Sitemiz yazarlarından Hazal Şahin‘in Kafkaokur dergisinde yayınlanan Cem Yılmazer söyleşisini sizlerle paylaşıyoruz.
Hazal Şahin
Cem Yılmazer.. Döneminin en çalışkan sanatçılarından. Kendine has tavrı ve çözüm önerileriyle Türkiye tiyatrosuna yeni bir bakış açısı kazandırdığı kesin. Kurduğu hayalleri gerçekleştirirken onu heyecanla takip ediyor olacağız. Cem’in de dediği gibi; hayaller hiç bitmesin.
HAZAL ŞAHİN: Katıldığınız bütün programlara ve verdiğiniz röportajlara baktığımda en çok dikkatimi çeken şey, ‘’ben işimi severek yapıyorum’’ cümlesi oldu. Her seferinde bunu özellikle söylüyorsunuz. Peki sizce günümüzde sevdiğimiz işleri yapmak bir lüks müdür yoksa siz kendi koşullarını kendi yaratanlardan mısınız?
CEM YILMAZER: Ben aslında hep müzik yapmak istemiştim, ÖYS sınavında başarılı olamadım sonra da Mimar Sinan’ın sınavına girdim. Açıkçası olaylar biraz tesadüfi gelişti. Mimar Sinan sınavında en az tercih edilen bölümü sormuştum; Sahne dekor demişlerdi. Hayat biraz sana gülecek sen de ona güleceksin gibi oldu aslında. 2. Sınıfta bir hocayla karşılaştım ve o hoca benim aklımı aldı. Kemal Yiğitcan, ışık tasarımı hocasıydı. Ve sonra onun peşinde koştum. Çok emek verdim, işi çok sevdim. İnsan karşısına çıkan fırsatlardan bazılarını değerlendirmeli, doğru seçimler yapmalı belki de. Ama tabii bu dönemde sağlıklı bir hayat yaşamak bir lüks haline geldi, bırak sevdiğimiz işi yapmayı. Ben kendimi çok şanslı hissediyorum, bunu her zaman da söylüyorum. Hayal etmeyi sevdiğim şeylerin bir karşılığı var bu hayatta. Onları yapmak, düşünmek çok lüks.
HŞ: Yetenek ve yaratıcılığı tek başlık altında konuşabilir miyiz yoksa ikisi birbirinden bağımsız geliştirilebilir şeyler midir sizin için?
CY: Ben yeteneğin doğuştan geldiğini düşünenlerdenim ama bu iki kelime de ayrı ayrı geliştirilebilir ve tek başlık altında konuşulamaz diye düşünüyorum. İki kelimenin de ekürisi var bence. Yeteneğinki; çalışmak. Yeteneklisindir ama çalışmazsan bir işe yaramaz. Yaratıcılığın ekürisi ise ‘’zaman’’ bence. Daha doğrusu onun farkına varman, bir şeyleri dönüştürebildiğinin başka gözle bakabildiğinin farkına varman biraz zaman alıyor. Ve o zaman geçtikçe bence daha başka bakmaya başlıyorsun. Bazı yöntemlerin oluyor belki. Yetenek ve yaratıcılık ayrı ayrı şeyler.
HŞ: Zamanla her sanatçının kendine ait bir tarzı oluyor. Siz kendi tarzınızı nasıl tanımlarsınız? Baktığımızda bu kesin Cem’in işidir diyebilir miyiz mesela?
