldü. Büyülemek esastı. Çünkü büyü yoluyla tabu haline gelen kişi ve kuruluşlar akla ve mantığa uygun eleştirilere bile maruz kalamazlar. Büyülenen, hayranlık duyan kişi zaten edilgendir. Alacağı her darbeyi göğsünde yumuşatıp kabullenecektir. Böylece her sorun arayışında kendine dönecektir.
Her sektörde olduğu bilinen manipülasyon, psikolojik şiddet, cinsel taciz gibi olaylarla, tiyatro gibi insan psikolojisiyle doğrudan ilişkili bir camiada karşılaşıldığında çok daha ağır sonuçlar gözlemlenebilir. Oyunculuk mesleğini verimli bir şekilde sürdürebilmek, oyuncunun sağlıklı bir psikolojiye sahip olmasıyla mümkündür. Onun psikolojisine hasar verecek hiçbir eğitim modeli kabul edilemez. Tiyatro, hastalıklı bireylerin yetiştirildiği, etik değerlerin hiçe sayıldığı, bir takım zaaflara “çalışma” adı verilerek oyuncunun kurban edildiği bir alan olamaz. Zira iyileştirmek, yönetmenin yahut eğitmenin görevi değildir. Bu, alanlarında uzman psikologların işidir. Kişilerin bu tarz iddialarda bulunmaları asla kabul edilemez. Daha fazla bu tarz haberler duymamak için ivedilikle bu usulsüzlüğün karşısında durmak, hepimizin görevidir.
Öncelikle kolayca sıfat edinebilmenin, kolayca kabullenmenin bir sonucu olarak bu kaçınılmaz tehlikeye kucak açtığımızın bilincinde olmak gerekir. Eğitim vermek, eğitimli kişilerce gerçekleştirilmeli ki bu da yeterli değildir. Bedensel çalışmaların sıklıkla yapıldığı, partnerler yahut yönetmen- oyuncu arasında fiziksel temasın olabileceği oyunculuk eğitimlerinde mesleğin adını kullanarak kişisel zaaflarını gidermeye çalışan kişilerin sorunu, eğitim almış olmalarıyla çözüme kavuşamaz. Bu noktada oyuncunun bilinçlenmesi esastır. Neyin taciz olup olmadığı, sınırların neler olduğu tartışılmalı, farkındalık yaratılmalıdır.
Kişi rahatsız olsa da neden “hayır” diyemez? Tacize maruz kalan oyuncuların susmalarının genel sebebinin tacizi tanımlayamamaları olduğunu görüyoruz. Kişi sergilenen davranış şeklinden, tutumdan rahatsızlık duyup bu rahatsızlığın kendi bilinçaltının kirli olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyor. Engelleri aşmayı belki de bu şekilde gerçekleştireceğine, yapılan tüm tedirgin edici eylemlerin oyunculuk eğitimine dâhil olduğuna inanmak istiyor. Böylece istemese de “hayır” diyememiş, aksine izin vermiş oluyor. Rahatsız olduğunu dile getirebilen kişiler de sonrasında kutsallaştırılanlar tarafından uygulanan manipülasyona yenik düşüyorlar. Oysa kişi, kendini güvende hissetmediği anda, gerçekten çalışmanın bir parçası bile olsa, eylemi derhal durdurma hakkına sahip olduğunu bilmelidir. Eğitmen de çalışmaya başlamadan önce bunun bilgisini oyuncuya zaten vermiş olmalıdır.
Eğitmen- oyuncu arasındaki mahremiyetin sağlanması; oyuncunun fiziksel ve psikolojik olarak güvende olmasını desteklemek amacıyla gereklidir. Oyuncunun herhangi bir konuyla ilgili birtakım travmaları olması durumunda bunu eğitmenle paylaşır ki, eğitmen bu paylaşıma fırsat yaratır ve bahsi geçen konuda hassas davranır. Yapılan çalışmalarda oyuncu, geçmişte yaşadıklarına bağlı olarak yahut fazla odaklanmasından kaynaklı, duygu yoğunluğu yaşayabilir ve bu yoğunluktan çalışmanın sonunda rahatsız olabilir; fakat çalışma esnasında yaşanan bu tarz durumlar hep bahsedilen mahremiyet kavramı sayesinde sahnede kalır. Kısacası mahremiyet kişisel çıkarlarına, zaaflarına tiyatroyu alet eden kişilerce gerçekleştirilen akla, mantığa sığmayan usulsüz eylemlerin örtbas edilmesi anlamına gelmez. Bunu yapan kişiler ve kurumlar, sadece eğitim almak isteyen insanların psikolojisini olumsuz etkilemekle kalmayıp; tiyatro sanatının adını lekelemektedirler.
Tiyatronun taciz ortamı yaratmaya müsait bir alan olarak zihinlere yerleşmesi, profesyonelce mesleğini sürdüren tiyatro sanatçılarını bile endişeye düşürebilir ve doğrunun ne olduğu tartışılırken terazinin şirazesi kayabilir. Oysa sahnede oyuncuların birbirlerine temas etmeleri, yönetmenle oyuncu arasında çalışmalar esnasında bir bütünlük olması kaçınılacak değil; olası bir durumdur. Fakat artık içinde olumsuz bir yaklaşım barındırmasa bile, her türlü temas için önceden bilgilendirme yapılıp onay alınmasının gerektiği ortadadır. Çünkü bütün bu tartışmalardan ölçülebilen bir doğru çıkarmak mümkün değildir. Herkesin geçmişten şu ana taşıdığı farklı farklı travmaları olabilir. Birisi için hiçbir rahatsızlığa sebep olmayan bir hareket, diğeri için travmasını tetikleyen bir etken olarak gün yüzüne çıkabilir. Eğitmenin ancak doğru bir davranış biçimiyle bunun sorumluluğunu alması mümkündür.
Yaşatılan her türlü şiddet, manipülasyon ve taciz olayları sebebiyle tiyatrodan uzaklaşan; yaşadığı travmaları atlatamayıp psikolojik rahatsızlığa sahip olan; en kötüsü de edindiği davranış biçimini başkalarına aktaran kişilerin oluşmasında sadece mesleğini çıkarları doğrultusunda kullanan eğitmen mi suçludur? Denetlenmeyen kurumlar, onun bunu gerçekleştirmesine fırsat yaratmamış mıdır? Bu kurumlarda eğitim veren diğer kişiler hiç mi farkına varmamışlardır bu vehametin? Yoksa farkına varıp susmuşlar mıdır düzenlerinin bozulmaması için?
Ya biz? Biz hiç suçlu değil miyiz? Yaratılan büyülü mekanları niteliklerine bakmadan, idol haline gelmiş kişilerin eğitim ve davranış biçimlerini sorgulamadan hatta bilmeden biz de kutsallaştırmadık mı? Olası riskleri göze almanın muhtemel surette kalıcı hasarlarla sonuçlanacağını öngöremedik mi? En önemlisi de buna rağmen teslim olmadık mı? Bilinçli ya da bilinçsiz teslim olduk. Düşünmemize gerek kalmadı böylece; fakat iki tarafa da sorumluluk yükledik. Bir taraf her şeyi bilmekle, yönlendirmekle; diğer taraf verileni sorgulamadan almakla yükümlü hale geldi.
Kutsallaştırmak, kurban haline getirdi bizi. İrade sahibi değildik artık. Durum böyleyken, şimdi hangimiz suçluyuz?
Esra Kucur – Altkat Sanat Tiyatrosu