Zehra İpşiroğlu
Korona döneminde kadına karşı şiddetin yükselmesiyle birlikte toksik (zehirli) erkeklik kavramı da iyice gündemimize girdi. Erkeklerin kendilerini kadınlardan üstün görmeleri, yönlendirici, baskın ve otoriter olmaları, her şeyi kendilerinin bildiklerini sanmaları, yönetimi ve kontrolü hep ellerinde tutmaları, kısaca erkek olmayı bir ayrıcalık ve üstünlük gibi yaşamaları bugün dünyanın her bir yerinde sorgulanıyor. Kadına karşı baskıya, şiddete, cinsel tacize hayır kampanyaları günden güne yaygınlaşıyor.
Bu süreçte milyonları etkileyen yerli TV dizilerinin bu konuya bilinçsizce yaklaşmaları dikkati çekiyor. Kısa bir süre önce çıkan TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabımda erkek şiddetinin kalıtımsal biyolojik bir özellik olarak çok doğal kabul edildiği, şiddete karşı şiddetin onaylandığı, dahası tek çözümmüş gibi gösterildiği dizileri örneklerle mercek altına alarak bu konunun temellerine iniyorum. Erk, güç, iktidar,kontrol, öç alma tutkusu, yıkıcılık dizilerin olmazsa olmazını oluşturuyor. Böylece şiddeti onaylayan, dahası yücelten bir anlayış çerçevesinde fiziksel şiddetten psikolojik şiddete değin şiddetin her çeşidini görüyoruz dizilerde.
ŞİDDET TANRI YAZGISI MI?
Şiddete karşı şiddetsiz bir direniş nasıl olabilir, kadınlar kendilerini nasıl koruyabilirler, kadın dayanışması nasıl gelişebilir, şiddet mekanizmaları toplumun hangi kurumlarında nasıl ortaya çıkıyor, önüne geçmek için ne yapılabilir, şiddete karşı duran olumlu erkek davranış modelleri nasıl oluşturulabilir gibi sorunlar ise neredeyse hiç gündeme gelmiyor. Öyle ki şiddet önüne hiçbir zaman geçilemeyecek olan bir Tanrı yazgısıymış gibi sunuluyor.
Bir süre önce gösterime giren Kırmızı Oda dizisinin uyandırdığı büyük ilginin temel nedeni şiddet konusunu basit bir sansasyon olayının dışına çıkarak ciddi bir biçimde sorgulaması. Bu sorgulama psikolojik bir yaklaşımın dar sınırları içinde kalsa da bu konuda bir farkındalık yaratması açısından çok önemli. Kırmızı Oda’da gündeme gelen psikolojik öykülerin hepsinin temelinde bir şiddet öyküsü var. Şiddet uygulayanlar kadını bir insan olarak değil de sadece cinsel bir obje olarak gören erkekler, şiddetin mağdurları ise kadınlar. Çocuk yaşta şiddete uğrayan, hırpalanan, aşağılanan, taciz yaşayan çocuklar, tecavüze uğrayan, fuhuşa sürüklenen ya da zorla evlendirilen küçük kızlar, sürekli şiddet ve işkence gören kadınlar öykülerin baş kişilerini oluşturuyorlar.
ÇÖZÜM ÖYKÜNÜN İÇİNDE
Öyküler ne kadar dayanma sınırımızı zorlarsa zorlasın psikolojik seanslar çerçevesinde sunulduğu için çözümü de içeriyor. İzleyici mağdur olanla özdeşleşerek yaşananlar üzerinde düşünme sürecinin (kurtuluş acaba var mı, nasıl?) içine çekiliyor. Anlatılamayacak olanı anlatabilme, konuşabilme, kısaca travmalarla yüzleşebilme büyük iniş ve çıkışları olan çok engebeli bir süreç bile olsa yaşananlarla mesafe kurulmasını sağlıyor.
Mağdur kadınların en büyük sorunu travmaların sorumlusu olarak kendilerini görmeleri, kendilerini suçlamaları. Bu duygudan kurtulmaları iyileşmelerinin ilk adımını oluşturuyor. Yüzleşme süreci içinde kimi kadının yolu yavaş yavaş açılırken, kimi de bunu başaramıyor ya da başarmakta zorlanıyor. Ancak birilerinin onları yargılamadan can kulağıyla dinlediğini bilmek, yalnız olmadıklarının farkına varmak çözüm yollarının kapısını da aralıyor. Böylece psikolojik terapinin önemi de vurgulanmış oluyor. Öykülerde zaman zaman mağdur durumda olan erkekler yer alsa da ağırlığı kadınlar oluşturuyor.
YARDIMI HAYAL DÜNYASINDA ARAMAK
Psikolojik seanslarda gündeme gelen sorunların hepsi kadını bir nesne ya da köle olarak gören toksik erkekliğin ürettiği ataerkil bir sistemin göstergeleri. Dizide bu sistem sorgulanmasa da, varlığını her an her dakika hissediyoruz. Öte yandan psikolojik bakışın sorunların daha derinine inen sosyolojik bir bakışla harmanlanmadığı oranda kısıtlı kaldığını düşünüyorum. Buna Hollanda’da yaşayan bir işçiyle mutsuz bir evlilik sürdüren Boncuk’un öyküsü güzel bir örnek veriyor. Dizide Boncuk’un şiddet dolu geçmişinin, çocukken yaşadığı travmatik olayların bugünü yaşamasını engellediği gösteriliyor. Boncuk onu seven, iyileşmesi için elinden geleni yapan kocasından giderek uzaklaşarak kendine tıpkı Frederico Fellini’nin Julia ve Hayaletler, Ruhların Giuletta’sı filminde Julia’nın yarattığı hayaller gibi gibi bir hayal dünyası kuruyor. Kurguladığı paralel dünyada yaşamına eşlik eden üç ermişe, sonra da onun için şarkılar besteleyen sanatçı ruhlu hayali bir sevgiliye sığınıyor. Hayaller giderek öylesine ağır basıyor ki onu gerçeklerden kopararak ölüme kadar sürüklüyor. Özellikle bu öyküde sorunların kökenini sadece geçmişte arayan psikolojik yorumun iyice yetersiz kaldığını düşünüyorum. Hollanda’da yaşadığı ülkenin dilini bile öğrenmeden son derecede izole ve tekdüze bir yaşam sürdüren Boncuk’un bunalımı geçmişteki olaylar kadar bugün yaşadıklarıyla da ilgili. Sonuçta kocası ona kötü davranmasa da Hollanda’da hapis bir yaşam sürüyor. Buna benzer bir sorunu Tevfik Başer yıllar önce Kırkmetrekare Almanya filminde okuma yazma bile bilmeyen bir köylü kadının hapis yaşamında göstermişti. Boncuk dil öğrense, bir meslek edinse, kendini geliştirebilecek ve ona yaşam enerjisi katabilecek bir şeyler keşfedebilse, belki de ona hiçbir şey katmayan kocasından ayrılma cesaretini gösterebilse çok şey değişebilir. Onu öldüren geçmişin hayaletlerinden çok evliliğinde yaşadığı bu çıkmaz oluşturuyor. Bu çıkmaz kendine güvenmesini ve yaşama sarılmasını engelliyor. Bu nedenle de yardımı gerçeklerde değil de hayal dünyasında yarattığı ermişlerde ya da onu kurtaracak bir prenste arıyor. Bu sorunun dizide yeterince işlenmemesini, sözgelimi psikoloğun geleceğe yönelik alternatif olasılıklarını hiç gündeme getirememesini büyük bir eksiklik olarak gördüm.