CY: Aslında bir önceki cevabımda dediğim gibi, yetenek ve yaratıcılık ilişkisinde zaman içinde sen de kendini tanıyorsun. Neyi sevip sevmediğin, ne yapıp yapamadığınla ilgili bir fikrin oluyor. Çok yaratıcısın ya da yeteneklisin demek her şeyi iyi yapacağın anlamına gelmiyor. Mesela okulda, ışık ve dekorla ilgiliydim ama kostümde yapamadım, hiç denemedim bile. İnsanlar zaten uniq yaratıklar. Sadece sanat yaparken değil yemek yaparken, konuşurken de bir üslubun var. O senin birisini takip etmen ile ilgili bence. Yoksa herkesin her yaptığı şey bence eşsiz, tek. Kimse onun gibi yapamaz diye düşünüyorum. Ama benim kendi sürecimde dönemlerim oluyor. Sevdiğim renkler, geometrik şekiller oluyor, uzun zaman tutulduğum bir anlayış oluyor, sonra ondan sıkılıyorum başka bir şey denemeye başlıyorum ama genel soruya baktığımızda, bu Cem’in işidir demek? Bilmem çok baktıysan anlarsın diye düşünüyorum. Ama bir tane işimi seyrettiysen anlamazsın.
HŞ: Yönetmenin hayalini sahnede yaşayan bir hale getiriyorsunuz. Eğer o hayale inanmazsanız gerçekleştirirken motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
CY: Bu ilk sorunun cevabı ile ilgili biraz. Yaptığım işi severek yapıyorum o yüzden ekstra bir motivasyona ihtiyacım olmuyor. Herhangi bir oyunu okuduğumda ya da bir işte çalıştığımda kendime bir motivasyon bulmama gerek kalmıyor çünkü o işi yapmak hoşuma gidiyor. Ama hiç mi olmadı sevmediğim bir iş.. Sonuçta 22 senedir çalışıyorum bunun ilk 7-8 senesi çömezlik zamanı ama son 15 senedir bir şeyler yapıyorum. Sevmediğim işler de oldu tabii. Ama onda da bir hal çaresi buluyorsun. Ya da o kötü olduğunu düşündüğün şeyin içerisinde parlamak, iyi bir şey yapıyor olmak da bir motivasyon bence. Ama çok az denk geldim böyle bir şeye. Zaten tiyatroda eğer yönetmen seninle çalışmayı seçiyorsa, yönetmenin seni seçmesi bir motivasyon kaynağı. Motivasyon bazen, o ekibin içerisindeki konuşmayı sevdiğin bir insan da olabilir. İş sadece oturup evde bir şey çizmek gibi değil bence tiyatroda. Herkesle beraber yaptığın bir iş olduğu için bazen o ekipteki birisi de motivasyon kaynağı olabiliyor. İyi bir oyuncu, kostümler, dekor gibi.
HŞ: Pandemi sürecinden dolayı çalışmalarınıza ara vermiş olsanız da, çok yoğun çalışan tasarımcılardan birisisiniz. Aileniz ne düşünüyor uzak kaldığınız zamanlarla ilgili .
CY: Ailem tabii ki her zaman yanlarında olmamı istiyor. Zaten bu pandemi sürecinde o açığı kapatmak bana da iyi geldi açıkçası. 6 yaşında bir oğlum var ve onunla bu süreçte çok uzun vakitler geçirmek bana da ona da iyi geldi. Üçümüzün birlikte olması iyi geldi. Bana da biraz sorgulattı. Ben niye bu kadar çok çalışıyormuşum diye. Ama bazen büyüdüğün insanlar, ortam, çevre ya da senin mizacın her işi seçerek yaptırmayabiliyor. Ben çok hayır diyebilen bir insan değilim. Para ile ilgilide hiç bir zaman şartlarım olmadı. Sevdiğin insanlar oluyor, beraber büyüdüğün insanlar oluyor ya da beraber çalışmak isteyen insanlar oluyor, onlara hayır diyemiyorum zaten çalışmış gibi de hissetmiyorum onlarla çalışırken. Pandemi öncesi süreçte haftada sadece 1 gün ara verdiğim zamanlar ya da 3-4 hafta hiç durmadan çalıştığım zamanlar oluyordu. Ama insan kendine bunu yapmamalı bence. Biraz kendine de vakit ayırmalı. Bunu anladım ben bu pandemi sürecinde.
