Zehra İpşiroğlu
Frankfurter Neue Presse’nin yılın en iyi TV filmi ilan ettiği “Ben Ona Aitim” (Ich gehöre ihm) adlı TV filmi ‘kötü’ Türk gencine aşık olan genç Alman kızının yaşadıklarını bir hayli yanlı bir tutumla anlatıyor.
Almanya’da birbirinden olumlu eleştiriler alan, okullarda gösterilmesi önerilen, Frankfurter Neue Presse’nin yılın en iyi TV filmi ilan ettiği “Ben Ona Aitim” (Ich gehöre ihm) adlı TV filminde (Yönetmen: Thomas Durchschlag) hali vakti yerinde, doğru dürüst bir aileden gelen on beş yaşında bir Alman kız (Caro) kendisinden birkaç yaş büyük olan Türkiye kökenli sevimli bir çocuğa, Loverboy Cem’e (kötü Türk) aşık oluyor. Loverboy kızların gönlünü çelerek onları tuzağa düşürenlere verilen ad. Gösterişli bir yaşam sürdüren Cem pahallı araba ve hediyelerle kızın gözünü boyayıp birlikte yaşamayı tasarladığı şık bir ev bile kiralıyor.
Cem’in oltasına düştükten sonra Caro’nun yaşadıkları çok hızlı gelişiyor. Cem önce kızı “bizim kültürümüzde her şey paylaşılır” diye arkadaşlarıyla paylaşıyor, sonra kelli felli erkeklere satıyor, en sonunda da seks işçiliğine zorluyor, kız ağlayacak ya da direnecek olursa da ağzını burnunu dağıtmayı da ihmal etmiyor.
Filmin sonunda olay ortaya çıktığında anne ve baba panik içinde kızlarını kurtarmaya çalışırlarken, kız Cem’le kaçıyor. Bu arada Caro’nun yine Türkiye kökenli basketbol hocası da (iyi Türk) Cem’den bir araba dayak yiyip nasibini alıyor. Filmin sonunda da “Böyle olaylar Almanya’da çok oluyor” gibi bir yazıyla olayın gerçekçiliği vurgulanmış oluyor.
Almanya’da böyle olaylar çok oluyorsa, böyle bir ağa düşen kızların acaba hepsi geri zekalı mı? Caro diyelim o kadar saf ki Cem’in otomat gibi tekrarladığı sen benim prensesimsin, dünya da en çok seni seviyorum, biz ikimiz bütün sorunların üstesinden geliriz gibi klişe laflara pahalı hediyelerine hiç şaşırmadı, dahası kendisi için özel daire kiraladığına bile inandı, nasıl oluyor da o evde onca kişinin tecavüzüne uğradıktan sonra kıyameti koparamıyor? Diyelim ki kadınların çok çabuk içine düştükleri suçluluk ve utanç psikolojisiyle kimseye hiçbir şey söyleyemedi, nasıl oluyor da bütün bu olup bitenden sonra yine de kurbanlık koyun gibi onun peşinden gidebiliyor? Nasıl oluyor da o kadar acı çektiği ve aşağılandığı halde onun bir dediğini iki etmiyor? Nasıl oluyor da kendisine yapılan şantajlar ve aldığı uyuşturucu her tür şiddeti ve aşağılanmayı sineye çekmesine yol açıyor? Psikolojik bir sorunu mu var, sevgisiz mi büyütülmüş, şiddet mi görmüş, arkadaşları tarafından dışlanmış mı, sorun nedir? Caro’nun kafasında bir bozukluk varsa o zaman çocuklarını çok seven, onların üstüne düşen anne ve babası nasıl oluyor da onun ciddi bir sorunu olduğunu bir türlü göremiyorlar? Peki ailesi onu kurtardığında Caro niye ona uzanan yardım elini tutamıyor? Aklı başında, sevimli bir ailesi, sevgi dolu bir annesi, içini dökebileceği bir kız arkadaşı, onu seven bir öğretmeni varken, neden kendini toparlayacak gücü bulamıyor, sorun nedir?