HŞ: Her tiyatro kendi imkanları el verdiği kadar bir teknik donanıma sahip olmaya çalışıyor. Siz de çalışırken imkanlara göre bir ayrım yapmıyorsunuz gördüğüm ve bildiğim kadarıyla. Çok büyük ve imkanları fazla olan sahnelerde de çalıştınız, tam tersi olan sahnelerde de. Bu çeşitlilik yıllar içinde size neler kazandırdı?
CY: Bu çeşitlilik ben de şöyle bir refleks yarattı; bir şekilde az imkanla da bir şeyler yapabilme yetisi geliştirdi bende. 2000’li yılların başında New York’ta bir ışık okuluna gittim, oradaki tiyatrolarda, daha doğrusu Broadway’de diyeyim; hiç birinde hazırda bir malzeme yok. Prova ışığı bile yok. Bir oyun ile tasarım yapmaya başladığında sıfırdan bir şey tasarlıyorsun ve o malzemeyi oraya getiriyorlar. Bizde öyle değil. Büyük projelerde çalışmam son 1-2 senede olan bir şey. Ülkede çok büyük projeler hiç olmadı diye düşünüyorum. Yavaş yavaş o sektör gelişiyor. Yapımcılar TV’ye para yatırmaktansa, tiyatrodan, müzikalden de para kazanabileceklerini gördüler bence pandemi öncesinde. O yüzden tam gelişecek bir durum varken pandemi biraz araya girdi. Ama tabii ki Broadway standartlarına ulaşmamız, o sektör gibi olmamız çok zor. Onun için bende bu iş, ‘’evet abi ne var tiyatroda, 3 tane par var, 5 tane PC var. Bunlarla ne yapabiliriz?’’in refleksini oluşturdu diyebilirim. Bundan da memnunum açıkçası. Birisi bana derse ki bomboş bir sahnemiz var aynı Broadway’de ki gibi, tasarla.. Orada biraz zorlanabileceğimi düşünüyorum. 20 senelik meslek hayatımda kimse bana hiçbir oyunda kafana göre bir şeyler yap demedi. Hep dış etkenler beni sınırladı diyebilirim. Mekan, tavan yüksekliği, ışıklar gibi bir sürü şey..
HŞ: Her yönetmenin farklı bir dili var. Ve her biri sizi kendi hayaline ortak ediyor. Ortak noktada buluşamadığınızda ne yapıyorsunuz? Gerçi ben kendi adıma sizi kolay uyumlanan biri olarak tarif edebilirim ama sizin fikrinizi merak ediyorum.
CY: Bununla ilgili şöyle bir anım var: Uzun süre Semaver Kumpanya’da çalıştım. Işıl Kasapoğlu ile birlikte. İlk defa bir Brecht yönetecekti. Tilbe Saran da oynuyordu. Cesaret Ana ve Çocukları oyununu. Kafasında bir reji vardı. Ona öyle bir dekor çizdim ki, içinde reji önerisi de olan bir dekordu. Benim ‘’evet ya bu iş çok güzel bir iş’’ dediğim bir örnekti. O kendi bütün fikrini bıraktı ve kendini o dekorun önerdiği rejiyi yapmaya konsantre etti. Yani şöyle, tabii ki ben bir öneri sunuyorum, yönetmenle konuşuyoruz. Bir de tiyatronun içinde birazcık politika da var, konuşmak da var, birbirini ikna etmek de var. Zaten o sürecin güzelliği de burada bence. Bazen ikna edebiliyorum. O’nun düşünmediği bir şeyi düşünebiliyorum ya da yönetmen bazen benim düşünmediğim onun kafasında olan hayalle ilgili bir şeye beni ikna edebiliyor bu süreçte. Ama tabii ki o motivasyonlardan bir tanesi de o. Her zaman senin dediğin olmuyor tabii ki. Zaten her zaman en son söz tabii ki yönetmenindir. Bir yandan da çok ortak yapılan bir iş. Hiçbir şeye tek başına karar veremiyorsun tiyatroda.
HŞ: Bizim kuşağımız için en çok konuşulan ve en çok çalışılan tasarımcı sizsiniz. Peki ülkemizde sizi heyecanlandıran, merak ettiğiniz tasarımcılar kimlerdir?
CY: Bizim kuşağımızda en çok çalışılan tasarımcı olmanın benimle bir ilgisi olmadığını düşünüyorum. 85 milyonluk ülkede bu işle ilgilenen insan sayısı o kadar az ki, bu insanların az olması sebebiyle tercih ediliyorum diye düşünüyorum. Zaten o kadar az insan olduğu için dönüp dolaşılıyor hep aynı insanlara çarpılıyor diye düşünüyorum. En çok çalışılma sebeplerinden bir tanesi de şu olabilir; kendimi bir ekip oyuncusu olarak tanımlayabilirim. Senin de dediğin gibi, ortama ayak uydururum. Oranın heyecanını içimde taşırım. Kendi heyecanımı, kıvılcımımı o ateşin yanması için paylaşmaktan çekinmem. Hep böyle olmuştur aslında. Büyük evde de (Büyük Ev Ablukada) biraz böyle. Her zaman da çok iyi iş yaptığın için çalışmazlar. Sen insanlara iyi hissettirdiğin için de isterler. Seni görmek, muhabbet etmek istedikleri için de bazen beraber çalışmak isterler. Okulda Nurullah Hoca vardı (Nurullah Tuncer) benim kafamı açan adamlardan bir tanesidir. Onun yaptığı ışık tasarımlarını, dekor tasarımlarını merak ederim. Kerem Çetinel var yine ışıkçı dekorcu. Kostümcü mesela Tomris (Tomris Kuzu) var. Tomrisi çok heyecanlı, tutkulu bulurum.
HŞ: Bu işi yapmak isteyenlere bol bol pratik ve tecrübe dışında önerebileceğiniz bir kaynak/kitap/internet sitesi var mıdır?
CY: Türkçe kaynak çok az. Benim bildiğim ışık tasarımcı Yakup Çartık’ın bir kitabı var. Aslında dekor ve ışıkla ilgilenecek olan arkadaşlara daha çok ressamlara bakmalarını önerebilirim. Benim küçüklüğümden beri evde hep ressam kitaplarım vardı. Belki bir şekilde gözümün ve algımın bu hale gelmesinin sebebi de oydu. Hatta hiç unutmuyorum bir kitabım vardı, uyanır uyanmaz o kitapla 2 saat geçirirdim. Bir sürü internet sitesi var tabii mesela Artchive diye bir site var. Hemen hemen bütün dönemlerin ve ressamların bulunduğu. Oradan faydalanıyorum genelde. Ama Google diye bir şey var artık. Ne arasan bulabiliyorsun. Bu dönem daha kolay diyebilirim.
HŞ: Bazı işler için, ne kadar teorik bilgi bilirsek bilelim yaratımda kişinin kendi hayal dünyası ve yaratıcılığı her zaman fark yaratan en önemli unsur oluyor bence. Sizin kendi kafanızı açmak, daha farklı düşünmek adına bir çalışma öncesi veya sırası ritüelleriniz var mıdır?