Sanırım yönetmen Almanya’daki küçük kızların toptan geri zekalı olduğunu düşünmüş olacak ki bu sorularla hiç ilgilenmemiş. Oysa Loverboy’ların kurbanı olan kadınlarla çok inandırıcı söyleşiler var internette. Sadece bu söyleşileri okurken bile bu kedi fare oyununun içyüzünü, kurbanın tuzağa düşmesinin nedenlerini, kurtulmaya çalışırken büsbütün batmasını, özgüvenini ve değerini yavaş yavaş yitirmesini, sonunda da kendini sadece kullanılıp bir köşeye atılan bir çöp parçası gibi hissetmesini anlayabiliyoruz. Bu tür olayların kurbanları genellikle ya aileleri tarafından ilgisizlik, baskı, şiddet gören ve kendilerini yalnız hisseden küçük kızlar ya da ekonomik sorunların üstesinden gelemeyen çaresiz kadınlar; yalnızlık, umutsuzluk, özgüven eksikliği ve boş hayaller onların Loverboy ağına düşmelerine neden oluyor. Filmde olayları kurbanın, yani patates suratlı küçük Caro’nun açısından izlerken ona acıyamıyoruz, çünkü anlatılanların hiçbiri inandırıcı değil. Amaç empati uyandırmaksa bu hiç başarılamıyor. Öte yandan kadın ticaretinin sadece kurbanın bakış açısından gösterilmesi, anlatılanları ister istemez soft pornografik bir sansasyon öyküsüne dönüştürüyor.
YABANCI DÜŞMANLIĞINI PEKİŞTİREN İDEOLOJİ
Gelelim Cem’e ve Türk usulü kadın ticaretine. “Türkler zaten her şeyi aralarında paylaşmaya alışıktırlar, kadınları da” gibi bir düşüncenin ardında acaba nasıl bir ideoloji var? Bunun yabancı düşmanlığını ciddi bir biçimde pekiştiren bir yanı yok mu? Sanırım yönetmen de bunu düşünmüş olacak ki varla yok arası silik bir basketbol hocası karakteriyle olayı engellemeye çalışan ama dayak yemekten başka bir şeyi başaramayan ‘iyi’ bir Türk yaratmış. Ama ne yazık ki bu da hiç inandırıcı değil.
Failin ve çevresinin Türkiyeli olması beni yadırgatmadı, olabilir tabii, neden olmasın? Böyle çeteler çok Almanya’da. Ama işlenilen karakterlerin her şekilde inandırıcı olması lazım. Cem ve arkadaşları nasıl bir dünyanın içinde yetişmişler? Nasıl bir yaşantının belki de dışlanmışlığın sonucu bu hale gelmişler? Onları yönlendiren mekanizmalar ne? Bunlarla ilgili hiçbir ipucu olmayınca kadın satma Türkiyelilerin kültürüne özgü bir şeydir gibi absürt bir sonuç çıkıyor. Yabancı düşmanlığının giderek arttığı, AFD gibi faşist partilerin seslerini yükselttiği bir ortamda da bu yaklaşım büsbütün göze batıyor.
Kadın ve şiddet konusu, üç günde bir kadının öldürüldüğü Almanya’da özellikle şu günlerde çok gündemde. Bu bağlamda ‘zehirli erkeklik’ kavramından yola çıkarak maço kültürü ve şiddet, seks köleliği üzerine birbirinden ilginç tartışma programları yapılıyor. Bu tür sorunlarla yüzleşmekten kaçınmayan bir ortamda bu kadar ciddi bir konuyu kurbanı aşağılayarak, Türkiyelileri de ötekileştirerek ele alan “Ben Ona Aitim” filmi gerçekten çok şaşırtıcı. Böylesine yüzeysel böylesine klişelerle dolu bir filmi göklere çıkaran basına ise söyleyecek söz yok.