CY: Öyle bir ritüelim yok ama bir işle haşır neşir olmaya başladığımda o işi kafamda hep çeviririm. Çok da düzenli bir insan sayılmam. Bir şeyleri biriktirmem ya da uzun uzun çizimler yapıp kağıt üstünde işi bitiririm gibi bir kafada değilim açıkçası. Dediğin gibi bazen bir şey düşünürsün ama sahneye çıktığında o çalışmaz. Birkaç soru öncesinde de dediğim gibi aslında. O refleksimin fazlaca geliştiğini düşünüyorum. A planı çalışmazsa B planı, o da çalışmazsa C planı gibi şeyleri kolayca kafamda oluşturabiliyorum. O da yaratıcılık mı yoksa zamanla oluşan tecrübe mi orasını bilemiyorum ama çok büyük ritüellerim yoktur. Tek başıma olmamaya özen gösteriyorum. Benim Kemal Yiğitcan’ın peşine takıldığım gibi benimle de çalışmak isteyen arkadaşlar oldu zaman içinde. O insanlarla birlikte işlere gitmeye özen gösteriyorum çünkü bazen sıkıştığında onların söyleyeceği bir şey de kafa açıyor. Genelde zaten ışıkçılar gece çalışır. Ritüeller gündüz uyuyup gece uyanık kalmak olabilir J
HŞ: Kafamda bitirmeden bilgisayarın başına geçmem demişsiniz. İşin içinden çıkamadığınız oldu mu yoksa bir şekilde su akıp yolunu buldu muJ
CY: Bir şekilde su akıp yolunu buldu. Hiç perde açmayan bir oyun görmedim iyi de olsa kötü de olsa. Düşündüğüne varamadığın olsa da o oyun bir şekilde perde açıyor. Bu sayede su akıp yolunu buluyor diyebilirim ama işin içinden çıkamadığım, kendimi çok kötü hissettiğim; Semaver’de Fırtına yapmıştık festivale. Enka’da oynamıştı. O kadar kötü hissetmiştim ki yaptığım şeyden dolayı eve gelip ağlamıştım. Ama bir şekilde halloluyor diyebilirim. Mesela şu an üzerine çalıştığım bir iş var yaklaşık 2-3 aydır muhabbetteyiz. Bir bitiş tarihinin olmaması da bir sebebi olabilir bunun ama açıkçası işin içinden çıkamadığım bir dönemdeyim.
HŞ: Yine bir röportajınızda tiyatroda 100 hayal edip 75’ini gerçekleştirmek çok büyük bir başarı ama müzikte 100’ünü gerçekleştirmek zorundasınız demişsiniz. Bunu merak ettim. İkisini birbirinden ayıran şey nedir ?
CY: İkisini birbirinden ayıran şey; müzik yaparken bir bitirme tarihiniz yok ama tiyatroda 3 ay önceden 4 Ocak’ ta Premierim var diyorsun ve o tarihe kadar bir şekilde varabildiğin noktaya kadar varıyorsun ve onunla barışıp yola çıkartıyorsun o işi. Müzikte bir zaman yok. Ne zaman bittiğini düşünürsen o zaman bitmiş oluyor.
HŞ: Sektörde eksikliğini fark ettiğiniz bir şey var mı? Ya da aynı şekilde bu konuda çok iyiyiz dediğiniz bir şey?
CY: Sektörde her şey eksik. En başından en sonuna kadar. Örnek alacağımız şey, Alman tiyatrosu mu ya da Broadway mi? Onlara göre çok eksiğimiz var. Her şey el yordamıyla yapılıyor diye düşünüyorum. Ama çok turneye gittim, çok ülkeye gittim ve bizim iyi olduğumuz şey de; biraz Akdenizlilik mi yoksa coğrafi bir şey mi bilmiyorum ama her sorunun altından iyi fikirler bulup o sorunları çözebileceğimizi gördüm.
HŞ: Bugüne kadar sizi anlattığı meseleyle en çok etkileyen oyun hangisi oldu?
CY: Son dönemde ‘’Hakikat Elbet Bir Gün‘’ beni anlatım şekliyle de anlattığı meseleyle ilgili de en çok etkileyen oyunlardan birisi oldu.
HŞ: Diğer işlerinizden ayrı tuttuğunuz, sizin için daha farklı yerde olan bir işiniz var mı? Varsa onun sizdeki hikayesi nedir?
CY: Işıl hoca ile geçirdiğim Cesaret Ana süreci benim için unutulmazlar arasında. İlk üç dekorun nedir dersen ilk üçe kesin girer Cesaret Ana dekoru. Işıl hocanın bir efsane olmasından kaynaklı olarak da, onun düşündüğü bir rejiyi tamamen değiştirebileceğimi görmek, onun da benim bu düşünceme çok özen ve önem göstermesini görmek bu süreçte benim için en unutulmazlar arasındaydı.
HŞ: Rahat ve güven veren bir görüntünüz var benim için. Sizin çalıştığınız işlerde eğer kıyısından köşesinden bir şekilde bulunuyorsam, biliyorum ki siz o işi bir şekilde halledersiniz. 20’lerinizde ya da ilk işinizde de böyle miydiniz merak ediyorum. ‘’Eyvah galiba çuvalladım’’ dediğiniz bir an var mı?
CY: Ben lise zamanlarımda sadece müzikle ilgileniyordum. Bilgisayar programları, bilgisayarda müzik yapmak falan.. Çevremde bir sürü müzik yapan, beste yapan arkadaşım vardı. Ve o arkadaşlarım şarkılarını kaydetmek için bizim eve gelirdi. Ben farklı insanlarla çalışmayı 16’larımda öğrendim. Sanki yönetmen gibi bakıp, onlarla anlaşmayı, kendi fikirlerimi onlara söylemeyi ya da ikna etmeyi oralarda öğrendim. Bir kere Macbeth yapıyorduk. Rahmetli Ali Cem Köroğlu yapıyordu dekoru. Dekorun işi biraz uzamıştı. Festivalde oynayacaktı. Işık yapmaya hiç vakit kalmamıştı. 8’de başlayacaktı oyun. Kapı doldu, sıra oldu, saat 20.30 oldu. İkinci perdenin ışıklarını yazamadan oyuna girmiştik. Bu sefer galiba çuvalladım dediğim bir tek o oyun vardı ama o oyunda da ilk perdeyi atlatıp rahatladıktan sonra 2. perdeyi manuel olarak oynatmıştım. Çuvallanmışsa zaten herkes çuvallamıştır diye düşünüyorum. Tek başıma çuvalladığımı hiç hatırlamıyorum.
HŞ: Şimdi herkes kendi hayallerini gerçekleştirmenin telaşı içinde ve nedense her şeyi kaçırıyormuş hissiyle çalışırken, siz bir yerde: ‘’ benim hayalini kurduğum şey bu değildi. Ben bir şekilde kendimi bu işin içinde buldum’’ demişsiniz. Gerçekten bir tesadüfler sonucu mu yollarınız kesişti şuan yaptığınız işle?
CY: Bence önemli olan şey, en başta bir hayal kurmak. Ben Mimar Sinan’ın sınavında ‘’burada en az tercih edilen bölüm ne’’ diye sorduğumda birisi grafik deseydi ben belki de şu anda bir grafiker olmuş olacaktım. Evet tiyatroyla tanışmam belki bir tesadüf eseri olabilir ama bütün bu hikayede beni buralara getiren şeyin aslında hayal kurmaktan vazgeçmemek olduğunu anlamış oldum senin de sorunun katkısıyla. Okulda hocayla tanıştım, o dedi ki bize bir köle lazım İKSV’de çalışmak için. Sonra AKM büyük salona gittim. İlk çalıştığım gün oradan çok etkilendim. Orada hayaller kurmaya başladım sonra inanmayacaksın ama tiyatrodan sıkıldığım bir dönemde lisede müzik yaptığım arkadaşlarımdan ayrıldığımı hatırlayıp, ne kadar iyi şarkılardı aslında onlar, ben onları tekrar kaydetmeliyim dedim. O grubu tekrar toparlamalıyım diye düşündüm. Tiyatroda geçirdiğim süreci bir de film sektöründe geçirip bu şarkıların filmini yapıp kaydetme düşüncem vardı. Tam bunları düşünüp kendi müzik filmimin hayalini kurarken bir tiyatro oyununda Bartu (Bartu Küçükçağlayan) ile tanıştım. Ve sonra o hayal ettiğim film gerçek oldu. Şu anda da Büyük Ev Ablukada ile ilgili bir hayalim var. Hayaller hiç bitmesin bence.
HŞ: 10 yıl sonraki Cem sizce şuan nerede ne yapıyordur?
CY: Yine herhangi bir yerde bir hayalin peşinden insanları örgütlüyorumdur muhtemelen. Tiyatroda örgütleyen insan, kendi hayalini başkalarıyla paylaşıp onları ikna etmeye çalışan insan yönetmen oluyor. Hiç yönetmenlik hevesim olmadı ama müzikte bir şekilde ekibi ateşleyen insan hep ben oldum. Yine dünyanın bir yerinde kurduğum bir hayalin peşinde ya da birisinin hayalinin peşinde bir şeyler üretmeye çalışıyorumdur muhtemelen.
HŞ: Keşke bu benim aklıma gelseydi dediğiniz bir fikir/tasarım var mı?
CY: Beni dekor tasarımı olarak en etkileyen oyunlardan bir tanesi ‘’Benerci Kendini Niçin Öldürdü’’’ oyununun dekorudur. Mehmet Ulusoy’un yönettiği. İnanılmaz bir dekoru vardı. Bir şeylere başlarken hep beynimin bir yerinde ne iyi dekordu dediğim bir dekordu. Şu anda tasarımcısının adını hatırlayamadım. Fransız bir tasarımcıydı.
HŞ: Peki baştan sona size ait olan bir Cem Yılmazer projesi görebilecek miyiz bir gün, böyle bir hayaliniz var mı? Ve yine bununla bağlantılı olarak bizimle paylaşmakta sakınca görmediğiniz gerçekleştirmek istediğiniz büyük bir hayaliniz var mı?
CY: Büyük Ev Ablukada’nın Mutsuz Parti videosu ve konseri tamamen kendi başıma hayal ettiğim bir projeydi. Fırtınayt albümünün yüzde 70’inin müziklerini ben yapmışımdır. Bir iki şarkı Gülin’in vardı. Sözler Bartu’nun müzikler genelde benim. Orada öyle bir durum var. O şarkıları kafamda tekrar ede ede, bir tiyatrocu olmanın getirdiği bir reflekse belki de her şarkı için kostüm, dekor, ışık düşünüyordum. Sonuçta Mutsuz Parti süreci en başından itibaren, gidip mekan bulmak ve mekancı ile konuşmak (Dasdas’ta İlksen Başarır ile) oraya kurulmak, o ilişkileri kurmak sonra konseri yapmak için o parayı bulmak, konserin içeriğini düşünmek finalde aynı bir yönetmen gibi aslında provaları yapmak insanları organize etmek falan.. Yani Mutsuz Parti konser videosu benim için ‘’evet ben bu işin yönetmeniyim’’ diyebileceğim bir iş oldu. Bundan sonra da hayal ettiğim, şuanda üstüne çalıştığım şey; yakında bir Büyük Ev Ablukada albümü çıkaracağız. Bahar aylarında. Bu 20 senede bir sürü insan biriktirdik. Aslında tek amacım da o, para ya da başka şeyler biriktirmek yerine insan biriktirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Neyse. Bu yeni çıkacak albümle ilgili, Mihran’ların (Mihran Tomasyan) Çıplak Ayaklar ekibinin İznik’te 40 dönümlük bir arazisi var. (çak arazi) Bu arazide albümün bir filmini çekmek gibi bir hayalim var. Şu an Ocak ayındayız. Filmi Temmuz ayında çekeceğiz. Şimdi bütün o tohumları, kıvılcımları ekiyorum. İnsanları inandırıyorum bu işin olabileceğine. Herhalde bir sonraki proje de o olacak diye düşünüyorum. Muhtemelen Ekim–Kasım gibi de hep beraber seyrederiz.